Özlem Yalım
WALDEN, DIESTE VE TUĞLA
Başlıktaki üç isim -ilki bir anı kitabı, diğeri bir yaratıcı profil ve sonuncusu bir nesne- bir araya nasıl geldi bilinmez ama, nasıl çalıştığını bir türlü çözemediğim beynim bir biçimde onları birbirine bağladı ve size kısa kısa notlar olarak aktarmak üzere işe koyuldu bir kere! Merak eden okusun.
Tüm haftanın yorgunluğunun çöktüğü bir Cuma günü yazıyorum size bu hafta. Ofis kölesi olan ben için derlenme ve toplanma, haftalık değerlendirmeleri yapma ve gelecek haftaya hazırlanma günü aynı zamanda. Yine de haftanın diğer günlerinden farklı olmasını istediğim, buna çabaladığım bir gün olsun istiyorum; bu nedenle biraz kültür sanat etkinliklerine, yayınlarına ve yazılarına eğildiğim, kimi zaman da şehire karışıp kaçırdıklarımı telafi etmeyi hedeflediğim bir gündür Cuma. Bu duygular içimdeyken, masamın ucundan bana ödünç verilmiş bir kitap göz kırpıp durdu günlerdir; bir haftadır kapağını açamadım! Bizim ofiste kitap takıntımız var karşılıklı; seviyoruz, alıyoruz, hazırlıyoruz, paylaşıyoruz, hediye ediyoruz, ödünç alıp veriyoruz bazen birbirimize. Bu kitap da öyle bir alışkanlıkla gelmişti masama ve beni çok sevdiğim mimarlık dünyasına çekiverdi.
WALDEN
Sadece Cuma günleri değil, istisnalar bozmadıkça her sabah da kahve ve kitap keyfim var. Erken kalktığım için bazen bir saatimi bile bir şeyler okumaya ayırabiliyorum her sabah. Öyle demeyin büyük lüks! Kimileri uykuyu veya sosyal medyada gezinmeyi tercih ediyor; ben hayatta hiçbir şeyi bilmediğimi bildiğimden bu açığı kapatmaya çalışıyorum hep okuyarak.
Bu sabah da, bir süre önce başladığım H.D.Thoreau’dan Walden’i okumaya devam ettim; bitsin istemiyorum nedense. Sözde yazarın ormanda yaptığı “sade yaşam” deneyini anlatan bu kitap, basit bir deneyden öte, her köşesi ayrı hayat dersleri ile dolu bir başyapıt. Bugünlerde içine girdiğimiz karmaşık ruh halleri için bir çözümleme niteliğinde. Sadeleşmek, yavaşlamak, doğayla bütünleşmek adına kafa açıcı bir ilaç gibi. Bu sözünü ettiğim kavramların ortalıkta gezinen klişe ve moda örneklerinden uzak, sahici ve ayakları yere basan, gerçekçi çıkarımları var, kendi iç çelişkilerini bir yana bırakırsak tabii.
Thoreau bu sabah okuduğum sayfalarda bu kez insanların ne kadar az okuduğuna, hatta okumadıklarına isyan edip durdu.1845 yılından bu yıllara ne değişti acaba? diye düşündüm. Yazdıklarının tümü benim çevrem için bugün hala pek de geçerli, öyle ki, 177 yıl önce değil de bugün bir gazete köşesinde okur gibiydim sözlerini yazarın. Sanki kendime işkence etmek için okuyorum zaten bu eseri. Şehirli hayatımı daha da aşağılamak için bu kelimeleri yeniden yeniden çınlatmam gerekiyor beynimde! Çalışma pratiklerimizi, küresel üretim-tüketim-lojistik zincirlerini, çalışma kültürünü, çalışmama kültürünü, yaşam biçimlerimizi, ev olgusunu, mimarlığı, eşyalarımızla olan ilişkimizi, kısacası tüm değer yargılarımızı yeniden düşünmek için kısa bir sabah molası veriyorum anlayacağınız, sonra okuduklarımın tam tersi olan hayatıma karışıyorum. Giysilerimi, takılarımı kuşanıyor ofisime, hayatıma, o kitapta anlatılan tüm çapraşıkların içine atıyorum kendimi. Raymond Queaneau fısıldıyor kulağıma hep: Kaçmayı planladığımız labirenti kendi ellerimizde inşa ediyoruz biz hep aslında şehirde.
Thoreau yüzünden, bir haftadır masamda bekleyen ve içindekilerin tamamen sürpriz olduğu bu ödünç kitabı bugün incelemeye karar verdim işte ben de. Çılgın olduğunu bildiğim bir sahafın tozlu raflarından, ben planlamadan gelip konduysa masamın üstüne, olmalı bir sebebi ve zaman denilen katmanlararası hadisede bir yeri.
Sürpriz tam da burada başladı işte. Daha ilk sayfalarda, uzun zamandır yazmayı düşündüğüm, notlarıma kaydettiğim, çok sevgili bir ismin işleri ile karşılaştım. Tesadüflere inanmayan ben, bu hafta size bu ismi, Eladio Dieste’den bahsetmeye karar verdim böylece.
ELADIO DIESTE
1917 yılında Uruguay/ Artigas’ta doğan Dieste, 1943 yılında mühendislik diplomasını almış bir yaratıcı figür. Mühendisliğin yaratıcı zihinle birleştiğinde ortaya çıkacakları bize sunmuş olan etkileyici bir isim bana göre. Kendi şirketinde geçirdiği yarım asırlık profesyonel hayatında otobüs terminalleri, ambarlar, kiliseler, spor yapıları gibi pek çok gündelik yapı çözümüne imza atmış bu isim malzemenin direncini, yapısal elemanlar haline dönüştüren projeleri ile ilgi çekici.
Bir tasarımcının ölçeğine yakın olan tuğla ve keramik gibi malzemelerin sınırlarını zorlayarak yarattığı eserleri benim ilgimi çeken olmuştu ilk keşfettiğimde. Gözlerim yıllardır her fırsatta, kitapçı raflarında, istif istif sahaf odalarında, yaratıcı kitapların sergiye çıktığı pazar tezgahlarında onunla ilgili bir kitap ararken, masama gelip konan bu mimarlık kitabının içinden Dieste isminin çıkacağını bilemezdim. Bu kitap malzemeye odaklı bir kitap ve Dieste’den nerede ise hiç bahsetmiyor ama yapıtlarına örnek olarak görsellerle yer veriyor.
Mühendisin, 1959 yılında Uruguay’da inşa ettiği, Montevideo’nun 30 mil doğusundaki bir kırsal alanda yer alan, 300 kişilik bir bölge kilisesi, Atlantida Kilisesi’nin görselleri bu kitapta yer verilen. Bu kilise, bölgesi için alışılmadık bir mimari yaklaşıma sahip olan ve hayatımda mutlaka gidip görmek istediğim bir “yer”.
1961 yılındaki edisyonunun sayfalarında Dieste’nin bu yapısını anlatan Architectural Review dergisi, yapının dalgalı cephe duvarını “duygusal” olarak başlığına taşımış. Doğada görünür ve görünmez olarak pek çok farklı formda yer alan dalga, kuşkusuz duyularımızla ilgili. Yeri, göğü, içi, dışı, cephesi, tavanı tuğla ile yapılmış bu yapıtın duygusal veya hassas olmasının başka bir sebebi daha var bana göre. İnsanlığın en temel yapı malzemelerinden biri olan dikdörtgen prizma formuna sahip, köşeli bir malzeme olan tuğlanın, bu organik formları verebilmek adına Dieste tarafından ehlileştirilmiş olduğunu düşünürüm hep. Günümüzün kalıplanabilir toz malzemeleri ile bu organik formları yaratmak, tuğla gibi bir malzeme ile yaratmak ile kıyaslandığında ne de kolay görünüyor.
Tuğla ile yaratılan pek çok şiir var yapı dünyasında. Çoğunda bu malzemenin sahip olduğu doku ve renk ile yaratılan mısralar, tekrarlarla oluşan uyaklar ve bütünün armonisi belki şiiri yaratan; Dieste’nin bu eserinde ise kütlenin kendisi bütünüyle bir şiir.
Elektirik akım yasası Gauss’tan hareketle yarattığı tonozları bu yapısının yanı sıra başka eserlerinde de kullanmış bu mühendis. Gauss tonozları olarak adlandırılan bu çift kavisli dalga geometrisi, malzemenin birbirine aktardığı güç ile yapısal bir direnç sağlıyor. Dieste’nin çılgınlığı bu dalğalı yapıları tuğla ile örmüş olmasında. Bu mühendis, mimarların yapı inşa etmediğini, farklı malzemeleri birbirine monte ettiğini savunarak, kendi kariyeri boyunca, malzemenin kendi sahip olduğu gücü yerçekimine karşı direnen formlar ve strüktürler üretmek üzere dört farklı inovatif teknik geliştirerek tarihteki yerini aldı. Atlantida’daki bu kilise tüm korumacı, mühendislik ve tasarım özellikleri ile UNESCO dünya mirası listesinde ve koruma altında.
Malzemenin bu şekilde çoğunlukla organik formlar yaratmak üzere zorlanması Dieste ve çağdaşlarının, ünlü mimar Kahn’dan mı esinlendikleri, yoksa eş zamanlı olarak ortaya çıkan bir modernleşme hareketinin farklı coğrafyalarda kendini göstermesinin ürünü mü olduğu, mimarlık dünyasında kendine yer bulan bir tartışma konusudur. Mimari pratik söz konusu olduğunda organik formların, çoğunlukla sanıldığı üzere doğadan esinlenmenin bir son ürünü değil, antik mimarlık özellikleri ile, katı Roma öğretisinin düzen, geometri ve malzeme kullanımı alışkanlıklarına bir başkaldırısı olarak ifade ediliyor. Mantıksız olan ile bir düzen yaratma (organizasyon), alakasız ya da imkansız görüneni tasarım yolu ile düzenleme, organik yapıya sahip mimari eserler için daha açıklayıcı bir tanımlama olarak ortaya atılıyor. Kahn’dan Dieste’ye bu mücadele için beton yerine tuğlanın tercih edilmesi de bu açıdan bakılınca tesadüf değil.
TUĞLA
“Bir tuğla bile bir şey olmak ister! / Even a brick wants to be something!” Louis Kahn’a ait bu sözü, lisede sevdiğim müzisyenlerin posterleri ile kapladığım defterlerime, üniversitede odamın duvarlarına, sonraları da zaman zaman sosyal medya hesaplarımın kapaklarına iliştirdim. Salt mimarlık söylemi olarak okuyabileceğiniz bu cümle aslında sosyolojik bakımdan da anlamlandırılabilir. Bir tuğla gibi köşeli, ham ve kaba olan biri bile bir şey olmak istiyordur özünde bir yerlerde. Ben herkese ve her şeye bu söz ile baktım durdum yıllardır.
Arkadaşları arasında Lou olarak bilinen ve iş insanı özellikleri mimarlığı kadar iyi olmadığından borçlar içinde yaşayıp duran Louis Kahn ile özdeşleşen bir malzemedir Tuğla. Kahn, tuğlaya sormuş: ne olmak istiyorsun? Tuğla da cevap vermiş: “Bir kemer olmak istiyorum” “Ama kemer yapmak çok pahalı, gel üzerini bir beton lento ile örtelim” demiş mimar. Tuğla cevap vermiş: ”Bir kemer isterim”. Bu anekdot, mimarlık dünyasının en bilinenlerinden biridir ve malzemeye saygıyı, malzemeyi dinlemeyi anlatır.
Tuğla, mimarlık dünyasının en önemli ve vazgeçilmez malzemelerinden biridir. Tarihin en eski yapı malzemesi olarak da bilinir. Anadolu topaklarındaki kerpiç yapıların yanında, bugünkü Filistin topraklarındaki Eriha bölgesinde milattan önce 7000 yıllarına uzanan örnekler bulunmuş. Filipo Argenti 1533’te basılan bir eser olan “Regola del Parlare Turco”da, Osmanlıların kullandığı konuşma dilindeki bazı kelimeleri ilk kez sistematik olarak listelemiş. Tuvla burada yer alan bir kelime ve pişmiş topraktan yapılan yapı kalıbı anlamında kullanılıyormuş. Antik Yunan dilinde tegere, örtmek, tegula, tect- ise çatı örtüsü anlamında kullanılıyormuş. Hint kökenli Avrupa dillerinde de aynı anlam, kök teg- kelimesinde bulunabiliyor. Örtü, kabuk, giyim, seramik (İngilizcesi: tile) gibi kelimelerin tümünün kökeni, toprağın sıkıştırılarak pişirilmesini ve bununla ortaya çıkarılan yapıları/ örtüleri anlatıyor.
Çağdaş mimarlıkta tuğlanın kullanımı, bir tür boşluk ve doluluk sanatıdır. Diğer güncel yapı malzemelerin pratikliğinin, ekonomikliğinin ve kolaylığının yanında, bu en eski yapı malzemesinin artık “pahalı” bir yöntem haline dönüşmüş olması beni üzer. Bu pahanın altında, tuğlanın gerektirdiği usta işçiliğin maliyeti ve çağdaş tuğlaların çeşitli katkı malzemeleri ile daha sağlam, daha dirençli ve dayanıklı bir ürün haline dönüşmesi yatıyor. Sıradan tuğla veya kerpiç hala en ucuz malzeme olabilir. Daha da üzücü başka bir konu, formu yaratan malzeme olan tuğlanın, bu pahadan ötürü bugün bir kaplama malzemesi haline dönüşmüş olması. Ham maddesi toprak olan, kolayca üretilebilen, nefes alan ve Dieste’nin eserlerindeki kadar esnek olabilen bu yapı malzemesi, gittikçe dönüşen tasarım anlayışları doğrultusunda gelecek dönemde unutulan ilgisini yeniden kazanacak gibi duruyor.
Kahn, 1973 yılında Aspen’de verdiği bir konferansta, tuğlayı bir malzeme olarak tasarım işinin temeline oturtuyor. Mimara göre, realizasyon (hayata geçirme) insanlığın doğa yasaları karşısındaki içgüdüsel ve yaşamsal bir eylemi. İçimizden gelen merak ve güzelliği yaratma tutkumuz bizi bir şeyleri hayata geçirmeye, üretmeye itiyor. Bu şekilde kaygısızca, içten gelenle, doğallıkla oluşan şeylere “form” diyor mimar. Malzemeyi de ( toprak, taş, madde) en kaba, kalıba sokulmamış ve işlenmemiş hali ile form olarak niteliyor. Tasarım ise formu biçimlendiren, ona düzen getiren bir eylem. Bu nedenle, her tasarım problemi, o problemin çözümünde kullanılacak malzemenin doğası ile doğrudan ilintilidir. Tasarımın doğa yasalarından ve düzeninden kopmaması gerektiğini büyük incelikle anlatıyor Kahn böylece, ve bu anlatımında malzeme olarak da tuğlayı kutsuyor.
Üçü de büyük büyük konular olan Walden, Dieste ve tuğla, bu günlerde benim masamda, aklımda duranlar. Bu yazıda birleşmeleri aslında farklı, meraklı, özgün ve dingin bir dünya özlemimde birleşiyor galiba. Kuşkusuz her birini anlamaya da anlatmaya da sayfalar yetmez.