Seyit Tosun
TARİKATLAR KAPATILABİLİR Mİ?
Bir karar vereceğiz; özgür bireylerden oluşan, kendi iradesine sahip bireylerden oluşan bir yurttaşlar toplumu mu olacağız; yoksa iradesini tamamen teslim etmiş büyük kalabalıklar mı? “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” mi yaşayacağız yoksa kökünden koparılıp birbirinin aynı yontulmuş yığınlar mı olacağız?
“Her ikisi de (ilâhî buyruğa) teslim olunca ve babası onu yüzüstü yatırınca, ‘Ey İbrâhim!’ diye ona seslendik; ‘Tamam, rüyanı gerçekleştirmiş oldun.’ İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz. Bu bir imtihandı. Biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona iri bir kurbanlık verdik.” (Sâffât Suresi 103-104-105-106-107)
Kur’an’a göre Allah; İbrahim’e, oğlu İsmail’i kurban edeceği anda ona Cebrail aracılığıyla bir koç gönderir. İsmail kurtulur, böylece İbrahim sınavı geçmiştir.
Antalya’da bir cemaat yurdunda 18 yaşındaki Mehmet Sami Tuğrul satırla kafası kesilerek öldürüldü. Birkaç hafta sonra Elazığ’da Enes Kara yine bir cemaat yurdunda baskı ve zorlama yüzünden intihar etti. Türkiye, bu şokları atlatmamışken bu defa ölen (öldürülen) çocukların babalarının açıklamalarıyla bir şok daha yaşadı. Gencecik çocukları ölen (öldürülen) babalar çocukların acısını yaşamak, belki de hesap sormak yerine bağlı oldukları cemaat ve tarikatları savunmaya başladılar. Cemaate bırakın bir ‘koçu’, gencecik Enes de yetmemişti. Oğlu ölen babanın susması da yetmedi. Bağlı olduğu cemaati savunacaktı. Gericiliğiyle nam yanmış bir yayın organı Enes’e “katil” diyerek onu öldüğünde de rahat bırakmadı. O ve benzerlerine göre bütün bu olanlarda tek günahkar vardı o da Enes Kara...Babaya göre bir suçlu daha vardı: Ateistler.
Tarikat bilindiği üzere ‘yol/yollar’ anlamına gelir. Mürşid, yani ‘yol gösterici’ vardır. Bu yolda müritlere rehberlik ederler. Tabii peygamber döneminde herhangi bir tarikat olmadığı bilgisini de eklemekte fayda var. Örgütlenmiş dinsel alan olarak başlanılsa da bulundukları bölgede sadece cemaat/tarikat olarak değil; aynı zamanda bir dernek gibi hareket edebiliyorlar. Daha sonraları adeta bir sosyal alanın, sosyal ilişkilerin belirlendiği temel iktidar olarak da faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. Bu tarikatlar ve cemaatler büyüdüklerinde kendilerine ait vakıflar, okullar, iş yerleri, yurtlar, dershaneler ve arazilere sahip oluyor bu sayede de holdingleşebiliyorlar. Bunun sonunda da hem dinsel hem sosyal hem de parasal bir erke dönüştüklerinden iş tabii ki siyasi güce de evriliyor. Bazı illerde iki farklı cemaat/tarikat grubu bulunur ve bunlar birbirlerinin gittiği camiye bile gitmezler. Hatta bir kısmı, diğerini ‘sapkın’ olarak bile itham edebiliyor. Yani bu ‘yollarda’ yol ayrımı pek çoktur. Siyasi iklime göre bazıları makbul kabul edilirken bazıları edilmiyor. Bu da, erklerin uzantısına dönüşüp dönüşmediklerine göre belirlenir. Peki mürşitler, müritlere sadece Allah’a ulaşmada mı yol gösteriyor? Holdingleşmiş, şehirleşmiş tarikat/cemaatlerde sosyal, siyasal ve ekonomik bütün yollar mürşide çıkar. Yani iradelerini tamamen teslim ettikleri ‘egemene.’
TARİKATLAR KAPATILABİLİR Mİ?
Şu aralar en çok tartışılan konulardan birisi bu. Ben kitabın ortasından girmeyi tercih edeceğim; tarikatlar/cemaatler bir bina değildir. Kapıya kilit vurunca kapanmazlar. Konu, genel olarak baştan yanlış tartışılmaya başlandığı için arkasındaki ifadeler genellikle yanlış iliklenen düğmeler gibi bütünü bozabiliyor. Tarikatlar ve cemaatler bizde kuruma dönüşmüşlerdir. Yani, etki alanındaki ‘müritlerin’ ne yapacağına, ne giyeceğine, ne yiyeceğine, nasıl konuşacağına, nerede çalışacağına ve hatta kimle evleneceğine de içeriden karar verildiği için bu artık kurumsal bir iç dinamiğe sahip hale gelmiştir.
Zaten asıl mesele cemaat vakıflarının kapısına kilit vurulması değildir. Dünyada da tarikat ve cemaatler var. Burada sormamız gereken temel soru şu olmalı; bu tarikat veya cemaat kamusal alanda ne kadar var? Kamusal kelimesi burada anahtar sözcük. O nedenle ‘Tarikatlar kapatılsın’ yerine ‘tarikatlar kamusal alandan tamamen çıkarılsın’ demek bizi daha doğru bir yere götürebilir. Örneğin yurt konusu kamusaldır. Bu nedenle ‘tarikat ve cemaatler yurt meselesinden tamamen el çektirilmelidir’ demek daha net/gerçekçi bir tanımdır. Siyaset kamusal alandır ve bu nedenle ‘tarikat ve cemaatler siyasetten çekilsin’ demek konuyu berrak hale getirebilir. Tarikat, tıpkı aslolan tanımında olduğu gibi ‘Allah’a’ ulaşmada yol mu gösterecek? Buyursun sadece o alanda kalsın. Ancak kendi imkanlarıyla! Hiçbir ‘kamusal’ gücü arkasına almadan! Elbette kendinizi bize dayattığınız her santimetre kareden çekildiğiniz müddetçe.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
Tekrar etmekte fayda var; burada anahtar kelime kamusal alan. Yani cemaat ve tarikatlar kamusal alanda olacak mı olmayacak mı? Neden tarikat ve cemaatler? Konu sadece fakirlik değil. Zaten Enes’in babası maddi durumlarının iyi olduğunu, oğlunu özellikle o cemaat yurduna gönderdiğini ifade etmişti. Konu daha derinde. Asıl neden kimliksizlik, birey olamama ve bu yüzden gruptan ayrılamama psikolojisi! Çok zengin ve ‘eğitimli’ ailelerin de çocuklarının bazı tarikat yapılanmaları içerisinde yer aldığını unutmamak gerek.
Tuvalete bile yalnız gidemeyen çocuklar yetiştirip bunların bir cemaatin, tarikatın ya da marjinal oluşumların eline düşmeyeceğini sanmak önce ahmaklık; sonra kötülüktür. Bazı zengin ve eğitimli ailelerin çocuklarının bile tarikat ve cemaatlere dahil olmasının arkasında kronik bir toplumsal rahatsızlığımız var. Ebeveyniler, çocuklarını ‘kopyaları’ olarak yetiştirir ve yaşlılık sigortası olarak algılar. Çünkü kendileri de kendi anne-babalarının sigortaları olmuştur.
Çocuklar ailelerini atlatsa bile bu defa toplumun (aslında toplum olamamış kalabalığın) etiket bombardımanına maruz kalır. Bu da cinsiyetçilik üzerinden olur. “Sen şöyle erkek-sen böyle kadın olmalısın.” Çünkü kalabalık, seni kendinin ‘malı’ olarak görür. Onların ‘malı’ olarak kaldığın sürece maddi/manevi imkanlara ulaşabilirsin. Eğer birey olmaya kalkarsan kalabalık devreye girer.
Cumhuriyetin mottosu fikri, irfanı, vicdanı hürken ve en iyi karakteri bağımsızlık olarak görmüşken bazı kitleler bunu kendine tehlike olarak algıladı. Çünkü yurttaşlık, siyasal İslam’ın asıl panzehriydi. Yurttaş ve bireylerden oluşan bir toplum isteyenler, kalabalıkların elinden en büyük ‘malı’ yani gençlerin kişiliklerini gençlere vermek istemişti.
Gelir dağılımındaki uçurumun da açılması kalabalıklar için bir sığınak ve sürü oluşturmanın meşrulaşması haline geldi. Bu nedenle cemaat ve tarikatlara hemşericilik de eklemlendi. Türkiye’de yer yer hemşericilik de bir cemaate dönüştü, cemaatler de derneklere! Çünkü birey ve yurttaş olmuş kimseleri yönetmek zorken; ‘sürü’ halinde yaşayan grupları kullanmak ve yönetmek kolaydır. Sonuçta ortaya tek başına kalmaktan ve yalnızlıktan korkan ama sürüdeyken cengavere dönüşen tiplemeler ortaya çıktı. Bu bilinçli bir politikanın ürünüdür.
Bu nedenle Türkiye’de örgütlülük yerini söz dinleyen kalabalıklara bıraktı. Bazı kendine ‘demokratik kitle örgütü’ diyenler bile aslında cemaatler gibi hareket etmeye başladı. Bunların sonucunda da bireyler iyice silikleşmeye ve benliklerini kaybetmeye başlıyor. Sosyal medyada Batı’daki akranlarının çok başka hayatlara sahip olduğunu izleyen gençler ya ülkeyi terk ediyor ya sönükleşip ülkede yaşamaya çalışıyor. Ya da ‘intiharı’ düşünüyor.
Bir kısım zevzek de İskandinav ülkelerindeki intihar oranlarıyla bu kutlu kalabalıklarını arşı alaya çıkartıp, intiharların nedenini kapatmaya çalışırken gençlerin en çok da o İskandinav ülkelerine gitmek istediğini söylemezler. Gidin tarikatların kurmay kadrolarına bakın; birçoğunun yurt dışında, seküler okullarda okuduklarını ve kendi çocuklarını da oralara gönderdiklerini görürsünüz. Hatta bazıları ülkeden kaçtıkları dönemde herhangi bir şeriat ülkesine değil, Laik Avrupa ülkelerine gitmişlerdir.
Bütün bunlar yazılı bir sözleşmesi olmayan bir ortaklığın sonucudur. Bütün olanları kazıyınca arkasından sermaye, tarikat ve temsilcisi politik figürler ortaya çıkar. Bu nedenle yurtlarda yaşanan bu vahim olaylar ‘bireysel’ olarak medyada gösterilir. Tarikat aklanır. Sistem kaldığı yerden devam eder.
Ardından kendisine toplum diyen kalabalık da doğru ve yanlış algısını kaybeder. Kim aynı şeyi defalarca söylerse o artık büzülmüş zihinlerde ‘doğru’ olarak yerini alır. İşte oğlu bu ilişki ağı nedeniyle ölen bir babayı bile tarikatı savunacak noktaya getiren budur. Bu sistem; babasını bile alır çocuktan. Gericilik işte tam da bu dönüşümdür. Kötülüğü kendi rızanla kabuldür.
İşin ÖZ’eti, bir karar vereceğiz; özgür bireylerden oluşan, kendi iradesine sahip bireylerden oluşan bir yurttaşlar toplumu mu olacağız; yoksa iradesini tamamen teslim etmiş büyük kalabalıklar mı? “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” mi yaşayacağız yoksa kökünden koparılıp birbirinin aynı yontulmuş yığınlar mı olacağız?