Süreyya Su
Renklerin Canlandıramadığı Anılar Yığını
Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açılan Hafıza Odası adlı sergisi, daha ilk gününde sanatçının işlerinden çok davetlilerin “performansları”yla tepki çekti ve tartışmaları ateşledi. Güneştekin’in işleri bölgede yaşanan şiddete dair düşünmenin, hatırlamanın, soruşturmanın, özür dilemenin ve telafi etmenin imkânlarını aramaya seyircileri davet ediyor. En azından böyle bir niyetle işler sergileniyor. Ama seyirciler soruna dair bir bilinçle ve vicdani bir bakışla sergiyi gezmek ve seyretmek yerine, bir “sanat etkiliği”nde cemiyet insanlarıyla buluşup magazin muhabirlerine poz vermeyi tercih ettiler. Nitekim o pek seçkin misafirler, Batılı uygarlığın ağırlığını hemen üzerlerinden atıp, el ele halay çektiler. Ne de olsa egzotik Doğu’ya gelmişlerdi ve burası her boyutta kural ve normların rahatlıkla ihlal edilebileceği bir istisna bölgesiydi.
Diğer yandan acı olayları hatırlatmak için yerleştirilmiş işlerin önünde mutlu ve gülen yüzlerle hatıra fotoğrafı çektiren insanlar da tepki çekti. Ama Elif Dastarlı’nın belirttiği gibi, bir süredir çağdaş sanat işleri, önünde fotoğraf çekilen bir fon işlevi görüyor ve neredeyse bu amaçla üretiliyor. Seyircilerin bu davranışı, sergideki yapıtların estetik amacıyla çeliştiği için özellikle tepki çekse de, zaten son zamanlarda sanat mekânlarında alışılmış bir âdete dönüştü. Örneğin SALT’ın mekânları ve Arter genellikle her yerinde fotoğraf çekilmek için geziliyor. Güneştekin’in sergisini düzenleyen Pilevneli Galeri’nin diğer sergilerinde de hep “önünde fotoğraf çekilebilen” işler sergileniyor. Bu, Türkiye’deki çağdaş sanatın durumu oldu artık.
Ahmet Güneştekin de aslında piyasa güdümündeki çağdaş sanatın kurallarına uygun hareket ediyor. Bu sergideki işleri çağdaş sanatın bütün özelliklerini bünyesinde barındırıyor: ironi, parodi, pastiş, skandal… Diğer taraftan Güneştekin’in sanatı Duchamp’la çağdaş olmaktan çok ve dolayısıyla avangard bir ruhtan esinini almaktan çok, Warhol’la çağdaş ve dolayısıyla endüstriyel bir üretime dayanıyor. Böyle olduğu için Güneştekin’in sergideki işlerinin ve genel olarak sanatının çağdaş estetik bakımdan çelişkili bir durumu yok. Ama ideolojik bakımdan onun tercihleri eleştirilebilir ki yapılan eleştiriler de ideolojiktir.
Modernist vs. postmodernist
Güneştekin’den en azından bazı kimselerin beklentisi, Kürt kimliğinden dolayı bir yas çalışması yapmasıydı. O yüzden Picasso’nun Guernica tablosundaki gibi bir politik tavrın ifadesini aradı bazı gözler. Ama bulamadılar, çünkü Picasso modernist bir sanatçıdır. O yüzden Picasso modernizmin, hümanizm ve Aydınlanma temelli insan hakları, barış ve özgürlük fikirlerine bağlıdır. Buradan hemen, Güneştekin bu fikirlere bağlı değil hükmü çıkarılmamalıdır. Demek istediğim, bu fikirlere etik bir bağlılık değil, politik bir bağlılıktır. Modernist bir sanatçı için hem her zaman barış ve özgürlük sanatın asıl sorunsallarından biridir, hem de bu fikirlere bir saldırı olduğu zaman onları militanca savunmak için kendini sorumlu sayar.
Ama bir postmodernist ya da bir çağdaş sanatçı barış ve özgürlüğe saldırıya karşı politik bir müdahalede bulunmaya giriştiği zaman bunu medya araçlarını kullanan bir aktivist gibi yapar. Şiirsel bir dille imgeleri kullanmak yerine, reklam diliyle göstergeleri kullanır. Modernist sanatçının amacı şiirsel bir dille vicdanlara seslenmek iken postmodernist sanatçının amacı sansasyonel işlerle bilinçdışına mesajlar göndermek ve duyguları harekete geçirmektir. O yüzden Güneştekin de Damien Hirst gibi anıtsal hacimlerle ve mitolojik göndermelerle seyircide hayret ve yüce duyguları uyandıran işler yapıyor. Ama bunu gerçeklik düzleminde veya Deleuze’ün kavramıyla içkinlik düzleminde değil, hakikatten kopuk gösterenler olarak simulakraların içinde yüzdüğü bir simülasyon evreninde yapıyor.
Modern müze veya galeri bir beyaz küp olarak seyirciler için sanata karşı huşu içinde seyre ve düşünceye dalma (contemplation) ortamı sunar. Çünkü modernizmin seyirciden isteği ve hatta ona verdiği görev, plastik, fonetik veya dramatik, her sanattan estetik bir tat alması ve ondan bir yorum veya anlam üretmesidir. Gelenekle modernlik arasındaki bir ayrım da buradadır. Gelenekte yapıtın anlamı ikonografi ve ikonoloji gibi disiplin ve yöntemlerle öğrenilir; ama modernlikte yapıtın anlamı değil, yapıtı okumak, görme biçim(ler)i öğrenilir. Yani birinde biçimin özellikleri öğrenilir, diğerinde biçim vermenin teknikleri öğrenilir. Bu yüzden seyirci bir tat alabilmek, görmek ve okumak için bir yemeği ağzında yavaş yavaş çiğner gibi incelemeli ve ayrıntılara odaklanmalıdır. Sadece böyle, yapıttaki her parçayı kendi duyumlarından algısına giden sürecin sonunda zihninde çağrışan düşünce imgelerine göre bir araya getirip bütünleştirerek bir yorum veya anlam üretebilir.
Buna karşın, postmodern durumda hız ve tüketim başat olduğu için seyircinin sanat yapıtından beklentisi görmek değil, zevk almaktır. Ama bu zevk, saf ve mutlak bir zevk değil, tıpkı Lacan’ın jouissance’ı gibi, tamamlanmamış, ertelenmiş, yarım kalmış, eksik bir zevktir. Çünkü postmodernliğin sanatsal durumu olan çağdaş sanat, tinsel değil bedenseldir. Yapıt hem seyircinin yönelimi hem de sunumu nedenleriyle kavranmaya uygun değildir. Dinlemek için değil, duymak, görmek için değil bakmak içindir. Günümüzün çağdaş sanat sergilerinde seyirci bir yapıtın önünde sadece birkaç saniye durmaktadır; bakıp geçmektedir. O yüzden bir resmi, bir heykeli veya enstalasyonu bir renk veya şekil kompozisyonu olarak değil, bulanık piksellerden ve şekillerden oluşan bir görüntü olarak duyumsar. Seyircinin duyumdan algıya geçebilmesi için tasvir ve tarif edici araçların olması gerekir.
Apatiden kaynaklı amnezi
Bu yüzden, özellikle piyasa koşullarına bağlı çağdaş sanatın kısıtlı imkânlarıyla bir Hafıza Odası kurmak Korsakov sendromu gibi bir nörolojik defisiti sağaltmak kadar zordur. Hafıza Odası gibi bir proje, aşırı heyecanlanma ve uyarılma yoluyla âtıl hafıza izlerini sadece kısa bir süre için, bir anlığına ortaya çıkarabilir. Ama günümüzün amneziden şikâyetçi ya da şikâyetçi bile olamayacak denli hastalığının farkında olmayan apatik öznesi hafıza izlerini hemen silerek beynindeki karanlık odalara geri gönderecektir.
Büşra Yentürk’e sergi hakkındaki izlenimlerini sorduğumda anlattığı bir anekdot bu duruma iyi bir örnektir: “Sergide görüştüğüm bir kişi, ‘bunlar gerçekten yaşandı mı?’ diye sordu bana. ‘Hiç mi duymadınız?’ dedim. ‘Hayır, duymadım; belki de önemsemediğim için hatırlamıyorum’ dedi.” Başka kişilere de orada insanların mâruz kaldığı şiddet ve baskıya dair bilgiler verdiğinde, “İnanamıyorum, bu doğru olmamalı, aman Allah’ım” efektlerinin havada uçtuğunu söylüyor.
Bu tavır da gösteriyor ki apati ile amnezi arasında sıkı bir bağ vardır. Önemsenmeyen ya da rahatsız eden şey unutulur. Freud bunun bir savunma mekanizması olduğunu söylüyor. Bireyler üzüntü veren şeylerden uzaklaşmak için savunma mekanizmaları kullanır. Bunlardan biri bastırmadır. İnsan hakları, özgürlük ve demokrasi adına konforlu alanlarından çıkıp ödev ahlakıyla mücadele etmeyenlerin bir yüzleşme ortamındaki tepkisi gerçeği yadsımak, yani bilmezden gelmektir. Böylece bütünüyle olumlu nitelikleri haiz bir kimlik olarak ürettikleri imajlarını korumaya çalışırlar. Ama öğrenmiş olmak sorumluluk yüklediği için unutkanlığa sığınacaklar ve akıllarında sadece bağlamı olmayan renkli göstergeler kalacaktır.
Bir apatik özne için bir sanat sergisini gezmek renkler ve şekillerle ilgili bağlantısız izlenimlerin ötesinde bütünlüklü bir deneyim kazandırmaz. Hafıza Odası’nı gezen bir apatik özne, göstergeler olarak sanat yapıtlarının gösterdiği isimlerin kime ait olduğuyla ilgilenmez. Görmeye çalışmadığı, sadece baktığı için okuduğu adlar hafızasında askıda kalacak ve hemen unutulup gidecektir.
Yanılsamalar yığınının kayıp seyircileri
Bu durum, Oliver Sacks’ın anlattığı Korsakov sendromu vakalarına benziyor.* Sacks, hafızasının büyük bölümünü kaybetmiş, Jimmie adlı ilginç bir Korsakov hastasını anlatır. Jimmie, ona söylenen ve gösterilen her şeyi birkaç saniye içinde unutmaktadır. Bazen, bazı anıları silik bir şekilde hatırlamaktadır. Görünüşe göre, olayları hafızasına kaydetmesinde bir sorun yoktur ama anılar hafızasında kaybolmaktadır. Oliver Sacks’ın deyişiyle, “Etrafı bir unutma hendeği veya uçurumuyla çevrilmiş, tek bir varoluşun ânına hapsolmuş biri gibi”dir. Sacks, amnezisi bu kadar güçlü birine daha önce tanık olmamıştır. Jimmie’nin amnezisi, bütün deneyimlerin ve olayların içine düştüğü dipsiz bir kuyu, bütün evreni yutan bir kara delik gibidir. Jimmie, hızla birbirini takip eden değişik duyumların bir toplamı veya yığınından ibaret hale gelmişti. Yine de kendini kötü hissetmiyordu, ama iyi de hissetmiyordu. Aslında hiçbir şey hissetmiyordu. Ona bir süreklilik ve zaman algısı verecek hafızadan yoksun olduğu için yaşadığını bile hissetmiyordu.
Başka bir Korsakov hastası da hiçbir şeyi birkaç saniyeden fazla aklında tutamıyordu. Önünde hep amnezi çukurları açılıyordu ama o bu çukurların üzerine, uydurduğu hikâyelerle köprüler kuruyordu. Bu hasta sürekli unuttuğu anıları telafi etmek için durmadan hikâyeler uyduruyordu. Onun için dünya kaybolmaya, anlamını yitirmeye, tükenmeye devam ederken, onun sürekli çaresizce anlam araması, icat etmesi ve hafızasındaki boşluğu yamaması, köprüler kurması gerekiyordu. Ancak bu köprü ve yamalar ne kadar yaratıcı olursa olsunlar, gerçekle bağdaşmayan birer sabuklama ve uydurma oldukları için işe yaramıyorlardı. Onun hayatı sürekli değişen, parlak, rengârenk bir yüzeye indirgenmişti. Derinlikten yoksun olan bu yüzey yanılsamalardan oluşan bir yığından ibaretti.
Hafıza Odası’ndaki işler de, renkli bir görüntü bolluğu halinde yanılsamaya neden olan perspektifler üreterek serginin ve seyircinin bulunuş nedeninden bir sapmaya neden oluyor. Sergideki parlak ve rengârenk işler yol işaretleri gibi seyirciyi yakın zamanda bölgede yaşanmış trajik olayları düşünmeye ve hatırlamaya yönlendirmeyi amaçlıyor olsalar da, önünde fotoğraf çektirilen bir fon olmaktan kaçınamıyorlar. Çünkü acı estetize edilerek gerçekle bağdaşmayan bir melodram üretiliyor. Öte yandan, sergide toplumun hafızasındaki boşluk sanatla doldurulmaya çalışılsa da, yapıtlar bilişsel bir muhakeme yapmaya imkân verecek şekilde olaylarla ilişki kurma yetisinden yoksunlar. Herhangi bir anlama karşılık gelmeyen göstergeler yığınıyla amnezi çukurları doldurulabilse de anılar sergideki çok renkli görüntü bolluğu içinde kayboluyor. Dramatik olanı estetize eden yapıtlar, hatırlatmaktan çok hatırlamanın acısını bastıran bir etki üretiyorlar.
*Oliver Sacks, Karısını Şapka Sanan Adam, çev: Orhan Düz, YKY