Seyit Tosun
TÜRKİYE’NİN GERÇEK GÜNDEMİ: HANGİ HAPI TERCİH EDECEĞİZ; KIRMIZI MI MAVİ Mİ?
Her yalanın birbiriyle bağlantıda olduğu post-truth (hakikat sonrası) dönemde gerçekler de birbirine bağlanabilir mi? Birbirine bağlı milyonlarca bilgisayar düşünün. Birisinden çıkan yalanın (Server Pc’lerinden) diğerlerine otomatik olarak yüklendiğini hayal edin. O an, bütün bilgisayarların gerçekliği; ona yüklenen yalan bilgi oluyor. Peki bu yalan kime ait? Hepimiz bir bilgisayar olsaydık; yalanı söyleyen mi yoksa yalana inanan mı olacaktık? Yalan söylemekle o yalana inanmanın ve o yalanı kendi gerçekliği yapmanın sorumluluğu kime ait olur? O, kim olmuş olur?.. Mevlana’nın dediği gibi “Bulandıran palavralardan azade, gamsız bir keyif, sen ve ben gibidir…”
“Gerçek, somut olmaktan çok muğlak bir hale gelmişse, kanıtın artık gerçekle bir ilgisi kalmamıştır çünkü tiranlar halka ‘anlamanıza gerek yok ama inanmalısınız’ derler.”
(Timothy Snyder-Tiranlık Üzerine)
Türkiye bir kanaat çöplüğü halinde. Her gün ana akım ve sosyal medya nedeniyle bu çöplük dağ gibi büyümeye devam ediyor. Bu çöp yığınının/dağının içinde insanların doğru bilgiye ulaşması başka bir kısım tarafından talep ediliyor. Doğru bilgiye ulaşmak için çöplüğe dalmak zorunda kalan bir toplumda kirlenmemek mümkün mü?
Bir manipülasyon fabrikası var ve bu fabrikada farklı markalarda yalanlar imal ediliyor ve kamuoyunda bu yalanlar tartışmaya açılıyor. Yalanlar, tartışıldıkça besleniyor ve bir canavara dönüşüyor. Bazen gerçeği söylemeye çalışanlar dahi fark etmeden bu manipülasyona bu kör tartışmalar nedeniyle hizmet edebiliyor.
Bugün Türkiye’de yoksulluk, gelir adaletsizliği, kadın cinayetleri, genç umutsuzluk ve eğitim problemleri ‘özne’ olması gerekirken bu manipülasyon fabrikası sayesinde ‘özne’ olan konular bağlaç yapılıp ‘sos’ niyetine kullanılıyor. Bütün muhalefet de kriminalize edilmeye çalışılıp öznenin boşluğuna bir güzel oturtuluyor. Bunun sonrasında haklıyken haksız hale getirilen gerçeğin savunucuları bir anda genel kitleye savunma yapmak zorunda bırakılıyor. Bu bazen o kadar ileri gidiyor ki toplumsal bir linçle dahi karşı karşıya kalınabiliyor.
İktidar sahiplerinin rakiplerinin ‘en fazla ne kadar oy alabileceğini söylemesi’ ve kendilerinin gitmesi durumunda yaşanabilecek sözde kıtlık ve güvenlik tehdidi de bu manipülasyon fabrikalarında üretilmekte. Çünkü evrimsel olarak ‘kıtlık ve güvenlik’ konularında çok büyük acılar çekmiş yüzbinlerce yıllık bir hikâyenin çocuklarıyız. Kıtlık ve açlık tehdidi hissedince farklı bir biyolojik yanımız devreye girebiliyor; demokrasi, hukuk ve hatta başkalarının hayatı ile olan bağımız çok zayıflıyor hatta kopabiliyor.
MAVİ HAP MI YOKSA KIRMIZI MI?
Matrix film serisinin ilkinde Morpheus‘un Neo’ya mavi ve kırmızı hapı uzattığı hafızalara kazınan sahnede söylediklerini hatırlayalım:
“Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun. Dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapishanedesin. Beyninin içi bir hapishane. Ne yazık ki, Matrix’in ne olduğu kimseye anlatılamaz. Bunu kendin görmek zorundasın. Bu senin son şansın. Bundan sonra, bir geri dönüş olmayacak. Mavi hapı alırsan, bu hikâye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan Harikalar Diyarı’nda kalırsın. Ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm. Unutma… Sana vadettiğim tek şey gerçek, fazlası değil…”
Türkiye’nin toplumsal kültürel özelliklerinin hangi bağlamda yer aldığını tespit etmeye yönelik yapılan birçok çalışmada Türk toplumunun kolektivist eğilimlerinin ve güç mesafesinin yüksek olduğu ve yüksek bağlamlı iletişimi daha fazla tercih ettiği belirtilmektedir. (Aycan, Kanungo 2000; Hofstede 2001; Sargut 2001)
Yani kültürler arası yüksek bağlamdan-düşük bağlama kadar ölçek üzerinde karşılaştırılma imkânı sunan bu çalışma örneği; her kültürel yapı ile kurulacak iletişimin hangi bağlamda kurgulanırsa başarılı olabileceğine dair ipuçlarını veriyor. Yüksek bağlamlı iletişimde, bilginin büyük bir kısmı fiziksel ve sosyal çevreden alınıyor.
Kültürler ve hatta kuşaklar arasında yaşanan çatışma ve ortaklaşma noktaları birbirine o kadar geçmiş durumda ki iletişim olanaklarının ortasında iletişimsizlik durumundayız.
Bu noktada muhalif siyasal söylem, bir orkestra şefinin yaptığı gibi; birbirinden farklı enstrümanları ahenkli bir ortak nota dizisi içinde çaldırabilirse ortaya herkesin dinlediği bir müzik çıkacaktır. Sadece kendi enstrümanını kendi notasına göre çalan farklı enstrümanların olduğu bir konserde seyircinin izlemeyi bırakıp konseri terk etmesi kaçınılmaz olur.
Bunu çok kuşaklı aşabiliriz. Çok kuşaklı bir ahenk mümkün. Kaderin cilvesine bakın ki bunu da Covid–19 krizi önümüze getirdi. Korona virüs krizi, birbirinden farklı sosyal tabakalar arasında bu ahengin oluşturulabilme fırsatını içinde barındırıyor.
Y kuşağını, Z kuşağına; Z kuşağını Y kuşağına anlatmak yerine bu kuşakların birlikte çalışma zeminlerinin yaratılması gerekiyor.
POST TRUTH – HAKİKAT SONRASI DÖNEMİN GERÇEKLERİ VE YALANLARI
Çünkü ‘Post-Truth Politika’ (hakikat sonrası ya da gerçek ötesi) dönemi içerisindeyiz. Kamuoyunu şekillendiren şeylerin daha duygusal inanışlara evirildiği bir dönem. Yani; en ciddi siyasi tartışmaların dahi genel kitle için tüket-at, izle-bırak penceresiyle izlendiği ve siyasal arenanın büyük bir Talk Show’a döndüğü dönemdeyiz. Konuşulanların içeriğinin hiçbir öneminin kalmadığı, hemen unutulduğu zamandayız. Çünkü yenisi ya başka kanalda ya da aynı kanalda devam edecektir. İzleyici politik bir tartışma niyetiyle değil; kitlesel tatminler baz alınarak kanal değiştiriyor. Tatmin bitiyor. Rahatlama sağlanıyor. Yeniden tatmin edilene kadar herkes kendi sosyal mahallesinde hazzı yaşıyor. Haz bitince yeniden televizyon açılıyor. Bu süreç kendini tekrarlıyor: “Bana kendimi iyi hissettiren her şey gerçektir. Herhangi bir gerçeği alıp; beni iyi hissettiren yalanla arama girersen senin gerçeğine yalan muamelesi yaparım!..”
POLİTİKACILARIN VE MEDYANIN MAVİ HAPLARI
Bütün sistem sizin mutlaka bir gün çok popüler birisi olacağınıza, çok zengin olabileceğinize, çok mutlu olabileceğinize inandırır. Sosyal medya ve televizyonda bunu başaran birkaç ikonu sizlerle bir araya getirirler. O yaptıysa, sen de yapabilirsin. Yeter ki inan! Anahtar kelime ‘inanmak’ Bilmek out, inanmak in!
Sizleri gerçeklerinizi anlatmaya değil; yanlışlarına taraf olmaya çalışıyorlar. Objektif gerçeklerin kamuoyunu şekillendirmede, duygular ve inançlara göre daha az etkili olduğu koşullar oluştuğu için bu çok daha rahat sağlanıyor.
Örneğin dünya lideri olduğumuza inanmışsanız gerçeği her şekilde önünüze koysalar bile kendinizi iyi hissettiğiniz ve duygusal tatmini yaşadığınız için kendi inancınızı; gerçek bilgiye tercih edeceksinizdir. Z-kuşağı oylarının önemi ortaya çıkınca "Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın” diyenler şimdi de "Z kuşağı bilmez” diyerek aynı manipülasyonları bu defa da Z-Kuşağı için kullanmaya başladı. Ancak bu çok biçare/beyhude bir çabadır, şimdiden altını çizelim.
Liderler ve partilere bu post-truth dönemde düşünceden çok inançla bağlanılır. Sana inandıysa bundan sonra senin söylediğin her şeye de inanacaktır. İşte ağ bağlantısının anahtarı (sırrı) da budur.
Desteklenen kişinin yalanı; ispatlansa dahi suçu görmezden gelinebilir.
Bu ‘gerçek dışılık’ sadece dış dünyamızda olmuyor. Benliğimizde de yaşanıyor. İnsanın kendisini yabancı görmesi, kendisine yabancılaşmaya başlaması ardından içinde yaratılan boşluğu sistem doldurmaya başlıyor. Kendi -ÖZ- sürümü yerine sistemin istediği yeni bir sürüm yükleniyor. Bir nevi fark etmeden format yiyoruz!..
Konumumuz, maddi durumumuz, ait olduğumuz sınıf, popülerliğimiz hiç fark etmez; sistemin bize yüklediği formata uygun davranmazsak ‘mutsuzluk terörü’ ile korkutuluyoruz. Sanal bir yalana inandığımız için de vaat edilen ve hiçbir zaman yakalayamayacağımız mutluluk havucunun peşinden koş(tur)uyoruz. Aşk, dayanışma, arkadaşlık, başarı dediğiniz şeyler bile gerçek ol(a)mayabilir. Önemli biri olmaya çabalamazsan mutsuz olursun. Ama sadece benim sistemimde ve benim çizdiğim sınırlar içerisinde çabalama hakkın var! Ha, yok yapmazsan senin gerçeklerine bir güzel yalan muamelesi yaparım! Her şey gibi onlar da sistemin metaı, bir parçası halini alabilir.
Bu sistemde sadece en doğal insani yanlarımız olan sevgi, merhamet, empati ve şefkat, sonradan ulaşılması gereken birer lüks haline getirilir.
Yaratılan sanal gerçeklik, kendi benliğimizmiş gibi oldu. Nezaket, zafiyet haline geldi!
Bu noktadan sonra bireyleri kendi gerçekliğinden uzaklaştıran bir sistem, onları istediği yalana inandırabilir. (O nedenle bazen çevreden “Bu kadar önemli şeyler varken insanlar neden umursamıyor” diye duymak da sıradan hale geldi.)
Kamuya açık kaynaklardan (TV-sosyal medya) büyük bir suçu belgeleri, görüntüleri, sesleri ile ispatlasanız dahi işe yara(ya)mayacağı bazı anlar olabilir mi? (deja vu!) Öncesindeki organize propaganda ile bunların yalan olduğuna inanmış kitleleri Platon’un mağarasından çıkarabilir misiniz?..
Bir siyasi partinin ve içindeki organizasyonların görevi salt vatandaşın sıkıntılarını dile getirmek midir yoksa bu sıkıntı ve yoksulluk öfkesini doğru iletişim stratejileri ile örgütlemek midir? Politik figürler; halkı dönüştürme becerisine sahip olduğu kadar ‘başarılı’ olurlar.
Halkın gerçeği mi sistemin yalanları mı kazanacak?
Halkın gerçek gündemi yoksulluk mu dedi birisi?.. Doğrudur. Gerçek gündemi odur ama onun inandığı gündem, sistemin ondan inanmasını istediği yalan(lar) olacaktır. “Boş tencerenin deviremeyeceği iktidar var mıdır?” ‘Mavi hapı’ alan birisi tenceresinin dolmasının mevcut koşulların devamı olduğuna inandırılırsa nasıl bir tablo ile karşılaşacağız? Mavi hap verenlerin en büyük korkusu da tenceresi boş kalanların kırmızı hapa ulaşmasıdır! Burada çok kritik bir handikap var. Tencerenin boş kalmasının nedeninin yanlış kişilere yönlendirilmesi. Dünya tarihinde faşizmin iktidara gelmesi ve despot yönetimlerin baskıyı artırmasında bu konu belirli dönemlerde işe yaradı. Tarihte krizleri ve felaketleri en çok despotların kullandığını ve fırsata çevirdiğini unutmamak gerekiyor.
Mavi hapı verenler iş yoksulluğa ve işsizliğe geldiğinde o kadar çok gürültü yaratırlar ki bir süre sonra kitleleri manipüle etmeye hazır hale getirirler. Kısa bir an susarlar. Sonra o gürültüyü yaratanlar tek bir ağızdan aynı şeyi söylemeye başlarlar. İşte onların yalanlarını, kendi gerçekliğimiz yaptığımız aşama budur.
Vatandaşların siyaset kurumuna ve medyaya güvenleri azaldıkça tersi ölçüde post-truth etkisi artıyor. O kadar kanala boşuna para, o kadar trole boşuna mı maaş aktarılıyor?
PEKİ, YA KIRMIZI HAPI KULLANIRSAK?
Kırmızı hap burada devreye giriyor. Özellikle Y- ve Z-Kuşağının farklı yanlarının, hayatı başka başka algılamalarını da saklı tutarak ortak bir kümede buluşmaları mümkün mü? Her yalanın birbiriyle bağlantıda olduğu posth-truth (gerçek sonrası) dönemde gerçekler de birbirine bağlanabilir mi? Birbirine bağlı milyonlarca bilgisayar düşünün. Birisinden çıkan yalanın (Server PC’lerinden) diğerlerine otomatik olarak yüklendiğini hayal edin. O an, bütün bilgisayarların gerçekliği; ona yüklenen yalan bilgi oluyor. Peki bu yalan kime ait? Hepimiz bir bilgisayar olsaydık; yalanı söyleyen mi yoksa yalana inanan mı olacaktık? Yalan söylemekle o yalana inanmanın ve o yalanı kendi gerçekliği yapmanın sorumluluğu kime ait olur? O, kim olmuş olur?..
Mevlana’nın dediği gibi “Bulandıran palavralardan azade, gamsız bir keyif, sen ve ben gibidir…”
The Art of the Start (Başlama Sanatı) kitabında Guy Kawasaki, liderlik ve kırmızı hapı birlikte kullanır. Kitapta “Yeni bir organizasyonda liderler fantezi ve gerçeklik dünyaları arasında bir seçim yapmak zorundalar. Başarılı olmak için kırmızı hapı yutmalı ve tavşan deliğini keşfe çıkmalıdır” diyor.
Bir siyasi partinin ve içindeki organizasyonların görevi salt vatandaşın sıkıntılarını dile getirmek midir yoksa bu sıkıntı ve yoksulluk öfkesini doğru iletişim stratejileri ile örgütlemek midir? Politik figürler, halkı dönüştürme becerisine sahip olduğu kadar ‘başarılı’ olurlar.
Genel siyasal söylemler, yerelde çalışan örgüt motivasyonlarını belirliyor. Ancak her yerelin de kendine özgü koşulları ve ihtiyaçları var. Ulaşamadığınız ‘karşı mahalle’ye 100 kere gidip en iyi projeleri ve gerçekleri anlatırsanız bu 1 işe yarar. Ama ulaşamadığınız ‘karşı mahalle’ye o mahalleden (oraya ait) 1 kişi ile gidip ona bu gerçekleri anlattırırsanız bu 100 işe yarar!
Çok güzel bir tanımlama buraya oturuyor: “Basite indirgersen rakibin için her şey zorlaşır. Sen eğer karmaşık hale getirirsen rakibin için her şey kolaylaşır.”
Beyaz Tavşanın yürüdüğü yola mı gideceğiz yoksa Alice Harikalar Diyarı’nda kalmaya devam mı edeceğiz? Bunu yaşamlarımızı, konumlarımızı ve sistemdeki yerimizi koruma güdüsüyle mavi hap almaya devam etmemiz; ya da cesaretle konfor alanlarımızı, kimliklerimizi hatta sosyal statülerimizi dahi geride bırakmayı göze alıp kırmızı hapı almamız belirleyecek. Ya da almamamız!..
Doğru bilgi ve yaşanılan gerçekler bilgisayardaki veriler, rakamlar ve tablolar ise; diğer bütün bilgisayarlara bağlantıyı sağlayan Wi-Fi (ya da ağ kablosu) duygusal iletişim oluyor. Dünyanın en iyi bilgilerine, projelerine ve söylemlerine sahip olabilirsiniz. Ancak bağlantı kuramadığınız bilgisayarlara bunları göndermedikten sonra hiçbir işe yaramaz. O bilgi (veri) sadece size ait olur ve sizi bağlar!..
Eskiden başarılı olmuş bir söylem yeni sistemde başarılı olabilir mi? Yeni koşullar yeni iletişim yöntemlerini de beraberinde getirir. Getirmek de zorunda.
Şöyle bir soru gelecektir: “Ya halk mavi hapı kullanmak isterse. Acı verici gerçeklerden ise onu kısmen mutlu eden ve tatmin sağlayan yalan konforundan ayrılmazsa?..”
Kırmızı hapın güzelliği de burada yatıyor. Birisi aldığı zaman, doğru bağlantı ve doğru politik söylemle gelen duygusal bağ ile statükonun büyüsü bir anda bozulabilir.
BEYAZ TAVŞAN MI YOKSA ALİCE HARİKALAR DİYARI’NDA KALMAYA DEVAM MI?
Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi birilerini mağaradan çıkarmaya uğraşıyoruz. Ya biz de aslında kendi yarattığımız tekrar ve sistem mağarasının içindeysek?..
Kendi konfor alanımızı bozmadan başkalarının bozmasını istemeye devam ettikçe ağ bağlantısı kurulamaz. Sistem bunu hemen anlar ve sizi diğer bilgisayarlara bağlamaz. Windows 95’i şu anda bu yazıyı okuduğunuz PC, MacBook veya telefona yüklemeye çalışın bakalım neler olacak? Daha doğrusu hiçbir şey olmayacak. Söylediklerinizle yaptıklarınız çelişirse bunu diğer herkes (bilgisayarlar) hemen algılar. Çünkü başkalarına bağlandığınız zaman; başkaları da size bağlanmış oluyor.
Matrix’in ilk filminde Neo, sistemin yalan dünyasında yaşarken sonrasında âşık olacağı Trinity ona gerçekliğin dünyasından bir mesaj gönderir. “Beyaz tavşanı takip et.”
‘Beyaz Tavşan’ın yürüdüğü yola mı gideceğiz yoksa Alice Harikalar Diyarı’nda kalmaya devam mı edeceğiz?
Bunu yaşamlarımızı, konumlarımızı ve sistemdeki yerimizi koruma güdüsüyle mavi hap almaya devam etmemiz; ya da cesaretle kırmızı hapı alıp konfor alanlarımızı, kimliklerimizi hatta sosyal statülerimizi dahi geride bırakmayı göze alıp kırmızı hapı almamız belirleyecek. Ya da almamamız…
“Biliyorum bütün sözler yavan, bütün sözcüklerin içi boşaltılmış, bütün anlamlar kullanılmış, bütün anlar uçucu; kelimeye dökülen her duygu, kendiliğinden soğuk bir klişe oluveriyor; hiçbir sözcük duygularıma da yüreğime de yetmiyor; Anlatabildiklerimle değil, anlatamadıklarımla karşında durmak için kaçırdım seni, çaresizliğimi görmen için kaçırdım; yalnızlığımı anlaman için; beni yüreğinle anla, gözlerinle dinle diye…”
(Murathan Mungan, Üç Aynalı Kırk Oda)