Seyit Tosun
YAKARSA DÜNYAYI GARİPLER YAKAR!
2002 yıllarında Tayyip Erdoğan’ın en büyük siyasal gücü ve avantajı, halkla olan direk bağıydı. Oysa saray inşa ederek en büyük politik gücünü kendi kendine yok etti. Birkaç kişi dışında ulaşılamaz, erişilemez olunca da onu iktidara getiren asıl gücünü yitirmeye başladı. Kaybettiği gücünü de dün eleştirdikleri ile mecburi ittifaklarla devam ettirmeye çalışıyor. Yani iktidar, 2002’de kendisine gücü getirmiş ‘itirazı olanlar’ yerine ‘İttifakı olanları’ tercih etti.
“İtirazım var bu zalim kadere
İtirazım var bu sonsuz kedere
Feleğin cilvesine hayatın sillesine
Dertlerin cümlesine itirazım var.
…
Yaşamadan ölmeye itirazım var!
Ben hep yenilmeye mahkum muyum?
Ben hep ezilmeye mecbur muyum?
İtirazım var bu yalan dolana.”
(Söz: İlhan Behlül Bektaş- Müzik: Rıfat Şallıel- Seslendiren: Müslüm Gürses…)
Müslüm ‘Babanın’ ‘İtirazım var’ şarkısı ile beraber; ‘Yenilmeye ve ezilmeye mecbur kitleler’ sadece seçim sonuçlarını değil aynı zamanda kendini ‘yenilmez ve ezilmez’ gören herkesin de geleceğini belirleyecek.
1990’lar sonrasında kentlere yaşanan büyük göçler sonrasında görünmeyen, yok sayılan, genelde hizmet sektöründe çalışan milyonlar kentlerin yapısını değiştirmekle kalmamış; iktidarları da belirlemeye; yahut indirmeye de başlamışlardı. Müslüm Gürses de bu örgütlenmemiş milyonlarca yok sayılan ‘isyankarın’ adeta dili haline geliyordu.
İşte bu şekilde AKP’yi 3 Kasım 2002’de iktidara, sosyal ve ekonomik olarak piramidin en ‘altında’ kalan Bağcılar,Sultangazi, Kasımpaşa, Sultanbeyli, Sincan, Altındağ, Keçiören getirdi. Normalde sol/sosyalist/sosyal demokrat partilerin en yoğun oy alması gerektiği düşünülen yerlerde sağ bir parti olan AKP en yüksek oyu aldı. Tam tersi olarak da liberallerin ve muhafazakar partilerin en yoğun oy alacağı düşünülen refah seviyesinin kısmen daha iyi olduğu yerlerde de sosyal demokratlar oy aldı. Bu bir sonuçtu. Yaşananlar; ayrışmış ve birbirinden uzaklaşmış kitlelerin hikayesiydi.
Siyaset dili farklı çalışmış, sınıfsal argümanlar yerine duygusal aidiyetler öne geçmişti. İlk defa görünmez olanı, yok sayılanı, dışlananları görerek bunu başarmışlardı. Bu nedenle de bazı seçmenler, sorunlarının ne kadar dile getirildiğinden çok; adayların kendilerine ne kadar benzediğine ve kurduğu iletişim diline bakarak oy vermişti!
Tam da buna uygun şekilde Erdoğan o vakit milletvekilli lojmanlarını kaldırdı. Tüm hastaneleri halka açtı. Başbakanlık konutu yerine onu iktidara getiren ‘isyanı olanların’ olduğu Keçiören’de mütevazi bir dairede yaşamaya başladı. Hatta Başbakanlık ofisi sokağı tamamen halka açıldı. Vatandaş uzun yıllar sonrasında ilk defa o binanın olduğu sokaktan geçebiliyordu.
Merkezde yaşayan mutlu azınlığa karşı; çevrede yaşayan mutsuz çoğunluğun zaferini simgeliyordu. Sarayları, kaleleri yıkmış; ‘bir lokma ve bir hırka’ ile bugüne kadar görünmeyen kitlelerin Başbakanı olmuştu. Tıpkı Ortaçağ’da kalelerinin içinde yaşayan feodal beylere karşı kentleşen çoğunluğun o koca surları yıkması gibi, ele geçirilmesi imkansız olanın ortasında buldular kendilerini.
KUTUPLAŞMA İKTİDARA YARIYOR
AKP eskiden mahalle bazında çok güçlü örgütlenmişti. Aşağıdan yukarıya talepler kesintisiz ve net şekilde iletilebiliyordu. Mahallede sorun, yardım, sıkıntılar aşağıdan yukarıya; yukarıdan aşağıya sıkıntısız şekilde iletiliyordu. İktidar iyice güçlenince, başkanlık gelince, saraya kapanınca bu iletişim büyük kesintiye uğradı. Bu zincir kesintiye uğrayınca aşağının yukarıya talepleri, aynı şekilde yukarının aşağıya doğru iletişimi çok zayıfladı. AKP, kendisini iktidara taşıyan ana gücün kablosunu kendi elleriyle kesmiş bulunuyordu.
Oysa ilk dönemlerinde kentin daha yoksul mahallelerine ya da merkez solun erişemediği mahallelere nüfuz etmişlerdi. Ve oradaki insanlara, yarına dair hayal kurma imkanı verdiler. Bunun yanında her şey kötüye gitse de yine de bir oy vererek Erdoğan’ın şahsında kendisini birleştirerek, kendini değerli ve güçlü hissederek; toplumsal olarak altta olsa da, yoksul olsa da dünya liderlerine meydan okuma şansı bu kitlelere açılmıştı! İlk defa kendilerinin göründüğünü hissetmişlerdi. Oysa şu an bu imkanlar, bahsettiğimiz bağın kopması, yoksulluğun artması ve dış politikanın çözülmesiyle çok fazla azaldı.
18 yıllık iktidarın sonunda gelinen noktada mağdurların, ezilenlerin kendini özdeşleştirdikleri, mağrur olmuş oldu...
Ya dışarıdakiler? Malum, hala dışarıdalar. Peki o zaman güç kimde?
DÜNÜN ÖTEKİLERİ, BUGÜNÜN ÖTEKİLEŞTİRENLERİ OLDU
2002 yıllarında Tayyip Erdoğan’ın en büyük siyasal gücü ve avantajı, halkla olan direk bağıydı. Oysa saray inşa ederek en büyük politik gücünü kendi kendine yok etti. Birkaç kişi dışında ulaşılamaz, erişilemez olunca da onu iktidara getiren asıl gücünü yitirmeye başladı. Kaybettiği gücünü de dün eleştirdikleri ile mecburi ittifaklarla devam ettirmeye çalışıyor. Yani iktidar, 2002’de kendisine gücü getirmiş ‘itirazı olanlar’ yerine ‘İttifakı olanları’ tercih etti.
Şimdi karşısında birçok partinin oluşturabileceği geniş tabanlı bir ittifak, iktidarın en büyük korkusunu oluşturuyor.
İşte en önemli nokta da bu; Erdoğan, kendisini iktidara taşıyanın ne olduğunu bildiği için; onlarla direkt temasa geçmeye başlayan rakiplerinden, belediye başkanlarından ve ittifaklardan çok rahatsız. Bunun seçim sonuçlarına nasıl yansıyabileceğini en çok kendisi biliyor. Bu nedenle bir yandan geçmiş travmaları arşivden çıkarıyor, diğer yandan sertleşiyor, öbür yandan alternatif bir demokratik ittifak mesajı ile yeni bir denge kurabilir miyim diye yokluyor. Kutuplaştırma ve aşağılama söylemlerinin en çok kendi tabanını mobilize edeceğini biliyor. O nedenle de tüm kabine, bütçe tarihlerinin ‘en ağır’ konuşmalarını yaptı.
Çünkü iktidar, yola çıkarken mücadele edeceğini söylediği sistemin kendisine dönüştüğünün farkında. AKP’yi iktidara getiren ‘ötekiler’, bugün iktidar tarafından da ‘öteki’ haline getirilmiş durumda.
Ve sonunda ‘sen bana benzediğin için eziliyorsun’ noktasından; ‘sen bana benzemediğin için ezileceksin’ noktasına gelindi.
BAŞKA BİR HİKAYE MÜMKÜN
AKP’ye oy veren kitlelerle iletişim kurmaya başlanması, muhalefet açısından çok doğru bir kurgu ve strateji oldu. Ancak atlanılmaması gereken nokta şu ki; medyanın yüzde 96’sının iktidar kontrolünde olduğu bir tabloda, safları sıklaştırırken, genişletmeyi de ihmal etmemek gerekiyor.
Ezilenlerin ‘Post Modern yansımaları ile’ doğru iletişim yolları ile yüzleşme sağlanırsa o zaman bu bireysel isyanlar sandıkta birleşebilir.
Bu nedenle geniş ve ortak kümeler içerisinde kurulan ve genişleyen bir ittifak ve halkla birebir, duygusal ilişki kurarak sorunu yerinde ve anında çözen belediye başkanları şu an iktidar için en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Zaten engelleme çalışmalarının ana nedeni de bu.
Önümüzdeki seçimler; bahsettiğimiz isyankar seçmenin ‘anlaşılmasına’ bağlı. Bu seçmenle en başta duygusal bir iletişim sonra da siyasal bir ilişki/temas kurulmalı. Bu kitlelerle iletişimi sağlayacak bir dil geliştirilmesi gerekiyor.
İKTİDARIN KORKUSU
Burada muhalefetin dikkat etmesi gereken şey; AK Parti seçmenine karşı negatif ya da pozitif bir önyargı ile hareket edilmemesi. Karşılarında kitlesel bir fanatik grup yok. Fanatizm içinde olan küçük bir grup var ama seçimin sonucunu belirleyecek kitle tamamen sıradan, normal vatandaşlarımız. iktidarın en korktuğu şey, yaşam tarzına bakılmaksızın AKP tabanı ile duygusal bir iletişimin kurulması.
Bana göre siyaset; salt toplumun demokrasi, hukuk ve iş talep eden kesimlerinin isteklerini dile getirmek değil. Siyaset; demokrasiye, hukuka ve işe erişmeyen geniş kitlelere demokrasi, hukuk ve iş talep ettirme, hayal kurdurma, vatandaşa kendisini önemli hissettirme ve bunları örgütleme becerisidir. Bu başarılabilirse başka bir hikaye neden yazılmasın?
Şimdi yok sayılan eğitimli, eğitimsiz, seküler, muhafazakar, işsiz, atanamamış, dayak yemiş, şiddete uğramış, yok sayılmış, ötekileştirilmiş, hakkı yenmiş, kadın erkek hayal kurmak isteyen milyonlar hep birlikte Müslüm Babanın şu dörtlüğünü birlikte söylüyor;
“Hayatta ümidi kalmayan onlar
Dertleri içine sığmayan onlar
Sürüne sürüne yaşayan onlar
Yakarsa dünyayı garipler yakar…” (Beste; Cengiz Tekin- Seslendiren; Müslüm Gürses)