Özlem Yalım
TASARIMIN SOSYAL HALİ: COVİD İLE YAŞAM
Küresel salgının tam dokuzuncu ayını geride bıraktığımız bu günlerde, Covid ile değişen, dönüşen yaşamlarımızın, biraz bugününe, biraz da geleceğine bakmanın yeniden zamanı gibi. Elimizde eskisine göre daha çok soru ve hala çok fazla bilinmeyen var; diğer yandan yaratıcı alanlarda dokuz ay öncesine göre çok daha fazla çalışma, veri ve analiz ortaya çıktı. Ülkemizde pek de yaygın olmayan “Sosyal Tasarım” dünyada baş role oturdu.
Geçtiğimiz hafta, sigara içenlerin İstanbul’da açık havada hangi sokak ve caddelerde sigara içebileceğini, hangilerinde ise içemeyeceklerini gösteren bir liste yayınlandı.. Sözde kapalı alanlarda da sigara içmek zaten yasak olduğundan, bu liste epey alay konusu oldu; Covid ile yaşarken, gülüyoruz sıklıkla ağlanacak halimize.
Gözlerime inanamadım listeyi incelerken; listenin varlığı tuhaf zamanlarda yaşadığımızın ve asla iyi bir biçimde yönetilemediğimizin somut bir göstergesiydi. Sistem Covid’e fena halde yenik düştü ve akıllı insanlar bu yetersiz sistem ile yönetilmek istemiyorlar. Sistemin yapabileceği en faydalı şey, yasak koyucu ve dikte edici olmak yerine sosyalleşmek. Dünya böyle yapıyor; en azından şimdilik böyleymiş gibi yapıyor diyelim.
Yöneticilere sesleniyorum; lütfen denetleyemeyeceğiniz yasakları koymayın. Ben bir İstanbullu olarak Covid öncesinde de sonrasında da toplu ulaşım sağlayan teknelerde, açık veya kapalı mekanlarda, taksilerde sigara içildiğini her gün gözlemleyebiliyorum; hatta bazıları için bir süre yetkili makamları da ciddi ciddi bilgilendirme işini kendime görev edinmiştim. Kurallara uymayanlarla dolu bu mega kentte bu tür romantik hareketlerin peşini ben de pek çok insan gibi bıraktım sonunda.
Ne yapacaksınız? Sigarasını sokaklarda tüttüren insanların peşine mi düşeceksiniz; köşeyi döndükleri sokakta sigara içmek yasak değilse ne olacak?
Üstelik, İstanbul’da hemen her konuda isteyen herkes istediğini yapar; çünkü kural koyucu vardır ama kural uygulayıcılar neredelerse artık? yoklardır! Trafik düzeni, otoparklar, kentsel düzenlemeler, tabelalar, gasp edilen yaya yolları, boğazdaki gürültü kirliliği gibi ortak yaşamı ilgilendiren pek çok problem konusunda, kentliler kendi iradeleri ve insiyatifleri ile baş başa bırakılmışlardır.
Bu kentin sokakları bu nedenle çoğu kez güçlünün, havalının, büyük arabalının, nüfuzlunun dilediği gibi yaşadığı bir yer halindedir; kendi kendinizin kural koyucusu, güvenlik sağlayıcısı, yaşam destek ünitesi olursunuz. Kızımı üç yıl önce yurtdışına gönderirken ona, “Sen İstanbul’da büyüdün; dünyanın her yerinde rahatlıkla yaşayabilecek yeteneklere artık sahipsin” demiştim; hala bu düşüncemin arkasındayım.
Bu kent sizi anlık olarak problem çözmeye o kadar alıştırır ki, her adımınızda on adım sonrasını düşünmek, her beklenmedik şart için donanımlı olmak, her güzel ve güneşli günde her an fırtına çıkacakmış senaryosunu da hayal etmek gibi refleksler edinirsiniz. Mecaz değil bu arada, güneşli başlayan bir gün gerçekten de seller ve fırtınalarla bitebilir. İstanbul gibi büyük bir kentte olmak, Türkiye gibi sistemi yetersiz bir ülkede yaşamak, hepimizi iyi birer problem çözücü, bir başka deyişle yaratıcı kılar öte yandan da.
Oysa daha iyi çalışan ve sistemini daha düzgün kurmuş devletler, sizi yaşamınızda daha rahat ettirmek üzere organizasyonlarını kurmuşlardır. Toplum içindeki bireyleri mantık dışı kurallara, adaletsizliğe ve gündelik konularda bireyler arası çatışmalara sürüklemezler. Şeffaf ve problem çözücü olurlar. Böyle olamadıkları yerde de kurallarının sıkı birer takipçisi ve denetleyicisidirler. Sistem karşısında bireylerin davranışları da en azından kaos yerine, toplu bir düzen sağlar. Covid ile yükselen sosyal devlet kavramı, yurttaşlarının sosyal yaşamını, güvenliklerini, sağlıklarını ve biraradalıklarıyla ilgili yaşam kalitelerini yükseltmeyi hedefleyen yaklaşımı ifade eder. Sosyal tasarım da öyle.
NEDİR SOSYAL TASARIM
Kapitalizmin hücrelerimizden fışkırdığı 90’lı yıllarda yeniden konuşulmaya başlanan bir değer olarak karşımıza çıkan sosyal tasarım kavramı da aynı sosyal devlet gibi, insan odaklıdır. Bu yaklaşım belki de ilk kez, tasarım alanındaki pek çok konuda gözlerimizi açan Viktor Papanek tarafından 60’lı yıllarda dile getirilmişti. Papanek, tasarımın ekonomik olmaktan çok, siyasi ve politik bir konu olduğunu vurgularken, insanların istediği değil; ihtiyacı olan ürünlerin üretilmesi gerektiğini söyleyip durmuştu. Kendi döneminde görmediği önemi, günümüzde çok daha fazlası ile gören Papanek’in düşünceleri, tüketim olgusunu durduramadı, hatta yavaşlatamadı bile. Günümüze kadar azalan kaynaklar, inişe geçen ekonomi, toplumsal adaletsizlikler, hatta iklim krizi bile tüketim iştahına gölge düşüremedi de, maalesef herkesin ocağına eş zamanlı düşecek bir küresel salgın gerekti, bu konuda birazcık olsun bilinçlenebilmek için.
1991 yılında global tasarım firması IDEO’nun, sosyal gereksinimleri daha iyi anlamaya yönelik olarak gerçekleştirdiği tasarım odaklı düşünme (design thinking) çalışmalarının yanında, tasarım tarihi adına önemli bir isim olan Victor Margolin’in 2002 yılında yayımlanan “The Politics of the Artifical” isimli kitabı, sosyal tasarım alanında bir dönüm noktası yarattı. Bu kitap, Sylvia Margolin ile yürüttükleri, “tasarımda sosyal model” çalışmasının genişletilmiş bir sonucu niteliğindeydi. İkili, karşılaşılan problemlerin yaratıcı çözümleri ve nitelikli tasarım için, öncelikli olarak ihtiyaçları analiz edecek bir araştırma ve anket çalışması yapılması gerektiğini savunmuş, bir bakıma Papanek’in felsefesini geliştirerek somutlaştırmışlardı.
Margolin’lerin çalışması sosyal tasarım kavramını geri dönülmez olarak yaşamlarımıza sokmuş olsa da, elbette pazar odaklı tasarım anlayışının önüne hiçbir zaman geçilemedi. Günümüze kadar yaşanan sorunlar olsa olsa bu iki kavramı biraz birbirine yaklaştırmıştı, hepsi o kadar.
En temel beslenme gereksiniminin genetiği ile oynanmış tohum endüstrisine, barınma ihtiyacının günümüzdeki konut anlayışına, hareket kabiliyetimizin bir statü simgesine, çeşitli eşyaların arzu nesnelerine dönüşmüş olduğu çağdaş yaşantımızda, Covid ile bunların tümünü, hiç olmadığı kadar sorgular hale geldik. Bireylerden toplumlara, kaybettiklerimizi geri kazanmak adına da büyük adımlar atacağımıza eminim; izlediğim tüm konferanslar, okuduğum tüm makaleler ve dinlediğim tüm podcast ler bu mesajlarla dolu.
SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM İDEALİ
Mesleki dünyamda hiçbir kavramı sürdürülebilirlik kadar sık duymuyorum dersem fazla abartmış olmam. Sosyal tasarım anlayışının üst sıralara taşıdığı bu kelime karşısında, toplumun genelinin anladığı belki biraz farklı. Sürdürülebilirlik nedir? diye sorduğumuzda pek çoklarımızın aklına ilk olarak yeşil renk, çevreci bir takım girişimler ve/veya ürünler geliyordur. Herhangi bir aksiyonun, girişimin uzun vadeli olarak geçerli olmasını anlıyorum ben oysa. Kurguladığımız yaşam ve üretim biçimlerinin sürdürülebilir olmadığı, yine Covid mahareti ile ortaya çıktı. Ne kadar da kırılganmışız ve nasıl da hazır değilmişiz! Kamusal alanlarımız, sağlık sistemimiz, ulaşım biçimlerimiz, evlerimiz nasıl da geçerli değilmiş ! Bunların hepsini yeniden düşünüyoruz, deyim yerinde ise başa sarıyoruz.
Yüzyılın başından bu yana mevcut tüketim modellerinin ekonomi üzerindeki yansımaları, devletleri, kurumları ve düşünürleri sürdürülebilirlik üzerinde fazlaca düşünmeye itmişti; onlar da işe doğal kaynakların korunması, atık yönetimi gibi konularla başlamışlardı. Kelimeyi yeşil ile özdeşleştirmemizin temelinde bu var. Covid ile, sistem üzerinde hala geçerli olan atalet kalkmak durumunda kaldı. Kaynakların doğru kullanımı, verimlilik gibi faktörler artık sadece karbon ayak izi, geri dönüşüm veya döngüsel ekonomi ile ilgili değil.
Bireysel olarak hayatta kalmak, sahibi olduğumuz iş ve işletmeleri korumak ve onları sürdürülebilir kılmak için bir dizi önlem almak zorunda kaldık; kalıyoruz.
Evlerimizdeki yaşam kalitemizi sorguluyor ve dış dünyadan, toplu yaşamdan izole olursak, bireysel ihtiyaçlarımızı, aile yaşantımızı nasıl verimli biçimde sürdüreceğimizi planlıyoruz.
Toplumsal olarak bir araya geldiğimiz ortamları yeniden ele alıyoruz. Toplu ulaşım, kamusal alanlar, eğitim ve sağlık yapıları, ofislerimiz gibi ortamlarda, yeni düzenler kurguluyoruz.
Tasarım değerlerimiz, sürdürülebilir yaşam ideali için dönüşüyor. İrili ufaklı, çoklu, katmanlı bir dizi problem ile karşılaşıyoruz; ancak yaratıcı ve esnek olanlar bu sınavdan az hasarla çıkabilecek gibi.
İşlerini kaybedenler, dönüşmek, yeni ve yaratıcı çözümler bulmak zorunda; çünkü dünya daha uzun süreler eskisi gibi olmayacak; yani kaybedilen işin geri gelmesini beklemek yerine o işin nasıl yeni düzene adapte olabileceğini düşünerek tasarlamak, yada başka yeteneklerimizi keşfedip yeni işler edinmek zorundayız.
Sokağa çıkılmayan yeni dünya düzeninde hazır giyim modası nasıl da hızla dönüşüp, rahat ve evde giyilebilecek türden kreasyonlara imza attı fark ettiniz mi? Kimse uzun süre gösterişli kıyafetler satın almayacak; çünkü gidilecek ve bu gösterişi gösterecek bir dünya düzeni artık yok. Havalı restoranlar, gece yaşamı, düğünler ve kutlamalar yok; var ise de bakış açımız çok farklı artık.
Fuarlar nasıl da hemen dijital ortamlara ayak uydurdular, gördünüz mü? Çünkü artık sanat eserlerini, ticari malları incelemek ve satın almak için seyahatlere çıkmıyoruz. Gerek olmadığını biliyorduk; dokuz aydır aynı fonksiyonları başka biçimlerde sağlayabildiğimizi gördük. Kaynaklarımız az, dolaşım riskli ve dönüşüyoruz. Geçtiğimiz aylar boyunca yaşadıklarımızı bir geçiş süreci olarak düşünebiliriz. Etkinlikler, konferanslar ve sahne sanatları gösterileri dijital ortamlarda ücretli olmaya başladı bile.
Hala sosyal medya iletişimine, ekranlara, akıllı telefon uygulamalarına, online alışverişe burun kıvıran var mı? Hep mecazen söylediğim gibi biri fişi çekinceye kadar, pek böyle bir lüksümüz yok gibi! Habitusumuzun ekranlar arasına sıkıştığı bugün ve yarınımızda, buradaki “fiş” meselesi artık hiç olmadığı kadar önemli konumda ve ciddi bir rekabet meselesi. Enerji, geleceğin sürdürülebilirlik garantisi.
SOSYAL TASARIMDAN SOSYAL KALİTEYE
İnsanlar politikacıların şeffaf olmayan, durumu idare eden kararlarına yeni dünya düzeninde daha ne kadar sabır gösterebilecek merak konusu. Covid ile yaşamın getirdiği büyük değişimler, yönetimler üzerindeki baskıyı gittikçe arttırıyor. İş organizesyonları, eğitim sistemi, sağlık sistemi, günlük yaşam, yerel yönetimler gün geçtikçe sosyal kavramının baskısı altında geriliyor.
Devlet yapısından tüketim anlayışına, dolayısı ile tasarım yaklaşımlarına hakim olan sosyal sorumluluk bilinci, ürünlerin de, hizmetlerin de toplumsal bir refah sağlaması üzerine odaklıdır.
İtalyan tasarımcı ve akademisyen Ezio Manzini, bu çerçevede 2000 yılında sosyal kalite kavramını öne sürmüştü. Tasarım mesleğini dönüştüren bu kavram son yirmi yıldır öncü devletlerin ve uluslararası kuruluşların sistemlerini değiştiren bir iyileşme süreci başlattı. Manzini’ye göre gelişimin temelinde sosyal kalite kavramı vardır. Ekonomik büyümenin ve toplumsal refahın merkezinde insanın gereksinimlerini öncelikli kılan sosyal kalite bulunur. Manzini’nin çağdaşı Ote De Leonardis de, 1999 yılında kaleme aldığı bir makalesinde sosyal kalitenin bireylerin yeteneklerin ölçüsü oranında zengin olabileceğini vurgulamıştı. Leonardis’e göre bu zenginlik bireylerin içinde bulundukları ortamda sağlayabildikleri sosyal ve ekonomik katma değer yetenekleri ile eşittir. Bireyler sosyal yaşama katılımcı oldukları ve haklarını arayabildikleri düzeyde, bireysel ve toplumsal refahlarını arttırabilirler.
Covid ile ve onun dönüştürdüğü yeni düzen içerisinde yaşamayı planlarken, burada değindiğim kavramları her zamankinden daha fazla önemsiyorum.
Covid ile birlikte bireysel farkındalıklarımızın arttığını ve gelecekte de toplumların sosyal taleplerinin hiç olmadığı kadar baskın olacağını öngörmek, sokak sokak sigara içme yasağı yayımlayanların ve buna uyulabileceğini bekleyenlerin ne kadar vizyonunda bilmiyorum.