Şimdi bize kaybolan yıllarımızı verseler!

Yalaka basın, yandaş gazeteciler, küfürbaz troller Almanya’dan mı bize geldi? Karadeniz’in suyunu kurutan, denizini kirleten, ağacını kesen Fransa’dan mı koştu aramıza? Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta işçileri katleden patronlar ABD’den üzerimize paraşütle mi indi? Gençlerin hayallerini karartanlar, hukuku yerin dibine sokanlar, demokrasiyi rafa kaldıranlar, üç kağıtçılığı alkışlayanlar, cehaleti sevenler, vasatı övenler ve namuslu vatandaşı kaderiyle baş başa bırakanlar Yunanistan’dan mı içimize ışınlandı?

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vaat etseler
Şimdi bana yeniden ister misin deseler
Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok.” (Sezen Aksu)

Türkiye’de insanların hep korkularına seslenilir; “Türkiye çok zor bir süreçten geçiyor. Birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyacımız olan bugünlerde…Çok zor bir virajdan geçiyoruz. Eğer şunu yapmazsak yok oluruz, eğer buna gitmezsek mahvoluruz, biz olmazsak evinizdeki ekmek de gider. Hatta can güvenliğiniz kalmaz. Dış güçler bir oldu ülkemizi bölmek istiyor. Avrupa elimizde ne varsa almak istiyor. Madenlerimize çökmek istiyorlar. Suyumuza çalmak istiyorlar. Tüm dünya, ülkemize gözünü dikti hepsi bir oldu alayımızı yok etme derdinde.”
Dünya’daki en basit, en etkili ancak sonu çok büyük yıkımlara yol açan politika biçimi korkuları ve nefreti örgütlemektir. Size cennet vaat ederler ama bu cennete ulaşmak için bir süre cehenneme razı gelmeniz konusunda sizi ikna ederler.
Peki öyleyse…
Bakıyorsun ekmeği çalana, işten atana, alın terini sömürene, sahibi bizden. İzliyorsun suyu kirleteni, denizi pisleteni, madene çökeni, sahibi bizden. Duyuyorsun bankayı hortumlayanı, imar rantı vuranı, sahibi bizden. Okuyorsun işçi katilini, kadın cinayetini, çocuk istismarını, sahibi bizden.
Bizim bize ettiğimizi kimse bize etmedi. Değil Avrupa, ABD; tüm dünya alem toplansa bize bunları yapamazdı.
Yalaka basın, yandaş gazeteciler, küfürbaz troller Almanya’dan mı bize geldi? Karadeniz’in suyunu kurutan, denizini kirleten, ağacını kesen Fransa’dan mı koştu aramıza? Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta işçileri katleden patronlar ABD’den üzerimize paraşütle mi indi? Gençlerin hayallerini karartanlar, hukuku yerin dibine sokanlar, demokrasiyi rafa kaldıranlar, üç kağıtçılığı alkışlayanlar, cehaleti sevenler, vasatı övenler ve namuslu vatandaşı kaderiyle baş başa bırakanlar Yunanistan’dan mı içimize ışınlandı?
TARİHİN EN BÜYÜK HIRSIZLIĞI
128 Milyar Dolar nerede? Ziraat Bankası’ndan çekilip ödenmeyen holding kredileri nerede? Mafyadan 10 Bin dolar maaş alan siyasetçi nerede? Peki milyonlarca insanın kaybolan yılları nerede?…
Bu ülkede yaşayıp onuruyla geçinen, çürümeye direnen ve en zorunu yaparak iyi insan olarak kalabilen her vatandaş maddi olarak alacaklı o başka. Bu insanların asıl alacaklı olduğu konu kaybettikleri; daha doğrusu onlardan çalınan yıllar. Bu, tarihteki en büyük hırsızlıktır. Çünkü çalınan maddi şeyler belki geri alınabilir ama zaman hariç…
Sokak röportajlarında bazen görürsünüz. Z kuşağı gençleriyle, bazı Y Kuşağı ve hatta onlardan da önceki ‘sessiz kuşak’ olarak da adlandırılan yaşlı vatandaşların tartışmalarında gençlerin giyim kuşam ve davranışları ağır biçimde eleştirilir. Hatta bu yaşlı kuşak işi öyle ileriye götürür ki Z Kuşağının ne kadar ‘saygısız’ ve ‘bencil’ olduğundan dem vurur. Hatta işi ileri götüren kriminal şahıslar ortaya çıkar, kadınların giydikleri şorta müdahale etmeye kalkar. Başta gençler olmak üzere milyonlarca insanın ülkeyi terk etmek istemesinin asıl nedeni; verirlerse geri alamayacaklarını düşündükleri boşa geçecek olan yılları…
Bir de “Cebindeki telefon kaç para” adlı terör örgütü var. Vatandaş derdini anlatırken, geçinemediğinden bahsederken şak diye beliriyorlar. Bir adam bebeğine haftalardır bez alamadığından, evdeki eski çarşafları keserek bez yaptıklarını anlatır ya da bir kadın aylardır gram et yemediğini söylerse bunlar bir anda ortaya çıkar ve cep telefonunuzu kaça aldığınızı sorar.
Bir de “Türkiye çok güzel yeğenim, bizim kurulu düzenimiz olmasa geleceğiz Almanya’dan” isimli kendine münhasır bir tarikat var. Bunlar da senede bir ay ülkeye gelir, bir Avro 10 lira olduğu için burada krallar gibi yaşar, sonra da çeker gider. Tabi ki onun için Türkiye cennet. Çünkü kazandığı para, Türkiye’de 10 kat daha fazla alım gücüne sahip. Bu nedenle bu tiplerin bir kısmı yaşadıkları Avrupa ülkesinde sosyal devletten sonuna kadar yararlandıkları için sol partilere oy verirken buradaki vasatlık işlerine geldiği için Türkiye seçimlerinde tam tersi istikamette oy kullanırlar.
Bizde ise durumlar her daim karışık. Zaten malumunuz “Ülke olarak zor günlerden geçiyoruz.” Vatandaş olarak fedakarlık yapmamız gerekiyor. Ülkenin anasına söven müteahhit, bankadan kredi çekip ödemeyen hortumcu, sahillere çöken barbarlar ve Paramount Otel’de kalanlar mı yapacak fedakarlığı? Tabi ki sen ben yapacağız. Yapacağız ki bayrağımız inmesin ve ezanlar susmasın!
Yoksulluk fetişizmi, açlığa övgü ve kadercilik üzerimize yapıştırıldı. Bizzat sistemin parazitleri tarafından yırtık ayakkabı, yamalı kazak ve damı akan ev romantizmi reklam şirketleri eliyle pazarlandı. Dizilerde, filmlerde ve goy goy programlarında o kadar sık rastlanıyor ki bu duruma; “Eveeet sayın seyirciler. X hanım sokakta kaldı. Çocuğu aç, kendisi kışın ortasında yalın ayak yürüdü. Hastalandı ve tedavi olamadı. Yıllarca çöpten ekmek topladı ama bakın şükür etmekten vazgeçmedi! Ülkesini nasıl sevdiğini bize şimdi canlı yayında söyleyecek. Kocaman bir alkış istiyorum!”
AZINLIĞIN CENNETİ, ÇOĞUNLUĞUN CEHENNEMİYLE MÜMKÜN
Bu nedenle de güzel bir şiir okuyanı, şarkı söyleyeni susturuyorlar çünkü hayatında hiçbir zaman sevdiği birine şarkı söylememiş, aşık olduğu kadına şiir okumamışlar. Şort giyene, kahkaha atana tahammülleri yok çünkü hiç özgürce yürümemiş, doya doya gülmemişler. Karşılıksız olarak kimseye yardım etmemiş, başkasının da hayalleri olabileceğini düşünmemişler. Belki çok parası olmuş, en pahalı arabalara binmiş, en cafcaflı koltuklarda oturmuş, en lüks evlerde yaşamış ama kendi kendiyle kaldığında işte o ‘gerçek’ kendisiyle yüz yüze kalmış… Zavallı, mutsuz, günahkar, korkak ve çaresiz. İşte iyi insanların tamamının varlığının bu kişilere hatırlattığı tek şey; gerçek kendilerinin yüzü.
O nedenle herkes kendilerine benzemeli. Mutlaka vasata ortak olmalı. Gülmemeli, kahkaha atmamalı. Sevdiği insanla el ele dolaşmamalı. Şort giymemeli, güzel bir şapka takmamalı. Ülkesini gerçekten sevmemeli. Çürümeli ve her alanda demagoji yapmalı. Her inanç, kutsal ve gelenek mutlaka amaçlarının nesnesi haline getirilmeli. Önünde namus bekçiliği yaptığı kapının arkasında her haltı yemeli.
Ne zaman mutlu birini görseler hemen o insanı mutsuz etmek için organize oluyorlar çünkü hiç mutlu olmamışlar. Bu nedenle herkes mutlaka kendilerine benzemeli. Herkes onlar gibi olmalı ki böylece onlar da zavallı benliklerini daha az hatırlasınlar.
O kadar çok bağırıyorlar ki sesleri duyulmuyor. Oysa küçük bir azınlığın cenneti, ancak çoğunluğun cehennemi ile mümkündür. Yarattıkları sahte cennetlerin varlığını da ancak korku ile sürdürmek zorundalar. Çünkü sadece korkaklar başkalarını korkutarak varlıklarını devam ettirebilir.
Hangi ideoloji, görüş, inanç olursa olsun; birisi/birileri sizi korkutarak içi boş demagoji yapıyor, sizin kutsallarınızı sık sık kullanıyor ve sizi sadece bir nesne olarak görüp varlığınızın farkına varmıyorsa bilin ki o kişi/kişiler kendi sahte cennetleri için sizin cehenneme girmenizi talep etmektedir. Ne söylemiş olurlarsa olsunlar.
Buna tam oturan bir örneği geçtiğimiz günlerde 301 işçinin kar ve ihmaller nedeniyle katledildiği Soma Davası karar sürecinde yaşadık. Hatırlayın, Soma faciasının ertesi haftasında bölgeye binlerce mele ve imam gönderilmişti. Ölenlerin yakınlarının evleri bu mele ve imamlar tarafından ziyaret edildi. Kader ve şehitlikten bahsedildi. Oysa bölgeye inceleme, teknik rapor hazırlamaya ve konunun hukuki sürecinin hazırlanması amacıyla mühendisler, uzmanlar, ilgili oda ve bağımsız kuruluşlar, akademisyenler ve hukukçular gönderilmeliydi. Öyle olmadı. Şu anda Soma Davası’nda tutuklu kalmadı ama ölen, öldüğüyle kaldı. Patronun kendi cennetinde yaşamaya devam etmesi için gereken yapıldı.
İYİ İNSANLARIN
TAMAMI ALACAKLI
İnsanların ne söylediğinden çok, olaylar ve durumlar karşısında nasıl tavır aldıkları o kişilerin/grupların/yapının gerçeğidir. Bu ülke tarihi vatan edebiyatı yapıp vatan toprağını peşkeş çekenlerle, din sömürüsü yapıp zenginleşenlerle, işçi edebiyatı yapıp kendi şirketlerinde emekçiyi ezenlerle, kadın-erkek eşitliği narası atıp kadın dövenlerle, hoşgörü nutukları çekip ırkçılık yapanlarla, dayanışmadan bahsedip insanlara dilenci muamelesi yapanlarla, özgürlük deyip despota dönüşenlerle ve iyilikten dem vurup çoktan kötüye dönüşmüşlerle dolu.
Bu nedenle ülkedeki bu vasatlığın, çürümüşlüğün, zorbalığın, ikiyüzlülüğün ve organize cehaletin karşısında iyi kalabilmiş insanların tamamı alacaklı. Maddi alacaklardan bahsetmiyorum, onlar zaten malum.
ÖZ’et olarak: kimimizin bir ömür; bazılarımızın ise uzun yıllar alacağı var…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi