The Talking Dead, yahut SICAK KAFA

Distopik/post-apokaliptik bilimkurgu denemesi Sıcak Kafa’nın fantastik olmanın ötesinde “mitik” bir yanı olduğunu da düşünmek mümkün. Mitik (efsanevi) anlatılar, her ne kadar hayal ürünü gibi görünseler de aslında onları üreten halkların/insanların kendilerini çevreleyen dünyayı anlama yolunda sergiledikleri ihtiyaç ve arzuyu yansıtırlar, buna tercüman olurlar. Buradan hareketle denilebilir ki Sıcak Kafa, bir çağdaş mit ya da söylence olarak tüm mitler gibi bugünümüze, halimiz-ahvalimize, en doğrusu hali pürmelalimize bir ayna olmakta...

Elbette çok erken, dün bir bugün iki, ama yine de Netflix’de önceki gece yayına giren Sıcak Kafa üzerine ilk izleme ve izlenimlere dayalı olarak, yer yer olgusal, yer yer de spekülatif bazı yorumlarda bulunalım. Başlangıç itibarıyla üç kesitte değerlendirme yapmak bana mümkün görünüyor.

 Onların zombisi varsa bizim de “abuklarımız” var

Birinci kesit, sanıyorum benim gibi başka pek çok kişide de dizinin belirgin şekilde The Walking Dead’i (TWD) çağrıştırması ve onunla bir etkileşimin kuvvetle muhtemel olması… Pek çok nokta var da beni en çok “Walking Dead” (Yürüyen Ölüler) çağrışımına götüren bir tanesini paylaşmadan edemeyeceğim: Sıcak Kafa’da “Salgınla Mücadele Kurumu” (aşağıya bkz.) operasyon birim amiri Anton Tarakçı’nın (Şevket Çoruh) “abuklamış” oğlu ve karısını herkesten gizli-saklı koruma altına almışlığının, TWD 3’üncü ve 4’üncü sezonun kötü karakteri “Vali”nin (The Governor; David Morrissey) zombileşmiş kızını yine gizli-saklı yanında barındırmasına izini sürmemek mümkün mü?..

O halde böyle bir etkileşim ihtimali doğrultusunda değerlendirmemize devam edelim!..  

TWD’de insan eti yiyen zombiler vardı; Sıcak Kafa’da da insanın “başının etini yiyen” abuklar var. Yani bir “The Talking Dead” (Konuşan Ölüler) hadisesi, daha doğrusu distopyası söz konusu diyebiliriz.

Kapitalizmle zombileşmiş insanlık

TWD üzerine çok yazdım, çünkü bu distopik, “post-apokaliptik” (kıyamet-sonrası) korku dizisini aslında yaşadığımız gerçek hayatın bir metaforu olarak hayli önemsemiştim. Dizide görünürde anlatılan, bilimsel bir yanlışlıkla ortaya çıkmış ve beyne sirayet eden bir virüs nedeniyle ölen insanların et-yiyici zombilere dönüşerek (dirilmeleri değil) “geri dönmeleri”, onların saldırısına uğrayan insanların da öldükten sonra zombileşmeleriydi. Ama kanımca esas anlatılmak istenen, büyük bir “ekonomi-politik yanlışlık” sonucu “insan insanın kurdudur” ilkesi uyarınca; kapitalist rekabetçi etik ve erek doğrultusunda av olmamak için avcı olma derdinde; dolayısıyla gerçek anlamda “zombileşmiş” bir insanlık cehenneminde yaşadığımızdı. Bu çerçevede güçlü bir simgesel anlatımla sıkı bir sistem eleştirisine gidilmekteydi dizide…


Seyir Çağı’nın vebası: Abuklama

Sıcak Kafa’da da hikâyenin görünen yüzünde (pek muhtemel ki yine bilimsel bir yanlışlık sonucu) kulaktan kulağa, yani iletişim yoluyla bulaşan “semantik” bir virüs, insanların abuk sabuk konuşmasına, yani “abuklama”ya yol açmakta, böylece onların yaşarken adeta “konuşan ölü”ye dönüşmesine neden olmakta… Bu abuklama kıyameti karşısında insanlık hayatta kalma mücadelesi verirken bir yandan da çare/tedavi arayışındadır. Ama diğer taraftan “Salgınla Mücadele Kurumu” (SMK) adı altında bir otoriteryan iktidar yapılanması da bu pandemik patlamayı fırsata dönüştürmüş, onu adeta (ve gayet aşina olduğumuz tabirle-!) “Allah’ın lütfu” bilerek hükmünü icra etmektedir. Ortada Orwell’in 1984’ünün atmosferini hatırlatan gri mi gri bir tablo vardır.

Burada da yukarıda TWD için kaydettiğimiz şekilde, yaşadığımız zehirli bir gerçekliğin metaforik temsili ile karşı karşıya olduğumuzu öne sürmek mümkün. Düşünsenize, hanidir ne kadar çok ve o ölçüde de boş, anlamsız, saçma sapan, abuk sabuk konuşan bir “kitle” haline geldiğimizi!.. Evet, çok konuşuyoruz ama bu konuşma yazılı kültüre dayalı ve kitabi temelde ortaya çıkan bir konuşma değil. Görsel kültürün bir türevi olarak, yani sözün görüntünün hükmüne girdiği bir konuşma edimi söz konusu olan…

İktidar kanallarının tartışma programlarındaki figürlerin (daha doğrusu “figüran”ların) hiç kesintisiz her gece adeta ağızlarının ishal olduğu hissi verircesine sözün nasıl ırzına geçtiklerini hatırlayın mesela! Onları izlerken tıpkı Sıcak Kafa’da olduğu gibi kulaklarınıza kulaklık ya da tıkaç takmak gelmiyor mu içinizden?!.. Abuklama, bu performansın tek kelimeyle özeti değil mi?..


Ya da sosyal medya hesaplarında insanların sıradanlık cenderesinden çıkma yanılsaması ile görüntülerini en mahrem noktalara kadar satışa sürerken ağızlarından dökülen ama beyinlerinden süzülmediği aşikâr lakırdılara bakın! Abuklama, o performansın da tek kelimeyle özeti değil mi ve zaman zaman onları duyduğunuza duyacağınıza da pişman hissetmiyor musunuz kendinizi?..

Konuşmanın “post-mortem” hali

Demek ki “zombileşme” bir fantastik kurgu olmanın ötesinde nasıl hayatın ekonomi-politik bir gerçeği idiyse “abuklaşma” da aynı şekilde tekno-ekonomik dönüşümlere dayalı bir hazin kültürel gerçeklik: Yazıyla-kitapla-okumayla beslenmeyen, tersine görüntüye-ekrana-temaşaya “meze” hale gelmiş konuşma edimi… Yazılı kültür evreninden, yani baba ocağından-ana kucağından kopmuş-koparılmış sözün, onu değersizleştiren, anlamsızlaştıran, hiçleştiren görsel kültür evrenine hapsolmuşluğu… Özcesi, konuşmanın “post-mortem”, yani mortu çekmiş hali…

Bu bizim halihazır gerçekliğimiz ve Sıcak Kafa bu gerçeklikten çarpıcı fantastik çıkarımlarda bulunuyor. Abuklamaya tek çare ya da önlem olabilecek kitapla ilişkinin en sağlıklı şekilde kurulabildiği yerin, olsa olsa görselin esareti altında ve görünme derdindeki abuk kitlelerin hiç mi hiç uğramayacağı “hiç otobüs geçmeyen durak” olarak önerilmesi gibi…

Ahmaklaştırmanın ileri istasyonu: Abuklaşma

Yukarıda kaydedilenlerle bağlaşık ikinci kesit, medyatik bir hayat akışına dayalı olarak ve seyrin sefahati eşliğinde “toplumun ahmaklaştırılması” (stupidification of society) üzerine dizinin düşündürdükleri…

Dilbilimci ve eleştirel-pedagoji uzmanı Donaldo Macedo’nun ABD eğitim sisteminin bireyleri hâkim sınıf çıkarları ve ayrıcalıklarını sorgulamama ve aykırı yaklaşımlardan uzak durma yolunda nasıl güdümlediğini tartışırken geliştirdiği “ahmaklaştırma” (stupidification) tabiri,[1] bugün aileyi de mahalleyi de eğitimi de sollamış bir “kültürleme” aygıtı olarak medyanın işlevini ortaya serme yolunda da kullanıma sokulabilir.

Bugün okul da medya da bu topraklarda iktidar güdümünde, onun ideolojik aygıtları olarak aykırı/sorgulayıcı alışkanlıkları bastırma, bilgiyi sadece insanların kafasını karıştıracak şekilde sunma ve (bilgi yoksunluğundan ziyade) bir bilgi karmaşası inşa ederek cehaleti yerleşikleştirme yolunda işlevselleşmekteler. İşte bunun sonucudur “ahmaklaştırma” ve belirtileri de olaylar, ilişkiler, nedenler-sonuçlar arasında bağlantı kurmada yetersizlik, duyularda sağırlaşma ve toplumsal körlüktür.


Elbette bu kronik ahmaklaşmanın bir pratik sonucunun da semantik abuklaşma olması hiç de beklenmedik değildir.

Sıcak Kafa, bu doğrultuda ahmaklaşmadan abuklaşmaya gelgitlerle akıp giden tele-dijital hayatımıza, sanal sosyalliğimize de çağrışımları olan bir yapım.

“Kocaeli’yi Unutma” diyorum, sen GEZİ anla!..

Nihayet üçüncü bir kesit olarak dizide halihazır politik gerçekliğimize ilişkin zımnî (örtük) eleştirel dokunuşlarda bulunulduğunu hissetmek mümkün.

Elbette Sıcak Kafa’nın yaratıcı ve yapımcılarının bu yönde bir kastı olduğunu öne sürecek değiliz. Bu bakımdan ne bilgiye sahibiz ne de böyle bir hakkımız var.

Ama diğer taraftan da gayet iyi bilindiği üzere bir “metin”, ister kitap olarak ister bir sinema filmi veya dizi olarak bir kez kamuoyuyla buluştuğunda artık onu yaratanların ve yapanların olmaktan çıkar, onu “okuyan”ların olur.

Bu doğrultuda Sıcak Kafa’nın akışı içinde abuklama tehdidini bahane ederek korkunç bir dikta düzeni tesis etmiş SMK ve ona karşı mücadele içinde “Abuklar da insan; anamız-babamız, kardeşimiz, evladımız, arkadaşımız onlar” diye bayrak açmış “Artı 1” örgütünü “okurken”;

Bu ülkede özellikle son 10 yıldır sürüp giden baskıcı-otoriter iktidar uygulamalarını ve onlara karşı demokratik kitle örgütlerinin, sivil inisiyatiflerin mücadelesini de bu mücadele yolunda karşı karşıya kalınan zulüm ve eziyetleri de hatırlamamak elde değil.

Ne de mesela “Artı 1”le irtibatlı şekilde sık sık beliren “Kocaeli”yi unutma!” sloganını gördükçe “GEZİ”yi, “Soma Faciası”nı, “Gar Katliamı”nı ve daha nice olayı hatırlamamak, onları unutturmama yolunda yıllardır inatla/isyanla yükselen çığlıkların, haykırışların zihinlerde yankılanmasını engellemek mümkün… Hem baksanıza “Artı 1” radyo yayınından insanlara ulaşan bildiriye:

“Günden güne insanlık adına küresel bir utanç haline dönüşen salgınla mücadele zihniyetinin uzantısı SMK, beş yıl önce Kocaeli’nde çıkan salgın dalgasını önleme bahanesiyle büyük bir abuk katliamı yaptı. Sonrasında tüm ülkeye yayılan halk protestolarını akla, vicdana sığmayan bir şiddetle bastırdı. Şimdi, Kocaeli’nin beşinci yıldönümünde yitirdiğimiz canları anmak için yapmak istediğimiz yürüyüşe engel olmak istiyorlar. Sesimizi kesmeye çalışıyorlar. Başaramayacaklar. N’aparlarsa yapsınlar, biz varız ve buradayız.”

Bugüne ayna bir “mitik” anlatı

 Bu izlenimler doğrultusunda ben Sıcak Kafa’nın fantastik olmanın ötesinde “mitik” bir yanı olduğunu da düşünüyorum.

Fransız antropolog ve yapısalcı düşüncenin önde gelen isimlerinden Claude Lévi-Strauss, mitik (efsanevi/söylencesel) anlatıların her ne kadar hayal ürünü gibi görünseler de aslında onları üreten halkların/insanların kendilerini çevreleyen dünyayı anlama yolunda sergiledikleri ihtiyaç ve arzuyu yansıttığını öne sürer.[2] Bu yaklaşımdan hareketle denilebilir ki Sıcak Kafa, bir çağdaş mit ya da söylence olarak tüm mitler gibi bugünümüze, halimiz-ahvalimize, en doğrusu hali pürmelalimize bir ayna olmakta.

Onun bu topraklardan çıkan ilk yerli distopik-bilimkurgu olması üzerinde de çok durulmakta. Bu bakımdan kendi türünün yabancı örnekleriyle kıyaslandığında onda gerek teknik/teknolojik açıdan gerekse içerik ve akış itibarıyla bazı aksak ya da eksik yanlar tabii ki tespit edilebilir. Ama şunu da unutmamak lazım: Bizde bırakın distopik olanını, konvansiyonel uzay-yolu temalı az sayıda bilimkurgu bile ancak komedi formunda, daha doğrusu “gırgırına” yapılabildi. Kim bilir belki ciddi ciddi bilimkurgu yapmaya kalkışıldığında da komik duruma düşme kaygısındandır bu!..  


O yüzden Sıcak Kafa, elbette dokusunda belli dozda kara-komedi de barındırmakla birlikte, ciddiyetle kotarılmış bir distopik bilimkurgu denemesi olarak cesaretinden dolayı da övgüyü, takdiri ve desteği fazlasıyla hak ediyor.          


[1] Donald P. Macedo, “Literacy for Stupidification: The Pedagogy of Big Lies”dan, akt. Nancy Lindisfarne, “Anthropology and Exceptionalism”, Folklor/Edebiyat, Sayı: 22, 2000.

[2] Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, İmge Kitabevi yayınları, 2004, s. 455.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi