Memetcan Demiray
Özgürlüğün sonbaharında...
Yavaş yavaş alıştırıldık. Ve nihayet günümüzde maça gitmekten seyahat etmeye kadar birçok sıradan aktivite için "sistem"e kaydolmak, özel kartlar almak gerekiyor. Covid-19 şartlarında bu tabloya bir de "aşı sertifikası" eklenince komplo teorisyenlerine gün doğuyor! Yoksa artık "dijital köleler" miyiz? Sahi, neler oluyor?
Şanslıydım ki ailem sayesinde henüz 11 yaşında yurt dışıyla tanıştım. O seyahatlerden kalan anılar bir yana, çocukluk pasaportumdaki İtalya'ya giriş damgası bugün hayli ilginç görünüyor. Düşünsenize... İpsala'dan çıkmışız, otomobille Belgrad senin, Floransa benim, rahatça gezilebiliyor! Altınızdaki Murat 131 su kaynatmadığı müddetçe!.. Ve Yunanistan hariç birçok ülke sizden vize istemiyor!
Hayatımın ilk futbol maçına da yine o yıllarda gittiğimi hatırlıyorum. Dolmabahçe yokuşunda akşam trafiğine yakalandığımızda bir değnekçi "Gel abi, gel!" diyor, annemin anî kararı ve babamın hızlı manevrası birleşince kendimizi İnönü Stadı'nın otoparkında buluyorduk! Dört kişilik aile, ne olduğunu anlamadan tribüne oturmuştuk! Üstelik üç otuz paraya!.. Ve Galatasaray 4-2'lik maçta Bursaspor'u yenerken en çok Yeni Açık'ın (şimdi hayallerde kalan) Boğaz manzarasından etkileniyor, rakibimiz Beşiktaş'a daha da sempati duyuyorduk!
'OLAĞAN' ARTIK MARJİNAL...
Galatasaray stadı ışıklandırıp Mecidiyeköy'e yerleştiğinde de durum değişmeyecekti. Cebimizde bir paket sigara, bir köfte - ekmek parasına dilediğimiz an Ali Sami Yen'e girmek serbestti! Öyle ki işsiz güçsüz gezdiğimiz bir gün maç olduğunu tesadüfen görüyor ve UEFA Kupası kazanacak kadroyu Bologna karşısında izliyorduk! Ve en önemlisi, tüm bunların "sıradan" aktiviteler olduğunu biliyorduk.
2000'lerde önce kombine biletlerle dijitalleşme başlayacak, maça gitmek bir nebze zorlaşacaktı. Ardından devlet, "Passolig" diye bir kart çıkararak konuya dahil oluyordu. "Büyük birader" şimdi hangi tribünde, hangi koltukta oturduğumuza kadar bilmek istiyordu. Elbette bunun için "anlaşmalı banka"ya cüzi bir ücret (!) ödememiz şarttı! İyi de ya yanımızda Passolig'i olmayan, takım bile tutmayan bir misafirimiz varsa?.. O sizin sorununuzdu! Zaten biletiydi, ulaşımıydı, yemeğiydi derken bir maç izlemek neredeyse bin liralara varmıştı.
Her şey o kadar hızlı oluvermişti ki... "Olağan" artık marjinal, bir zamanlar "özgürlük" olansa "imtiyaz"ın ta kendisiydi.
'HES KODU' YOKSA EKMEK DE YOK!
Benzer bir dönüşümü hayatın diğer alanlarında da yaşıyorduk. Bankadan para çekmek, doktor muayenesi, ev kiralamak, hatta internetten alışveriş yapmak bile "TC kimlik numarası" gerektiren, komplike işler haline gelmişti. "Sistem" artık nerede nefes aldığımızı bile izliyordu.
Tüm bunların üstüne Covid-19 salgını tüy dikecek, sadece bizde değil tüm dünyada yeni takip uygulamaları devreye girecekti. Şimdi her birimizin cebinde birer "HES kodu" vardı ve o olmaksızın "kapatma"larda evden çıkmak, bir hamburger yemek bile imkânsızdı!
Sorun değildi, mesele halk sağlığı ve dayanışmaysa Korona'nın kestiği parmak acımazdı! Ama henüz her şey bitmemişti. Birazdan elimize nur topu gibi "aşı sertifikaları" tutuşturulacaktı.
YA TRENE 'AŞISIZ BİRİ' BİNERSE?!..
Şimdilerde Avrupa'da da harıl harıl tartışılan "aşı kartları", aşılıların güvenle kapalı alanlara girmesini ve aşısızları sosyal yaşamdan tecrit etmeyi hedefliyor. Böylece insanların aşıya teşvik edilmesi bekleniyor. Hatta bir adım ileri giden Almanya, toplu ulaşımı da "aşı kartı"na dahil etmeyi düşünüyor.
Konuyu Die Welt gazetesinde ele alan Thomas Vitzthum ise trenlerin uçaklara benzemediğini vurgularken pratikte denetlenme imkânı bulunmadığını belirtiyor. Dahası... "Kondüktörler aşısız birini bulduklarında ne yapacaklar? Kolundan tutup dışarı mı atacaklar?" diye soruyor!
Gelinen noktada insan, devletlerin toplumları "aşılı - aşısız" diye bile isteye kutuplaştırdıklarını düşünmeden edemiyor. Nitekim aşı tartışması yüzünden dağılan aileler, bozulan evlilikler ve birbirine nefret duyan yakın arkadaşların haberleri Batı basınında hiç eksik olmuyor. Bu da Covid 19'u "küresel bir plan" olarak gören komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ sürüyor. Sahi, neler dönüyor?
DEVLETLERİN İŞİNE GELİYOR
Bu soruya "maske zorunluluğu" üzerinden yanıt veren siyaset felsefesi profesörü Hans-Martin Schönherr-Mann, öncelikle Kant'taki "ödev ahlakı"nın gönüllüğü esas aldığını ama devletlerin "ödev"i artık yasa zoruyla uygulattıklarını hatırlatıyor. Böylece iyi niyet ve dayanışma esasına dayanması gereken bir önlem, yeni bir hukuki zemin doğuruyor.
Yine Mann'a göre "zorunlu" maskeler, kimliğimizi silikleştirip toplumsal diyaloğu azaltırken birbirimize olan saygıyı da azaltıyor. Bu da tam olarak despotik devletlerin işine geliyor.
Böylece Metrobüs'ler tıka basa doluyken neden mekânlardaki müziğin 12'den sonra yasak olduğunu anlayabiliyoruz. Yakında sosyal medya "suçları"na hapis cezası geliyor. Ve Tunç Soyer'in İzmir tanıtım videosunda bir çift rakı içiyor diye olay oluyor! Nelere alıştırıldık, daha da nelere alışmamız isteniyor.
'ÖZGÜRLÜK' SU KAYNATIYOR!
"Somut olan özgürlük değil, özgürlüğün olmayışıdır. Özgürlüğü özgürlük olmayış durumundan çıkartırız, akıldan değil" derdi felsefe hocamız Prof. Dr. Ömer Naci Soykan... Her kaybettiğimiz hakla "özgürlük" nedir, daha da iyi anlaşılıyor. Fakat o arada iş işten geçmiş oluyor.
Öyle veya böyle... Covid-19 bir olgu ve aşıların şu an için ölümcül semptomları engelleyen tek enstrüman olduğu biliniyor. Ama devletlerin komediye kaçan tutarsızlıkları devam ettikçe bu pandemi daha çok uzayacağa benziyor. İşte New Jersey'de "sahte aşı sertifikası" satarken yakalanan şebeke de buna örnek teşkil ediyor!
Tıpkı Prof. Mann'ın dediği gibi, limuzin kullananlardan tren yolcuları için çözüm üretmelerini bekliyoruz! Oysa "özgürlük" için bazen su kaynatan bir Murat 131 bile yetebiliyor.