Seyit Tosun
SON TRENİ HEP KAÇIRAN ÜLKE: TÜRKİYE
Mustafa Kemal Atatürk kaçan son trenlerin tamamının farkındaydı. Onun tarih merakının en büyük kısmını bu oluşturuyordu. Bu nedenle Cumhurbaşkanı olduğu 15 yıl boyunca halkını 500 yıldır kaçan o son bilim, reform, sanayi ve çağdaşlık trenlerine bindirmek için uğraştı. Bütün nihai hedefi buydu...
Osmanlı İmparatorluğu bir toprak devletiydi. Yani egemenlik sürdürdüğü toprak büyüklüğü ve yönettiği halkların sayısı kadar gelir elde ediyordu. Devlet, gelirini fethettiği topraklarda yaşayan insanlardan aldığı vergiyle, gümrük gelirleri ve savaş ganimetleriyle sağlıyordu. Aynı zamanda döneminin en önemli savaş gücüne sahipti. Bu nedenle ne kadar çok kazanılan savaş o kadar çok gelir elde etmek demekti.
Diplomasisi de bunun üzerine kuruluydu. Osmanlı’yı diğer Türk beyliklerinden ayıran en temel özelliklerinden birisi kurduğu ‘gaza’ sistemi ve yönetimde getirdiği saltanat gücüydü. Diğer bütün Türk devletlerinden farklı olarak kuruluşunda gaza ve ganimette yeni açılımlar getirmiş ve kendisine katılarak yanında savaşan beyliklere farklı bir pay ve gelir sağlamıştı. Bu nedenle de çok hızlı büyüdü ve üç kıtaya yayıldı. Bütün ticaret yollarına sahip oldu. Birçok saygın tarihçi, yönetimdeki bu tarzı nedeniyle Osmanlı’yı Bizans’ın devamı olarak gördü.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten sonra Kayser-i Rûm unvanını, başka bir deyişle Roma İmparatoru unvanını almıştır. Basılan yeni paralarda da Yunanca olarak "Bizans İmparatoru" unvanını kullanmıştır. Kayser; sezar = Rum; Roma demektir. Bizans, Roma İmparatorluğu’nun devamıyız derken Osmanlı da bu şekilde kendisinin Bizans’ın halefi olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir. Bu unvanları Osmanlı’nın bizzat kendisi almak için uğraşırken ve büyük savaşlar/kayıplar sonunda da alırken bugün Osmanlı torunu olduklarını iddia eden bazı ahalimiz bunları duyunca ufak bir şok geçirmektedir. Neyse bu başka bir mesele...
"İkinci Mehmed" (İstanbul'un fethiyle Fatih Sultan Mehmet) günümüz bazı avanelerin Facebook başta olmak üzere arkaya tuğrası yerleştirilmiş mafyavari ofislerinde elde tespih, önde nargile foto çekilerek kutsadıkları kişi değildir. Sultan Mehmet Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca ve Rumca biliyordu. Kendilerini ‘Fatih'in torunları’ diye niteleyen bazı türlerin Türkçe'yi bile daha doğru dürüst konuşamadığı malumunuzdur. Felsefeye çok düşkün olan Sultan Mehmet, dönemin birçok önemli felsefecisini etrafında toplamıştır. Bu sözde torunları ise okullarda felsefe dersi kalkınca alkışlamışlardı. Fatih ayı zamanda şairdir. "Avni" mahlasıyla şiirleri vardır. Sanata ve sanatçıya düşman bu sözde "Osmanlı torunları" bir yandan sosyal medyada sanatçılara küfür ederken diğer yandan da Sultan Mehmet'i anmaktan geri durmazlar. Oysa bilmezler Fatih sanatçıları maaşa bağlayan, onları koruyan bir hükümdardı. Matematik ve gök bilimine meraklıydı. Harita çizimine tutkundu. Yeni deniz yolları ile ilgili hedefleri vardı. Kiliseye gidip ayin izlediğini de not ederek ‘Osmanlı torunlarına’ ufak bir şok daha yaşatıp asıl meseleye dönelim.
OSMANLI’NIN BİNEMEDİĞİ REFORM TRENİ
Osmanlı’da toprak egemenliği, yani gelirler Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında azaldı. Çünkü Osmanlı’nın binmediği trene onlar binmiş ve ticaretin seyrini teknoloji ve bilim sayesinde değiştirmişlerdi. Bu aynı zamanda bir çağın bitişi yeni bir çağın da başlangıcıydı. Kilise ve Papalık krallar karşısında kaybetmiş, akılcılık ortaya çıkmış, pusula bulunmuş, yeni gemiler yapılmış, coğrafi keşifler başlamış ve siyasi yapı değişmişti. Avrupa yeniden doğmuştu. Ortaya çıkan yeni dünya sistemi trenine hemen bindiler ve ardından sanayi devrimiyle güçlerini taçlandırdılar. Osmanlı’da 10000 kişinin yaptığı işi 100 kişilik fabrikalarda yapmaya başladılar. Öylesine bir mal birikimi başladı ki sermaye yani asıl anlamda Burjuva oluştu. Bunlar da yeni işçiye ihtiyaç duydu ve köylülerini işçileştirdiler. Ortaya sınıflar çıktı ve haklar savaşı başladı. Osmanlı’da sınıf oluşamıyordu çünkü sistem hala toprağa bağlıydı. Bir burjuva sınıfı oluşmadığı için işçi sınıfı da ortaya çıkmadı. İşçi sınıfı olmadığı için sınıfsal hareketler oluşmadı. Avrupa’da kentler artık daha kalabalıklaşırken Osmanlı’da ise bu olmadı. O nedenle herhangi bir demokrasi hareketi olması zaten mümkün değildi. (Bu daha sonra Batı’nın baskısıyla başka amaçlarla yapılmaya çalışılacaktı) O nedenle Avrupa’nın bindiği demokrasi treni de kaçmış oluyordu.
Batı, sermayeye sahip oldukça yatırım alanı ve pazar payını büyüttü. Teknolojik gelişmeler sermayeyi, sermaye de teknolojik gelişmeleri besledi. En çok para kazandıran şeyin toprak olmadığını; bilginin ve teknolojinin olduğunu anlamışlardı. Bu sayede savaş teknolojilerini de ilerlettiler. Diplomasisi savaş ve ordu olan Osmanlı her yerden kaybetmeye başladı. (İkinci Mahmud bunu anlamış bir padişahtı ve bu trene binmek istemiş, yani çağın koşullarını hayata geçirmeye uğraşmıştı. Özgür Türkiye’yi kuran birçok ilerici subay onun kurduğu askeri okullardan mezundur)
HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR
Okullarda çocuklara öğretilen matbaanın geç gelme hadisesi ve hattatların Osmanlı padişahına baskı yaptığı iddiası da tam bir komedidir. Düşünsenize gariban hattatlar elindeki hat kalemleriyle sarayı kuşatıyor, yeniçerileri bozguna uğratıyor, saray güvenliğini darmadağın ediyor ve padişaha boyun eğdiriyor!
Oysa gerçek çok başkaydı, Avrupa’da işçi sınıfı oluştukça ve kentler büyüdükçe haklar artıyor, bireycilik ortaya çıkıyor ve egemenlik paylaşılıyordu. Bir işçi ve köylüyü ayıran ana unsurlar yurttaşlık yapısındadır. Yurttaş oldukça okuma yazma oranı da artar! 1800 yılında Osmanlı Devletinde yaşayanların sadece %2 ila %3'u okuma yazma biliyordu. Aynı oran İngiltere'de erkekler için o dönem %60 (Bakın sanayinin, kentleşmenin en yoğun olduğu ülkede okuma yazma oranının yüksek olması tesadüf değildir) kadınlar için %40. Almanya ve Hollanda'da da bu oranlar yine aynı dönemde çok yüksek. Yani matbaa var ama Rum ve Ermeniler kullanıyor. Talep olmadığı için matbaa falan işlemiyor. Konu bu. Bu nedenle de Osmanlı yani biz akılcılık çağı trenine de binemiyor ve bir son treni daha kaçırıyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk bu kaçan son trenlerin tamamının farkındaydı. Onun tarih merakının en büyük kısmını bu oluşturuyordu. Bu nedenle Cumhurbaşkanı olduğu 15 yıl boyunca halkını 500 yıldır kaçan o son trenlere bindirmek için uğraştı. Bütün nihai hedefi buydu. O yüzden bir kısım zat-ı muhteremler “Ama devrimler ve yenilikler hep tepeden geldi” falan derler. Ne yapsalardı? Zaman makinesi icat edilmişti de geçmişe gidip değişiklik yapma şansları vardı da onlar mı kullanmadı yoksa?! O nedenle benim de mezunu olduğum üniversitenin alnına çakılmıştır “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diye.
Uzay çağı ve ABD ile Sovyet rekabeti sonrasında inanılmaz noktalara ulaşan göklerdeki rekabetin son trenine de binemediğimiz için halen yabancı uydu rampaları ve cihazlarını kullanıyoruz. Bu öyle bir teknolojik alan ki içinde yapay zeka, yazılım, fizik, biyoloji, mühendislik, makine, matematik ve lazer sistemleri barındırıyor. Yani aya gitmek sadece parayla olmuyor; buna sahip bilim altyapısı ve insan kaynağıyla mümkün olan bir iş bu. Buna sahip olduğunuzda elinizde bilimin her alanında devrimsel hareket alanı da oluyor. Bu da bir ülkenin dünyadaki söz hakkı ile doğru orantıda. Atatürk işte bu nedenle “İstikbal Göklerdedir” derken sadece uçakları kast etmiyordu...
Milenyum çağına geldiğimizde insanlık gen teknolojisi ve yazılım gerçeğiyle karşılaştı. Gen, yani DNA-RNA tarımdan tutun da yeni organ yapmaya kadar kullanılıyor. Yapay zeka yazılımı ise üretimden savaş teknolojisine, ticaretten şu anda bu yazıyı okuduğunuz ekrana kadar her yerde hakim. Türkiye maalesef gerekli yatırımları yapmadığı ve bilimsellikten uzaklaştığı için bu milenyum son trenine de binemedi. Bugün hepimizin kullandığı Covid aşıları bile işte bu trene binen ülkelerin ürünüdür. Yani şu anda 3 D yazıcı ile alınan bir hücre sayesinde organ yapıyorlar. Bu şekilde kalp bile ürettiler. Daha doğmamış bebeğin hangi yaşta hangi hastalığa yakalanabileceğini bulmak artık basit bir iş.
TÜRKİYE’NİN KAÇIRMAK ÜZERE OLDUĞU TREN
Şimdi bir tren daha kalmak üzere ve çok az vaktimiz var. Bu trenin adı robot teknolojisi. Yani işçiye ihtiyaç duymayan fabrikalar, şoförün lazım olmadığı kendi kendine giden arabalar, cerraha gerek kalmayan ameliyathaneler, yapay zekaya sahip robot öğretmenler ve yaşamın her alanında insana ihtiyaç duymayan yazılımlar... Bazı ülkelerde birçok sektör şu anda buna geçti bile. Bunun sonunda ölecek meslekler ve yeni ortaya çıkacak kültür biçimlerinin sonuçlarını düşünsenize? Bu aynı zamanda yeni bir insan tipi, farklı bir siyasal yapı ve baştan oluşturulması gereken eğitim ve ekonomi sistemleri demek. ÖZ’etle yeni bir dünya demek...
Bu yeni dünyada Türkiye olacak mı olmayacak mı? Bu kalkmak üzere olan son trene binebilecek miyiz yoksa binemeyecek miyiz? Kendimizi bilimin vagonuna atıp kurtulacak mıyız yoksa kalkan bir son treni daha izleyerek kaderlerimizi trene binenlere mi bırakacağız? İşte önümüzdeki her seçim ve alacağımız her karar bunu belirleyecek ve sonuçlarını da hep beraber yaşayacağız...