Tayfun Atay
“Sen iktidarı elinde bulundurduğun için sövüyorsun!”
Devletin tepesinde konumlanan kişinin ağzından çıkan sözlerin o ağızda değil de başka bir ağızda “tekraren” kullanılıp ona iade edildiğinde hakaret sayılması, “küfür dili”nde de bir hiyerarşinin, eşitsizliğin, daha açıkçası iktidar faktörünün devrede ve belirleyici olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Bu yönelim de kendilerini kültürel, siyasi ve ideolojik mahiyette İslâm’a referansla tanımlayan mevcut iktidar figürlerinin hukuki-ahlaki-vicdani açıdan nasıl sorunlu bir noktada bulunduklarını, referans alınan o dinin tarihinden hatırlatmalarla örneklemeye bizi kışkırttı…
Tayyip Erdoğan’ın GEZİ’ye katılanlara yönelik sarf ettiği “çürük” ve “sürtük” ifadelerini, kendisi de aile fertleriyle birlikte göstericilerin arasında olduğu için üzerine alınan ve bu sözleri Cumhurbaşkanı’na iade eden CHP milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nun başına gelenleri izlemiş olmalısınız.
TBMM Plân ve Bütçe Komisyonu’nda Cumhurbaşkanı’nın sözlerini hatırlatarak, “GEZİ eylemlerine 4 milyondan fazla insan katıldı; ben de eşim de çocuklarım da katıldık. O lâfı Cumhurbaşkanı’na aynen iade ediyorum” diyen Bekaroğlu’nun mikrofonu AKP’li Komisyon Başkanı Cevdet Yılmaz tarafından kapatıldı.
Yılmaz ayrıca Bekaroğlu’nun “ağır yaralayıcı söz” söylediğini belirterek özür dilemesini ve sözlerini geri almasını istedi.
Bekaroğlu ise “Komisyon başkanı bu sözün hakaret olduğunu düşünüyorsa, demek ki Cumhurbaşkanı halkına hakaret etmiş ki ben iade ediyorum dediğim için mikrofonum kapatıldı” sözleriyle tavrını netleştirdi ve ne özür dileyeceğini ne de sözlerini geri alacağını belirtti.
Şimdi tutanaklar incelenecek ve elbette Cumhurbaşkanı’nın değil ama Bekaroğlu’nun (Cumhurbaşkanı’nın sözlerini tekraren sarf ettiği) sözlerinde hakaret var mı diye bakılacak!..
Küfürde de eşitlik yok!
Devletin tepesinde konumlanan kişinin ağzından çıkan sözlerin o ağızda değil de başka bir ağızda “tekraren” kullanılıp ona iade edildiğinde hakaret sayılması, “küfür dili”nde de bir hiyerarşinin, eşitsizliğin, daha açıkçası iktidar faktörünün devrede ve belirleyici olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Bu yönelim de kendilerini kültürel, siyasi ve ideolojik mahiyette İslâm’a referansla tanımlayan mevcut iktidar figürlerinin hukuki-ahlaki-vicdani açıdan nasıl sorunlu bir noktada bulunduklarını, referans alınan dinin tarihinden hatırlatmalarla örneklemeye bizi kışkırtmakta...
Hüseyin’in kesik-başıyla oynayanlar
Erken İslâm tarihinin en acı, en acımasız, en vicdansız hadisesi olarak değerlendirilebilecek Kerbela Faciası (680) bilindiği üzere Hz. Ali’nin oğlu Peygamber’in torunu Hüseyin’in, İslamiyet’te saltanat rejiminin önünü açmış Emeviler’in ikinci halifesi, Muaviye-oğlu Yezid’in komutanlarınca katledilmesiyle vuku bulmuştur. Kabaca böyledir ve korkunçtur.
Ama detaylarına bakıldığında daha da korkunçtur. Söz gelimi Yezid’in, Hüseyin’le birlikte ona eşlik eden çocukları, kardeşleri ve beraberindeki 70 küsur insanın canına kast etmekle görevlendirdiği Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad, huzuruna getirilen Hüseyin’in kesik başını yerde yuvarlayıp elindeki çomakla oynamış, hatta sopayı kafanın ağzına sokarak bol bol eğlenmiştir.
Kaynaklar daha sonra Peygamber torununun kesik başı kendi huzuruna getirildiğinde Yezid’in de elindeki sopayla onun ağzıyla oynadığını kaydeder. Tek farkla ki İbn Ziyad gülüp eğlenirken Yezid’in gözleri yaşarmıştır; tıpkı bir ceylanı yemek için onu öldüren avcının sonra avına acıyıp içlenmesi gibi! (akt. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi, Beyan Yayınları, 1995, s. 38-46).
Yezid’in yezitlikleri
Bu çerçevede bir başka detay daha vardır ki İslâm’da “iktidar zehri”nin dünden bugüne nasıl aktığına ve küfür ile muktedir arasındaki organik ve “pozitif” bağa işaret etmesi bakımından o da son derece manidardır.
Hz. Hüseyin’in kesik kafasıyla “gözyaşları içinde” oynayan Yezid, daha sonra huzuruna Peygamber torunundan geriye kalanları, yani Hüseyin’in çocuklarını ve kız kardeşi Zeyneb’i getirtir. Onlarla üst perdeden konuşurken, babalarının başına geleni kendince “dinen” haklılaştırmaya çalışırken, Şam’lı biri ona dönerek “Hüseyin’in kızı Fatıma’yı bana ver” der.
Bunun üzerine Hüseyin’in kız kardeşi Zeyneb araya girer, kendisinden küçük olan Fatıma’nın elini tutar ve adama “Onu ne sana ne de Yezid’e vermem” der.
Zeyneb’in bu sözlerine kızan Yezid, “Fatıma benimdir ve ona istediğimi yaparım” diye bağırır.
Buna Peygamber’in torunu Zeyneb’in verdiği karşılık şudur:
“Asla! Vallahi sen ancak dinimizden çıktıktan sonra bunu yapabiliyorsun!”
Sonrası şöyledir:
“(Yezid) – Bana böyle mi karşılık veriyorsun?! Dinden çıkan senin baban [Hz. Ali] ve kardeşindir [Hz. Hüseyin].
(Zeyneb) – Sen, baban [Muaviye] ve deden [Ebu Süfyan], Allah’ın dini olan, kardeşimin, babamın ve dedemin [Hz. Muhammed] diniyle hidayeti buldunuz!”
(Yezid) – Yalan söylüyorsun ey Allah’ın düşmanı kadın!
(Zeyneb) – Sen iktidarı elinde bulundurduğun için sövüyor, saltanatınla zulmediyorsun!..”
(Akt. İ. S. Sırma, aynı kitap, s. 46-8.)
Ümeyyeoğullarının “rövanş”ı
Daha önce de birçok vesileyle kaydetmiştim: Muaviye ile birlikte İslâm tarihinde zuhur eden Emevi saltanatı bir bakıma da Peygamber karşısında yenik düşmüş Mekke egemeni Ümeyyeoğulları’nın Peygamber’den Müslümanlık kisvesi altında aldığı bir “rövanş”tır.
Muaviye, Peygamber’e karşı “müşriklerin lideri” olarak savaşmış Ebu Süfyan’ın oğludur.
Muaviye, Uhud Savaşı’nda (625) Peygamber’in ordusuna karşı savaşan, onun amcası Hamza’yı öldürtüp sonra ciğerini söküp çiğnemiş; parmaklarını, kulaklarını, burnunu da kesip kolye yapmış Hind’in oğludur.
Ve onun oğlu Yezid de Peygamber’in torununu Kerbela çöllerinde susuzluktan kurutmuş, kesik başıyla top gibi oynamış, ardından bu yaptıklarından dolayı kendisini reddettiklerini ilan eden Medinelilerin üzerine ordusunu gönderip yine İslâm tarihinin en yüz karası olaylarından birine (“Vak’atu’l-Harre”) imza atmıştır. Hem “Ensar”dan (Medineliler) hem “Muhacirin”den (Mekkeliler) 10 bin Müslüman öldürülmüş ve üç gün boyu Medine yağmalanmış, evler talan edilmiş, kadınlara tecavüz edilmiş, kızların bekareti bozulmuştur.
Yezid zihniyetinin mirasçıları
Bütün bunları kaydeden Prof. İhsan Süreyya Sırma, o günlerden bugünlere İslâm’ın nasıl iktidara, muktedire, mütegallibeye kisve olmaktan öteye gitmeyen bir “araç” haline getirildiğini de şu ifadelerle özetliyor:
“Ve Müslümanlar saltanat ve diktatorya rejimleri uğruna ‘ulu’l-emr’ [emir sahipleri; yöneticiler-sultanlar] zihniyetinin kulları oldular. Ulu’l-emr –nasıl olursa olsun- lâyüs’el [sorulmaz-sorgulanamaz] bir hale getirilip kutsallaştırıldı. Bugün, dünyanın çeşitli yerlerinde Müslümanları ezen ulu’l-emr’ler, Yezid zihniyetinin mirasçıları oldular ve kendileri için ‘dokunulmazlık’ kanunları çıkartarak, saltanatlarını sürdürdüler, sürdürüyorlar… Ve sarıklı-cübbeli hocalar, bunlara itaatin vacib olduğunu anlatır dururlar cami kürsülerinde…” (İ. S. Sırma, aynı kitap, s. 52-3).
Daha fazla söze hacet yok. Dün nasıl iktidarı elinde bulundurduğu için sövenler varsa bugün de aynı halde olup sövenler var.
İktidar, İslâm’ı bozmuş, muktedirlerin küfrüne uğratmıştır.
Ve küfürbaz-dinbazlık yanında “çürüklük” de “sürtüklük” de hem evlâdır hem âlîdir.