Bülent Vardar
SALON FİLMLERİNİN “FERİT”İNDEN SÜRÜ’NÜN “ŞİVAN”INA: TARIK AKAN VE SİNEMAMIZIN DÖNÜŞÜMÜ
Tarık Akan’ın sinemadaki ikinci dönemindeki değişiminin anahtarı politik bilinç üzerine bina edilmiştir. Zeki Ökten'in yönettiği ve başrollerini Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’le paylaştığı “Sürü” (1977), Akan’ın filmografisinin ikinci döneminin kilometre taşıdır.
Türk sineması özellikle 1950’den başlamak üzere sinema dilinin olanaklarını keşfederek toplumsal yaşamın çelişkilerini, değişimlerini özellikle geniş kitlelere aktarma açısından sözlü kültür geleneğine göre daha kolay ve etkili bir tüketim aracı olan sinemayı başarıyla kullanmayı öğrendi. Sinemamızın bu dönemine, film yapım şirketlerinin kümelendiği sokaktan adını alacak şekilde Yeşilçam Sineması da denildi. Bu sinemanın anaakım filmleri özellikle 1980’lere uzanacak kadar naif, masum bir toplumun izlerini taşıdı. 12 Eylül İhtilali toplumumuzun üzerinden bir silindir gibi geçti ve bu silindirin altında kalan hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı!..
Lütfi Ö. Akad’ın “Kanun Namına” filmiyle başlayan değişim, sinemamız açısından pek çok farklı türde ve içerikteki filmin ve yönetmenin önünü açtı. Sinemamızın Muhterem Nur’dan sonraki ilk kadın starları ve dört yapraklı yonca da denilen Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın gibi; sinema yazarı ve tarihçisi Giovanni Scognomillo’nun “Altı Yönetmen” kitabına da konu olan yönetmenler Lütfi Ö. Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Osman F. Seden ve Memduh Ün, bu sürecin ilk önemli sanatçıları olarak yolu açmışlardı. Her birinin tek tek ya da birden fazla filmi, özellikle sinemamızın 1960 ile 1974 yılları arasındaki dönemine damga vurmuştu. Akad’ın, “Yalnızlar Rıhtımı” (1959), “Hudutların Kanunu” (1966), “Kızılırmak-Karakoyun” (1967), “Vesikalı Yarim” (1967), “Gelin” (1973), “Düğün” (1973), “Diyet” (1974); Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi” (1960), “Yılanların Öcü” (1962), “Susuz Yaz” (1963), “Sevmek Zamanı” (1965); Halit Refiğ’in, “Şafak Bekçileri” (1963), “Gurbet Kuşları” (1963), “Haremde Dört Kadın” (1965); Atıf Yılmaz’ın “Gelinin Muradı” (1956), “Alageyik” (1958), “Keşanlı Ali Destanı” (1964), “Ah Güzel İstanbul” (1966); Osman F. Seden’in “Düşman Yolları Kesti”, (1959), “Seven Kadın Unutmaz” (1965), “Çalıkuşu” (1966) ve Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş” (1958), “Avare Mustafa” (1962) ve “Yaprak Dökümü” (1967) gibi filmleri 50 ve 60’ların önemli filmleri olarak öne çıkmıştır.
Zengin Delikanlı Fakir Genç Kız Filmleri
Sinemamızda 1960’larla birlikte “zengin oğlan, fakir kız” ya da “zengin kız, fakir oğlan” filmleri oldukça popülerdi. Diğer yandan 1960’lara damgasını vuran ve yukarıda kısmen bahsettiğimiz sinema yapıtlarımızın çoğu, “Toplumsal Gerçekçi Sinema” örnekleri idi... Bu akımın içinde özellikle Ertem Göreç ve Duygu Sağıoğlu’nun da isimlerini anmak gerekir. Göreç’in “Otobüs Yocuları” (1961) ve “Karanlıkta Uyananlar” (1965) filmleriyle, Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” (1968) filmi de bu akıma damgalarını vurmuşlardı.
Her iki türü temsil eden pek çok filmde oynayan, özellikle 1970’lerde sinemamızın önemli yapımcısı ve yönetmen Ertem Eğilmez’in “bizim istediğimiz filmlerde oynamazsan sana film yaptırmayız” baskısına direnip, toplumun gerçeklerini yansıtan filmlerde oynamayı oyunculuğu açısından bir hedef haline getiren ve 16 Eylül 2016’da yitirdiğimiz Türk sinemasının büyük oyuncusu Tarık Akan da, sinemaya popüler filmlerle başlangıç yapmıştı. Daha önce T24’de yazdığımız 16 Eylül 2018 tarihli yazımızdan da alıntılar yaparak bu büyük oyuncuyu yeniden anmak istedim.
Tarık Akan, ilk oynadığı film “Emine” (1971) sonrasında, henüz sinema oyunculuğunun başlarındayken, “Suçlu” (1972) adlı filmle 1973 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü almıştı. Fakat o, asıl sinemamızın duygusallık dozu yüksek filmlerinden “Canım Kardeşim” (1973) ile akıllara erken zamanda kazındı.
Tarık Akan’ın Oyunculuk Kariyerinde İlk Dönem
Tarık Akan’ın oyunculuk kariyerinin ilk bölümünde, yönetmen Ertem Eğilmez’in önemli payı olduğunu tespit ve teslim etmek gerekir. Akan, “Canım Kardeşim”den sonra önemli çıkışını Rıfat Ilgaz’ın aynı adlı eserinden uyarlanan ve Ertem Eğilmez’in yönettiği “Hababam Sınıfı” ile yaptı. Filmin odak karakterlerinden biri olan “Damat Ferit”i canlandıran Akan’ın “salon” tarzı filmlerinde de “Ferit” ismi neredeyse “mütemmim cüz”ü olmuştu.
Onun, sinemamızın zarif kadın oyuncuları Gülşen Bubikoğlu ve Hale Soygazi ile başrol eşliğinde üzerine elbise gibi giydiği “Ferit” karakteri, pek çok filmde (“Sev Kardeşim”-1972; “Oh Olsun”-1974; “Ah Nerede”-1975; Delisin-1975) karşımıza çıkar. Dönemin Yeşilçam sinemasında değişik versiyonlarını izlediğimiz “zengin kız-fakir oğlan” (veya tersi, “fakir kız-zengin oğlan”) temaları çerçevesinde de yer alan bu filmler, masumiyetini kaybetmemiş Türkiye’nin, sosyolojik gerçeklerini tam içermeseler de “büyüyememiş bir toplum”un kolektif bilinçaltının düşle gerçek arasındaki gelgitlerini içerir. Tarık Akan, 1970'li yıllarda Yeşilçam'ın büyük jönleri arasında yerini almış ve oynadığı filmlerle adı öne çıkan bir oyuncu olmuş ve özellikle saç stili bu döneme damgasını vurmuştur. (Fotoğraf: Gülşen Bubikoğlu&Tarık Akan:
Ah Nerede)
Oyunculuk Kariyerinin İkinci Dönemi
Tarık Akan’ın sinemadaki ikinci dönemindeki değişimin anahtarı politik bilinç üzerine bina edilmiştir. Zeki Ökten'in yönettiği ve başrollerini Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’le paylaştığı “Sürü” (1977), Akan’ın filmografisinin ikinci döneminin kilometre taşıdır. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı bu filmle Akan, oyunculuğunun pusulasını toplumcu filmlere çevirmeye başladı. Yeşilçam’ın “salon” filmlerinin yakışıklı jönü Tarık Akan, 70'li yıllardaki tarzını değiştirmiş; sakallı, bıyıklı, ezilen emekçi insanları canlandırdığı filmlerde oynamaya başlamıştır. O artık “politik” bir kimliktir. "Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir” diyerek yaşama bakışındaki değişimi ifade eder.
Tarık Akan & Şerif Sezer “Yol” Filminde
Yavuz Özkan’ın yönettiği “Maden” (1978) filmi ile sosyalist içerikli filmlerde de rol almaya devam eden Tarık Akan, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, Almanya'da yaptığı bir konuşma nedeniyle tutuklandı ve 2,5 ay ceza evinde kaldı. Bu süreci anlattığı “Anne Kafamda Bit Var” isimli kitabı 2002’de yayımlandı. Yılmaz Güney projesi ve Şerif Gören’in yönettiği “Yol” (1982), aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye” ödülünü paylaştı ve o, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında aday oldu. Bu noktada Tarık Akan’ın, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yedi kez “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü kazanarak önemli bir başarıya imza attığını da belirtelim. 16 Eylül 2016’da akciğer kanserine yenik düşerek yaşama veda eden Tarık Akan, arkasında onlarca film ve onurlu bir isim bırakarak bu dünyadan sonsuzluğa göçtü... Bu anlamda Tarık Akan’a “İyi ki doğdun” ve “Nice yıllara” diyoruz!..
Yeşilçam Sineması ve Toplumsal Yaşamın İpuçları
Türk sinemasının anaakım bağlamında ve yazımızın başlığına da konu olan zengin kız fakir oğlan ya da tersi nitelediğindeki filmler, bugünün bakış açısıyla gerçeklikten kopuk ve o dönemde Amerikan sinemasını taklit eden filmler olarak algılanmıştır. Aslında bu filmler Türk toplumunun kolektif bilinçaltını aktarma açısından turnusol kağıdı işlevi de görmüşlerdir. “Bizim Aile” (1975), “Aile Şerefi” (1976), “Hababam Sınıfı” (1975) ya da yukarıda adını andığımız “Canım Kardeşim” (1973) gibi filmler, eksiklerine karşın, dünden bugüne toplumumuzun geçirdiği “evrimi” gözlemlemek açısından da ilgi çekicidir ve başat değerleri olan iki anahtar kavram “muhafazakarlık” ve “aile” kavramı bağlamında da toplumsal yaşamın nabzı gibi hareket etmişlerdir.
Bu filmlerde ele alınan muhafazakarlık, laik Tükiye Cumhuriyeti’nin gelenek ve görenekleri bağlamında toplumsal yaşamın izleğini taşır ve toplumumuzun değerlerini propaganda aracı yapmadan ele alırlar. Diğer yandan bu filmlerin pek çoğunda kaba, karikatür lezzetinde bir burjuvazi tasviri yapıldığı gözlemlenirken, orta ve alt sınıfların yaşam tarzlarının daha gerçekçi fırça darbeleriyle ele alındığı dikkati çeker. Şüphesiz köylü tarım toplumundan ve bireysel kimliği gelişmemiş bir topluluktan, devlet eliyle yaratılmaya çalışılan burjuvazinin de, resim lezzetinde olması beklenemez... Bu bağlamdaki filmler ister anaakım isterse de toplumsal gerçekçi tonlar içeren filmler olsun; doğru bir film analizi ve eleştirel bakış açısıyla değerlendirildiğinde, yapıldıkları dönemin kolektif bilinçaltını yansıtan ve toplumsal yaşamımızın ilişkileri açısından da gerçekci sayılabilecek yaklaşımlar içerdiği ve kısmen melodramatik tonlarla da öykülerini anlattıkları dikkati çeker.
Yeşilçam Geleneğinin Son Filmi “Muhsin Bey”
Yeşilçam sineması geleneğini temsil eden son film olarak sektörün öncüsü sinemacılar, yönetmenliğini Yavuz Turgul’un yaptığı “Muhsin Bey” filmini kabul ederler. Bu filmin yapım tarihi olan 1987, aynı zamanda Türk sineması için temel bir değişim ve dönüşümü de temsil etmekte ve bu tarih aynı zamanda Türk sinemasının akil adamlarına göre, “Yeşilçam’ın bitişi”ni de temsil ediyordu. O tarihte Amerikan Başkanı olan Baba Bush ve Türkiye Başbakanı Turgut Özal arasındaki pazarlıktan sinema da nasibini almıştı. Bush, Amerikan sinemasına Türkiye’de uygulanan kotanın kalkmasını ve pazar payını artırmasını istiyordu. Başbakan Özal ise Türk tekstil ürünlerine uygulanan kotadan rahatsızdı. Türk sineması o güne kadar tam bir sektör olamamışsa da görece bağımsız kalabilmişti ve yapım, dağıtım ve gösterim sacayağını kontrol edebilmekteydi.
Yabancı Sermaye Yasasında Değişiklik
Fitili “Yabancı Sermaye Yasası”nda yapılan değişiklik ateşledi. 1980’lerin sonlarında Amerikan majörleri Warner Bros. ve UIP’nin Türkiye’de film dağıtım ağına egemen olmaları yeni bir süreci başlattı. Ulusal sinemamız açısından tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Amerikan film yapım şirketleri, kendi dağıtım şirketleri aracılığıyla film dağıtım ve gösterim piyasamıza egemen olmadan önce, ülkemizde yılda ortalama 125 civarında Türk filmi vizyona giriyordu. Vizyona giren Türk filmi sayısı, Amerikan yapım şirketlerinin film dağıtım ve gösterim ortamına egemen olmasından sonra ilk yıllarda yılda 5 ya da 10 filme kadar düşmüştü.
Ayrıca bu yeni dönemde, sinema salonlarına yüksek teknik standartlarda film izlenme koşullarının dayatılması (gümüş perde, dolbie digital ses sistemleri, rahat ve geniş aralıklı koltuk düzeni vd.) sinemamızı daha zor rekabet koşulları içinde bırakmıştı. Şüphesiz bu sürecin hem olumlu hem de olumsuz sonuçları oldu. Önce olumsuz sonuçlardan başlayalım. Sembol haline gelmiş Emek Sineması gibi “film izleme mabedi” niteliğindeki salonlar birer ikişer kapanmaya başlamıştı. Henüz 90’larda tam bir AVMania oluşmamışsa da, yeni sinemaların açılma merkezleri değişmeye başlamıştı. Arada kapanmadan kurtulabilen az sayıdaki sinema salonunun büyük kısmı ise, “Ay’ı kırpıp yıldız yaparak” pek çok küçük salona dönüşmeye başlamıştı. İstisnalardan birisi, yok oluncaya kadar Emek Sineması olmuştur. Bu sürece uzun süredir direnen Rexx sineması ise, pandemi nedeniyle kapılarını geçtiğimiz aylarda kapattı ve muhtemelen bir daha açılamayabilir!..
Bağımsız Sinemacılar Kuşağı ve Yeni Bir Sinema Anlayışı
Bu sürecin olumlu yanını ise başta Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim gibi “bağımsız anlayışla” film yapan yeni bir yönetmenler kuşağının ve evrensel standartlara daha uygun yeni bir film yapım ortamının oluşmasıydı. Çünkü eskiden “Yeşilçam”ın rahle-i tedrisinden geçmeyen hiç kimse film çekemezken, şimdi söyleyecek sözü olan ve imkan bulan herkes film çekebiliyordu. Sinema sanatıyla kültürel ifade açısından daha demokratik bir sürecin önü açılmıştı.
Ama aynı şeyi dağıtım ve gösterim için söylemek ise zor. Yukarıda bahsettiğimiz standartlara uyamayan sinemacıların filmleri, merkez sinema ağında dağıtım ve gösterim olanağı bulamıyorlar veya en fazla bir hafta sonunda gösterimden kalkıyorlar. Diğer yandan bu merkez sinema ağındaki tekelleşme yüzünden, seyirci garantisi vermeyen bağımsız sinema ya da sanat sineması örnekleri ya çok az kopyayla gösterime girebiliyor ya da hiç gösterim olanağı bulamıyorlar. Ayrıca dünya çapında bir salgına neden olan Covid-19 virüsü, sinemayla birlikte diğer sanat etkinliklerinin de neredeyse ipini çekmek üzere. Pandeminin en kısa sürede bitmesini dilerken, sanatın dönüştürücü ve rehabilite edici gücünün en kısa sürede yeniden başat olmasını dileyelim.