SANA SON SELAM...

"Her şey bambaşka ve pırıl pırıl olabilirdi. Hayatımız, sanatımız, ilişkilerimiz, sokaklarımız, doğamız, sahillerimiz, eğitim sistemimiz, siyasetimiz, maalesef giderek bir batağa saplandı. Oysa yüz yıl önce geleceğin ufkuna bir gökkuşağı çizilmişti. Gerilemeyi ilerleme diye topluma zerk eden zihniyet, türlü karalamalarla gerçekleri ekseninden kaydırarak, kendi ufukları kadar bir gelecek çizmeye başladılar. Güzellikler karartıldığı için, insanlar yetinmeyi öğrendi. O yüzden bazı istisnalar dışında, artık bütün kavramlar sahtedir. Bu kıyamet ortamında mucizevi bir şekilde yetişen aydınlık fikirli insanlar ve onların çağdaş eserleri, çölde açan çiçekler gibi." (İlhan İrem - 2017 - Gökmen Ulu Röportajından)

Dün, bu ülkenin bütün iyi insanlarının evinden bir cenaze çıktı.

‘Eski’ ama bizde dayanma gücü yaratan eskimeyen Türkiye’den çok önemli bir insan gitti. İlhan İrem...

O, kendisine ihanet etmeden yaşamını tamamladı. Bu defa üzüntü ve hüzün ağır oldu. Çünkü İlhan İrem’in tüm o sadeliğiyle ve zarafetiyle aramızdan ayrılmasıyla bir kuşak çocukluğunu, bir kuşak da gençliğini hatırladı ve kendisiyle yüzleşti. Gözler daldı, yüzler durgunlaştı ve hatıralarla, eski benliklerle konuşma fırsatı yakalandı.

O kadar çok özlemiştik ki eski kendimizi, eski sokak ve caddelerimizi. Geleceği o kadar da merak etmiyorduk artık. Hani hevesli de değildik. İmkan olsa, uzun yıllar tek başına karanlık bir zindanda yaşayan mahkuma kapıların açılması sonrası gibi koşacağız o ışık saçan eskiye...

Bütün kaslarımızla, kalan gücümüzle, kalbimizin heyecanla atmasıyla ve nefes nefese kollarımızı açarak koşacağız eski kendimize. Hayal ettiğimiz ve yaratmak istediğimiz ülkenin hevesiyle dolup taştığımız o masumiyet çağlarımıza sarılacağız.

Yitirdiğimiz o masum tarafımıza, bozulmamış bütün parçalarımızla kucaklaşacağız ve sımsıkı sarılıp doya doya ağlayacağız...

Belki de her şey değişse, bütün bu organize karanlık dağılsa, yeniden bir umut doğsa dahi; sade, zarif ve saf o tarafımız geri gelmeyecek. İlhan İrem’in ölümüyle birçoğumuzun bilinçaltı bize bunu hatırlattı. Çünkü yıllardır yaratılan vasat politik iklim ve onun yarattığı insan profiliyle mücadele ederken bu ülkenin iyi insanlarının birçok parçası eksildi. Yorulduk, çürüyen taraflarımızla kavga ettik, yeri geldiğinde kesip attık. Kendimiz kalmak için o kadar çok eksildik ki...

Evet, İrem büyük bir sanatçıydı. Altı kez Altın Plak aldı. Sayısız ödüller verildi. Kitapları, makaleleri ve eserleri tartışmasız şekilde çok kıymetliydi. 12 Eylül darbesine karşı olduğu için vesayetçilerin tüm tekliflerini reddetti. İnsan Hakları savunuculuğunu korkmadan yaptı. Bugün boğaz yalılarında oturan ve rejimin parayla şişirdiği sözde sanatçılar FETÖ liderinin elini eteğini öpmek için sıraya girmişken o bütün aklı ve ruhuyla gerçekleri yazıyordu. Hatta bunun için tazminat bile ödedi. Tehdit edildi, konserleri iptal ettirildi. Bunlar, bir aydının, bir sanatçının ardında zaten yeterli bir miras.  Ancak onu eşsiz yapan çok daha başka bir şeydi.

Hep satılık kalemlerden, satılık akıllardan bahsediyoruz. Oysa bozulmuş insan, kalemini satmadan önce kalbini satar. Kendine ihanetle başlar herkese olan ihanet... İlhan İrem, daha en başından kalbini korumak için inzivaya çekildi. Bedelinin ne olduğunu bile bile. Yüreğini, dünyaya geldiği gibi korudu, yanına aldı ve gitti. Güç, makam, şöhret, para, ödüller birçok insana nasip olabilir. Ancak kalbini hiç bozmadan bu dünyada yürümek ve ayrılmak çok az  insana nasiptir...

İnsanı, insan yapan bütün değerleri bir meta yapmaya iten sistem içinde büyük mal, makam, şöhret, para ve ün elde edebilecekken bütün bunları hiçbir parçasına değişmedi İlhan İrem. Fırsatı olmasına rağmen bunları reddedebilmek ancak çok nadir gelen bilge insanlara nasip olurdu. O da öyle oldu.

Dünyada kaç insan kendindeki ışığı azaltmamak, söndürmemek; kendine en ufak şekilde ihanet etmemek için tüm kariyerini, yapabileceklerini ve ulaşabileceği kitleleri elinin tersiyle hiç düşünmeden itebilir? Ve bunu övünmeden, alkış beklemeden, böbürlenmeden ve beylik laflar etmeden başarabilir?...

Dünya tarihi, cennet vadederek cehennem taşlarının ortasında yürüyenlere doluyken kaç kişi kendisine vadedilen ‘cennetten’ sırf o taşlara değmemek için vazgeçebilir? 

İlhan İrem dünyanın kirli parçasının bir yerinde makam, şöhret ve para sahibi olmayı reddetti. Bugün, ülkenin en ihtiyacı olan şeyini yaparak yaşadı.

Onun ölümüyle yeniden eski gazete manşetlerini, Süper Baba dizisini, Bizimkileri, sokakta yakan top oynamayı, misket biriktirmeyi, bir gazetecinin televizyonda istediği soruyu çekinmeden sorabilmesini, bir hakimin kimseden çekinmeden karar verebilmesini, en ufak bir rüşvet skandalında ülkenin çalkalanmasını (Konuya dikkat! Rüşvet skandalını ve sonuçlarını bile!), Cumhurbaşkanını ayda yılda bir televizyonda görmeyi, Parliament Gece Sineması kuşağı müziğini, yeni alınan ayakkabıyla uyumayı, mektup yazmayı, her şeye rağmen gelecek hayalleri kurarak pil bitmesin diye teyp kasetlerini kalemle sarmayı...

Sararken hayalimizde bir anda durduk. Film geriye değil; ileriye gidiyordu! Kalem ve teyp kaseti elimizden düştü. Şimdi her şeyimiz vardı. İstediğimiz kadar müzik. Dilediğimiz kadar WhatsApp mesajı, yüzbinlerce dizi ve film, milyonlarca mail atabilme imkanı, kirlenmek kaydıyla sistemde para, ün hatta makam imkanı... İstediğin kadar tüketip atabilirdik. Tüketip attıkça çoğalacağımızı sandık oysa tükettikçe tükendik. Ama asıl bir şey yoktu. Ve uzun yıllardır Türk halkı olarak yüzleşmek istemediğimiz, her defasında susturduğumuz ve görmezden geldiğimiz bir şey...

Kitlesel halde mutsuzduk... Mutsuzduk ve bunu kısa, geçici hazlar ve isyanlarla bastırmaya çalışıyorduk. Haklı öfkemiz her anımızda bizi başka başka iç kavgalara götürüp duruyordu. O yüzleşmek istemediğimiz, her defasında susturduğumuz ve görmezden geldiğimiz şey kendini her hatırlattığında daha fazla kızdık, daha da hırslandık, daha da acımasız hale geldik. Hedefe giden her yolu mübah yaparken kendimizden de bir o kadar uzaklaştığımızı fark ettik. Evdeki en kıymetli eşyaların olduğu girilmesi yasak olan o kilitli odayı unutmuştuk. İçeriye uzun süredir girmediğimizden onun orada olduğu neredeyse hafızamızdan silinmişti.

İçimizden, sokağımızdan, mahallemizden ve kendi ÖZ’ümüzden nadir kalan çok önemli biri daha gitmişti. Haberi ilk duyduğumuzda anlamadık ama hafızamız bunu biliyordu. İlhan İrem gitmişti. Şimdi neyle, kimle o güzel günlere gidecektik? Şimdi bizi o uzaklaştığımız saf ve zarif tarafımıza kim götürecekti?

Hani gazeteci Mustafa Hoş, “Şefkatli ve sıcak bir el Türkiye haritasını okşasa, bütün ülke hüngür hüngür ağlayacak haldeyiz.” diyor ya. Geleceğe değil, o eski kendimize bir sarılsak, hüngür hüngür ağlayacak haldeyiz...

Çünkü hala her şey bambaşka ve pırıl pırıl olabilir. Hayatımız, sanatımız, ilişkilerimiz, sokaklarımız, doğamız, sahillerimiz, eğitim sistemimiz, siyasetimiz. Bir yol ayrımındayız. Ya savaştığımız şeye dönüşüp kendimize ihanet edeceğiz; ya da zor olan yolu seçip bozulmadan kendimize doğru yürümeye başlayacağız.

“Ruhumda bir yorgunluk
İçimde bir hasret vardı

Gidiyordum son defa selamlayarak
Bırakıp beni bir yol, bir yol ağzında

Son defa, son defa selam sana...” (İlhan İrem - Son Selam)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi