Tayfun Atay
Talandan kutsala, devletin hakikati
İnsanlık tarihinde devlet, bir yasal şiddet aygıtı olarak, tarımsal yaşam biçimine geçmiş insanlığın düzen arayışını karşılamak amacıyla varlık buldu. Bu süreçte insanlar, mutlak özgürlüklerinden feragat ederek huzur adına, güvenlik adına, dirlik-düzenlik adına kendi üzerlerinde bir gücün baskı oluşturarak iktidar üretmesini, karşılığında da onu beslemeyi kabul etmiş, daha doğrusu etmek durumunda kalmış görünmektedirler
İnsanlık tarihinde devletin ortaya çıkışı antropologların hayli kafa yorduğu ve tartıştığı bir konudur. Devletin neden ve nasıl varlık bulduğuna ilişkin fikirler muhteliftir. Ama bu ihtilaflı görüşlerin hepsinin ittifak içinde olduğu düşünülebilecek bir husus varsa bu, devletin kutsiyetle hiç mi hiç işinin olmadığıdır.
Devlet, kutsala değil, soyguna-talana-gaspa dayanan bir insanî pratiğin müesseseleşmesi olarak doğuş bulmuş ve/fakat müesseseleştiği noktadan itibaren sürekliliğini (“ebed-müddet” olmasını) mümkün kılma yolunda bir strateji olarak o, kutsiyet halesi ile sarıp sarmalanmıştır. Tarihsel başlangıç, aşağıda daha detaylı olarak temellendirileceği üzere böyle görünmektedir.
Bunu hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Çünkü haftalardır Sedat Peker videolarında da onun karşısında muhatap olarak beliren çevrelerin tepkilerinde de bunların ötesinde muhalefet parti sözcülerinin dilinde de devletle bağlantılı bir dizi insanın kirli çamaşırları faş olurken “bizatihi devlet”in hep bir “kutsal soyutluk” olarak bu olup bitenlerden muaf kılınmaya çalışıldığını gözlemliyoruz.
Oysaki devlet, bir soyutluk değil, söylemleriyle eylemleriyle onun adı altında gayet somut olarak hareket edenlerin ta kendisidir; yine en baştan itibaren böyledir bu.
Ve “devlet kutsaldır” dendikçe de devleti temsil ettiklerini ileri süren ve onu tecessüm ettirdiklerini (somutlaştırdıklarını) gayet iyi bilen suçluların ekmeğine yağ sürülmeye devam edilmektedir.
Peker, Hegel ve 14. Louis
Hep ne diyor Sedat Peker o kadar “resmî” suçu açık ettikten sonra: “Devleti mahvettiniz ulan, mahvettiniz!..” Ve hemen, adeta zarf ile mazrufu birbirinden ayırt edercesine, o resmî suçu işleyenden “Resmiyet”i ayırt etme yolunda vurguluyor, “Devlet, kutsaldır! Devlet bir ruhtur” diye…
Tabii burada Sedat Peker’in arkasında kale gibi duran bir Hegel olduğunu kaydetmeden geçmemek gerekir!.. Peker’in dil kullanımı, o bunun farkında mıdır bilinmez ama Hegel’in devleti dünya üzerinde mevcut “İlahi İdea” olarak kutsamasını yankılamıyor mu yankılıyor.
Prusya mutlakiyetçiliğinin bağrında devleti bu şekilde idealize etmesiyle Hegel, “faşist maya”yı insanlık gölüne çalan, yurttaşı devletin esenliği için var sayan, böylece totaliter düşüncenin kurucusu bir zihin addedilmiştir sonraki dönemin Karl Popper, Bertrand Russell gibi düşünürleri tarafından…
Hegel’in böylesine kutsiyet halesine bürüyerek idealize ettiği devletin Batı dillerinde karşılığı olan sözcüğün “arkeolojisi” yapıldığında Rönesans İtalya’sında belirmiş, bugün de İtalyanca devlet demek olan “lo stato”ya varılır ki bu, ilk kullanım itibarıyla iktidarı zorla ele geçiren bir prensle onun yardımcılarından oluşan çevreyi tanımlar. Böylece tekrar başta vurguladığımız şekilde devletin soyut, kutsî, insan-üstü bir varlık alanı değil, gayet somut, cismanî ve insani bir varlık alanı olduğu iddiamıza geri dönmüş oluruz. Ve de 14. Louis’nin “Devlet benim” derken Hegel’in idealizminden daha gerçekçi bir noktada olduğunu ekleyebiliriz!..
14. Louis gibi bugün de karşımızda “Devlet benim” diye duranlar var ve bu doğrultuda devlet dairesi içinde suç işleyenlerle devletin kurumsal varlığı arasına bir sınır çekmek de pek mümkün değil.
Yasal şiddet aygıtı
Bu yazı ile devletin reddini talep ya da teklif ettiğimi ileri sürenler, belki de beni devlet düşmanı ilan edecekler olacaktır, varsın olsun ve kim ne düşünürse düşünsün. Kendi adıma düşünsel pozisyonumu netleştirmem gerekirse, devletin insan ve toplum yaşamında “olmazsa olmaz” olmadığını da; devletsiz bir insan toplumsallığının mümkün olduğu da; devletin topluma değil, toplumun devlete ön geldiğini de antropolojik birikimime dayalı olarak öne sürmekte beis görmüyorum. Bağlantılı olarak, devletin kutsallığı iddiasının da bir tür “kurdu, kuzu postuna bürüme” ameliyesinden öte bir şey olmadığı kanaatimi paylaşmaktan kaçınmıyorum.
Antropolojik değerlendirme, en ortalama deyişle, insanlık tarihinde devletin ortaya çıkışının bir “mecburiyet”ten kaynaklandığını işaret eder mahiyettedir. Bu mecburiyete yok açan kültürel/yaşambiçimsel dönüşüm ise “Tarım Devrimi”dir.
Günümüzden 10 bin yıl önce gerçekleşen tarım devriminin açtığı yeni olanaklar; esas itibarıyla yiyecek üreticiliği (çiftçilik-hayvancılık), bunun beraberinde artan insan nüfusu, karmaşıklaşan ekonomi, mülkiyet, buna dayalı çıkar çatışmaları ve eşitsizlikçi toplumsal yapı (zengin-yoksul, efendi-köle, hükmeden-tâbi olan ayrışımları) sonucunda adına devlet denen siyasal örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştır.
Devlet, bir yasal şiddet aygıtı olarak, tarımsal yaşam biçimine geçmiş insanlığın düzen arayışını karşılamak amacıyla varlık buldu. Bu süreçte insanlar, mutlak özgürlüklerinden feragat ederek huzur adına, güvenlik adına, dirlik-düzenlik adına kendi üzerlerinde bir gücün baskı oluşturarak iktidar üretmesini, karşılığında da onu beslemeyi kabul etmiş, daha doğrusu etmek durumunda kalmış görünmektedirler.
Sürece daha yakından bakma yolunda, aslında yazımızın bütününde düşünsel izdüşümleri fazlasıyla bulunabilecek Alman sosyolog ve siyasal-ekonomist Franz Oppenheimer’ın Devlet başlıklı abide eserinde yer alan, antropoloji yazınından da önemli ölçüde beslenmiş tespit ve savlarına ilgi yöneltelim.
Çalışanlar ve Soyanlar
Elbette eleştiri ve sorgulamaya açık yönleri bulunmakla birlikte, Stanislav Andreski’nin deyişiyle bir sosyoloji ve siyaset bilimi klasiği sayılmayı hak eden Devlet (Der Staat) adlı kitabında Franz Oppenheimer (1864-1943), gayet açık seçik olarak ve tane tane bize devletin soygun, talan, fetih ve boyun eğdirmeden çıktığını söyler.
Sözü hemen ve mümkün olduğunca uzun uzadıya ona bırakalım:
“Yaşamını sürdürmek için bir geçim olanağı arayan insanın karşısında, isteklerini karşılayabilmek için başvurmak zorunda kaldığı iki yol vardır. Bunlar, çalışmak ve soymaktır; bir kimsenin kendi işgücüne dayanması ile ötekilerin işgücüne zorla el koymaktır. (…) Bir kimsenin kendi çalışmasına ve bu çalışmasıyla başkalarının çalışmasını birbirine denk olarak değiştirmesine, gereksinimlerin karşılanmasında izlenen ‘ekonomik yollar’; başkalarının çalışmasının karşılıksız olarak elde edilmesine ‘siyasal yollar’ diyeceğim. (…) Devlet, [geçimi sağlama yolunda] ‘siyasal yollar’ın bir örgütüdür. Dolayısıyla ‘ekonomik yollar’ ile gereksinimlerin karşılanması için belirli miktarda nesnelerin üretilmesine, savaşla gerçekleştirilecek bir soygunla alınıp götürülecek ya da el konacak nesnelerin yaratılmasına dek, hiçbir devlet var olamaz. (…) Böylece devletin biçiminin tahakküm, ekonomik içeriğinin ise insan emeğinin sömürülmesi olduğu ortaya çıkmış olur. (…) Devlet, zafer kazanmış bir insan grubunun, yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve kendini içten gelecek ayaklanmalara ve dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye almak amacıyla, yendiği gruba zorla kabul ettirdiği bir toplumsal kurumdur. Bu egemenliğin sonul amacı, yenilenlerin yenenler tarafından ekonomik alanda sömürülmesinden başka bir şey değildir” (F. Oppenheimer, Devlet [Çev. Alâeddin Şenel-Yavuz Sabuncu], Kaynak Yayınları, 1984, s. 45-46, 52-54, 61).
Polis, asker, yargıç, tahsildar, eşittir Devlet
Oppenheimer’ın ifade ettiği, içten gelecek ayaklanmalara karşı yenenlerin kendini güvenceye alma amacından “polis”in; dıştan gelecek saldırılara karşı güvence arayışından da “asker”in çıktığı aşikârdır. Zaten devlet, kısa ve öz olarak “polis” (emniyet), “asker” (ordu), “yargıç” (hukuk) ve “tahsildar”dan (vergi) ibarettir.
Devlet dendiğinde olmazsa olmaz bu dört insan unsurundan polis ve askere ek olarak diğer ikisinin nasıl sökün ettiğini de Oppenheimer gayet sakınımsız anlatır. Bir kere, yolu devlete açan insan topluluklarının göçebe-çobanlar ve göçebe-denizciler, diğer deyişle korsanlar olduğunu söylemektedir o… Çobanlara kara devletini, korsanlara ise deniz devletlerini borçluyuz yani. Hareketli, silahlı ve savaşçı çoban kabileler, yerleşik, üretici ve nispeten savaş sanatına uzak köylüleri, “geçimlerini sağlama amacıyla” hedef alırlar. Oppenheimer, “tüm devletlerin doğuş nedeninin, köylüler ile çobanlar, çalışanlar ile soyguncular, alçak vadilerdeki topraklarla yüksek yaylalar arasındaki zıtlık olduğunu söyleyebiliriz” dedikten sonra şöyle devam eder:
“Deneyimsiz savaşçılardan oluşan disiplinsiz köylü orduları sayıca daha üstün durumda olsalar bile, u
zun dönemde, tepeden tırnağa silahlanmış çobanların saldırılarına karşı koymakta yetenekli görünmezler. (…) Köylü, toprağına çivilenmiştir ve düzenli çalışmaya alışmıştır. Toprağında kalır, boyun eğer ve kendini yenenlere haraç öder; Eski Dünya’da kara devletlerinin oluşumu işte böyle olmuştur” (s. 68-69).
Gayet açık değil mi?! Haracın gönül rızasıyla “vergi” olarak meşrulaşıp talancıya sunulur olduğu yerde, devlet sökün etmiştir.
Arılara bal bırakan ‘Arıcı’
Geriye kaldı yargı; bir başka deyişle, hukuk-adalet… Onu da yine Oppenheimer’ın adeta “dost acı söyler” diye düşündürürcesine yazdıklarından açıklığa kavuşturalım! O, bir çoban kabilesinin ya da deniz göçebesinin (korsanın) üretici bir topluluğu boyunduruk altına almasından başlayarak devletin oluşumunun altı aşamadan geçtiğini söyler. Birinci aşamayı yağma, soygun, öldürme yakma-yıkma olarak kaydettikten sonra, ikinci aşamaya ilişkin şunları sıralar:
“İşte bu sırada en vahşi çobanın bilincinde bile öldürülmüş bir çiftçinin artık tarlayı süremeyeceği düşüncesi doğmaya başlar. O zaman, kendi çıkarına olarak köylünün yaşamasına izin verir. Çoban toplulukların gene, daha önce olduğu gibi, her bir üyesi tepeden tırnağa silahlı olarak akınlara giriştikleri görülür. Ama genellikle, yavaş yavaş gelişen bir örfî hukuka, kendisinden tüm kamu hukukunun gelişeceği, hukukun bu ilk tohumuna uygun olarak, çobanlar artık çiftçilerin yalnızca ‘artı’sına el koyarlar. Yani çiftçinin evine, araç gerecine ve bir sonraki ürünün elde edilmesine dek yiyeceği, içeceği şeylere dokunmazlar. Birinci aşamada çoban, arı kovanını soyayım derken mahveden ayıya benzer; ikinci aşamada, arılara kışı geçirmelerine yetecek kadar bal bırakan arıcıya” (s. 75-76).
O halde anlaşılmakta ki adalet mülkün, yani devletin temelidir temeli olması da o temelin harcında hiç de öyle hayırhah olmayan şeyler var; soygun var, talan var, yakma-yıkma, cana kıyma var.
Ya da şu aralar hayli güncel bir tabirle ifade etmek gerekirse, bol bol “çökme” var!..
Bizimkisi hangi devlet?!..
Oppenheimer, kitabı Türkçeye kazandıran Alâeddin Şenel ve Yavuz Sabuncu hocaların takdim yazılarında da kaydettikleri üzere, devleti ne suçlayan ne de savunan bir tutum içindedir. Devletin kökeni, özü, doğasına ilişkin çok güçlü bir temel tez (“fetihten çıkan sömürü aracı”) ortaya atmaktadır.
Bununla birlikte “hikâye”sinin sonuna geldiğinde o, bugün anayasal devlet düzeni ile gelinen yolun önemini de değerini de yok saymaz ve buradan devletin gelecekteki gelişmesine ilişkin bir “özgür vatandaşlık düzeni” kestiriminde bulunulabileceğine inandığını kaydeder. Ve gelecekteki bu “özgür vatandaşlık düzeni”nde devlet, olsa olsa kendi kendini yöneten bir toplum olacaktır diyerek noktayı koyar (s. 197-198).
Oppenheimer’ın, elbette başta söylediğimiz gibi eleştiri ve sorgulamaya açık, sorunlu yanları da bulunan kitabında yer alan, “ilkel fetih devleti”nden anayasal hukuk devletine uzanan yolda tespitleri ve tahminleri böyle. Devletin, “ortak çıkarların yansız koruyucusu” olması idealinden de dem vurmakta o…
Bizim sorunumuz ise haftalardır pazar günleri, bir bakıma “Kurtlar Vadisi: Devlet” üst-başlığı altında izlediğimiz söylenebilecek Sedat Peker dizi-videolarında ifşa olanlar doğrultusunda, Oppenheimer’ın devlet üzerine başlangıçtan bugüne sıraladığı tespitlerin, savların ve ideal olarak kaydettiklerinin neresinde olduğumuzu-bulunduğumuzu kara kara düşünmekten ibaret!..