Özlem Yalım
ORJİNAL OLMAK
Son günlerde izlediğim yapımlardan biri İtalyan yönetmen Luca Guadagnino ‘nun imza attığı We Are Who We Are isimli serisi. BluTV’de izleme fırsatı bulduğum bu yapım, İtalya’daki bir Amerikan askeri üssünde bir arada yaşayan farklı yaştan, ırktan, etnik kökenden, inanıştan ve kültürel geçmişten gelen insanların hikayesini anlatıyor. Dizinin başlığı, her bölümde gittikçe iç içe geçerken kimi zaman da ayrışan olaylar karşısında hissettiklerim için bir çıkış noktası aslında: Olduğumuz Kişiyiz. Bu dizideki insan profilleri, “Kimsek o kişiyiz işte ve bunun sorgulanacak bir yanı yok” diyor bize.
Bu yapımı izlerken, sıkça aklıma düşen bir kavram var: Orijinallik. Dizideki insanlar sui generis, yani nevi şahsına münhasır karakterler. Özenle bir araya getirilmişler çünkü söylenmek istenen söz bu, hepimiz birbirimizden farklıyız ve bir arada yaşamanın bir yolunu bulmalıyız. Lezbiyen bir asker çiftin ergen oğulları etrafında dönen hikaye, kimilerince marjinal sayılabilecek gençlik hayatına, sevgisi sınırlı bir babaya, kaybolmuş bir anneye, cinsiyetini değiştirmek isteyen bir genç kıza uzanırken hep bu farklı karakterlerin birbiri ile nasıl uzlaşmanın yolunu bulduklarını izliyoruz. Bu insanlar davranışları ile, varoluşları ile orijinaller ve bu duruşlarını da güçlü bir biçimde savunuyorlar.
HERKESİN VE HİÇ KİMSENİN DERDİ: ÖZGÜNLÜK
Biz tasarımcılar için özgünlük önemli bir konudur. Cümlemi baştan şöyle yazayım: Orijinallik, tasarımcılar için bir meseleydi, ancak artık herkesin meselesi. İçinde bulunduğumuz bol yalanla dolu dünyanın içinde orijinal olabilmek kadar, orijinalliği korumak ve savunmak da büyük bir çaba. Her türlü yaratımın, her an tekrarlanarak paylaşılması, yaratıcısından bağımsız olarak anılması, başka yaratıcılara atfedilmesi, parçalanması, bölümlere ayrılması, bu parçaların dahi yeniden yorumlanması gibi durumlarla hemen hemen yaratıcı endüstrilerin tümünde rastlanıyor. Bir yaratımın orijinalliğinden artık ne kadar söz edebiliriz? Diğer yandan insan kendi varoluşu ile başlı başına bir orijinal eser. Asıl önemsememiz gereken galiba bu.
Güncel sanat dünyası, biraz da sanat kavramının barındırdığı tüm değerler çerçevesinde, orijinalliğin karşıtı gibi duran kavramları da en az özgünlük kadar kutsuyor. Günümüzde sanat eseri denilen meta, köşesine yaratıcısının imzası iliştirilmiş bir eşsiz eser olmaktan çok uzakta, ki o imzanın bile eserin üzerine konulabilmesi için yüzyıllar geçti, zira yaratmak Tanrı’ya mahsus bir işti. Yeniden üretim, çoğaltma, çağrışım gibi metotlar çağdaş sanatın en çok başvurduğu yöntemler. Her gün gelişen dijital araçların ve yöntemlerin sunduğu imkanlar, orijinal eserler üzerinden yeni orijinaller yaratılmasına imkan veriyor. Burada her şeyin sanat, herkesin sanatçı olarak anılabileceği yeni tartışmalara kapı açmak mümkün. Örneğin herhangi bir sanat sergisinde görülen bir eserin fotoğrafını çekerek, bunu akıllı cihazlardaki filtrelerle bambaşka bir imge haline dönüştürüp paylaşabilirsiniz. Bunu yaptığınız anda orijinal üzerinden size özgü olanı yaratmış olursunuz. Bu imgeyle sınırlı geçici varoluş bile sanatın soyutluğu adına çok da iyi bir vaka gibi geliyor bana. Belki de bu eğilimin ve meşrulaşmanın başlangıç noktasını Duchamp veya Warhol’de arayabiliriz; her ikisi de sanatlarını var olan nesneler ve imgeler üzerinden inşa etmişti.
KOPYACILIK VE TAKLİT
Tasarımı sanattan ayıran keskin hatlardan biri de burada. Amacım tasarım-sanat ayrımına girmek, en azından bu yazıda değil. Yine de, yukarıdaki durumu düşününce, tasarıma dayalı mesleklerde bu kadar kolay gerçekleştirmemizin pek mümkün olmadığını biliyorum. Bir tasarım nesnesini, mesela bir posteri, giysiyi, otomobili veya mobilyayı, ya da bir binayı yeniden ürettiğiniz anda buna kopyacılık deniyor. Özgür bir bireysel ifade aracı olarak tanımlanan sanata karşılık, tasarım, ekonomiye katma değer sağlayan bir meslek ve burada bu türden bir anlayış olarak kopyacılık aslında suç kapsamına giriyor. Haksız rekabet yaratan bir unsur olan kopyacılığın teknik boyutu uzun ve detaylı bir konu ve buna bir Pazar yazısında girmek çok de anlamlı değil. İşlerini, yaratımlarını sürekli taklit üzerine kurgulamış pek çok işletme olduğu gibi bireysel tasarım anlayışında da bu “esinlenme” alışkanlığından kurtulamamış pek çok tasarımcı, modacı, reklamcı veya mimar var. Böylesi bir durumu sürekli uygulayanları orijinal, otantik veya özgün olarak anmak pek mümkün değil.
Bildiğimiz üzere yaşamına yeni başlayan bebek canlılar önlerindeki örnekleri taklit ederek hayatta kalırlar. İnsan yavrusu yaşamının ilk yıllarında tek başına hayatta kalamasa da tüm gelişim sürecini yine içinde bulunduğu yaşam ortamını kendine örnek alarak büyür ve gelişir. İnsan yaratımları için çoğu kez doğayı taklit eder ve buna doğadan ilham almak gibi güzel de bir açıklama yapıştırıverir. Taklit ve kopyacılık arasındaki farkı böyle sularda arayabiliriz. Biri masum ve öğrenmeye, gelişime dayalı, diğeri ise art niyetli ve çıkarcı.
Gerçek anlamda tasarım, daha önce yapılmamış olan ile, yani yeni ile ilgilenir. Yeni kavramı farklı olan demektir; orijinal olandan bahsederken de bir tür farklılıktan bahsediyoruz aslında. Bu farklılık, her iki kavramı da ötekileştirmeye yeter. Tasarıma dayalı mesleklerin talihsizliği, tam da buradan, psikolojik bir algı probleminden başlar işte.
FARKLI OLANI DIŞLAYAN “NORMAL” İNSANLAR
Tüm varlığını, gelişimini, bugün sahip olduğu değerleri yaratıcı düşünce becerisine sahip olan insanlığın, sahip olduğu bu özel değeri rafa kaldırıp, sürüler halinde yaşamayı tercih etmesinin nedenleri sanıyorum Moslow da aranmalı. Farklılıklar ile donatılı bir yaşamın baş ağrıları yerine normlar içinde yaşamayı tercih etmek kuşkusuz daha kolay. Normlar bizi sürü yapar. Son dönemde özledeğimiz normallerimiz aslında hiç de iyi bir şey değil bana göre. Fazlası ile normalleşmiştik ve bu büyük sıkıntı idi.
Sürünün dışına çıkabilenler, toplumda, siyasette, teknolojide, bilimde, sanatta ve tasarımda fark yaratanlardır. Bu bireylerin hayatı kuşkusuz sürü hayatını yaşayanlara göre daha zorlu.
İzlediğim dizinin ana kahramanlarından biri Fraser. Önceden New York ta yaşadığını anladığımız ve bir moda tutkunu olan bu ergenin giyim tercihleri, ilgilendiği alan ve buradaki bilgisi doğrultusunda diğerlerinden farklı. Bu farklılık bile onun gay olarak algılanmasına yetiyor, oysa kendi bile henüz cinsel eğiliminin nerede olduğunu bilmiyor; o da daha arıyor. Dizinin bir yerlerindeki diyalogda isyan ediyor: “Ailemin lezbiyen olması benim de gay olduğum anlamına gelmez!” Canım Fraser, olsan ne olur? Sonuçta olduğumuz kişiyiz işte, we are who we are ! “Sen sadece orijinal bir çocuksun ve bana göre harikasın” diye bağırıyorum izlerken ekran karşısında.
ORİJİNAL OLANIN DÜŞMANI MUHAFAZAKAR DÜŞÜNCE
İçinde bulunduğumuz, bana göre aşırı muhafazakar toplumda, en çok yargılandığımız unsurlardan biri giyim tercihlerimiz. Aydın kitleden gazeteci Meral Tamer’in bile, kısa şort giyilmesine laf söylediği o günleri, bir kız çocuk annesi olarak unutmadım ve o günden itibaren tek kelime dahi okumadım yazdıklarından. Maalesef o düşünce yapısı ile yüzleşince, toplumumuzun içine düştüğü karanlık büyük bir hayal kırıklığı olarak çökmüştü üzerime. Muhafazakarlığı uzakta aramamalıyız. Orijinal olmaya, kendimiz gibi olmaya, özgün olmaya, kültürel kodlarımız elverişli değil aslında. Bunu kabul edip köşesine çekilenlerle ve bu düşünce yapısı ile savaşılmalı bu toplumda en çok da: Beklenen değil, beklenmeyen yerden gelen muhafazakarlıkla.
Orijinal giyinmek elbette açık giyinmek değil. Ancak aynı düşünce yapısının farklı renkteki saçtan, cinsel yönelime kadar farklı olan her şeyi, için için ötekileştirdiğini kendi çevremden bile on değil, yüz örnekle gördüm, görüyorum. Biz bu iklimde nasıl yaratıcı olabiliriz?
Toplum sınıflarını ve yargılarını imgeler üzerinden üretiyor. Cihangirli bir cool gibi görünmek için belirli bir giyim kodu var. Caddeli olmak için de. Ankara sokaklarında İstanbullu (?) gibi giyindiğinizi söyleyen bir arkadaşınız olabilir. Bir genci varoş olarak nitelendirmek için de giyimine saçına bakıyoruz, kadını orospu olarak yaftalamak için de kıyafetine makyajına bakıyoruz. Her fırsatta başka ülkelerdeki kraliyet ailesi mensuplarının veya milyarder şirket sahiplerinin bir kot bir t-şhirtten ibaret olan giyimlerini alkışlıyoruz da, İstanbul’da lüks bir otelin lobisinden içeri o kıyafetle girmeye kalksanız, daha kapıdaki güvenlik görevlisinin küçümser bakışlarına takılıyor giyiminiz, çantanızdaki olası tehlikelerden önce.
Hadi itiraf edin, hepiniz yapıyorsunuz. Coco Chanel‘in bana göre pek zarif kıyafetlerini giyen hanımefendiler bile, gittikleri davetlerde kulaktan kulağa birbirlerini giysileri, saçları ve çantaları ile yargılamıyor mu? Oysa bizzat Coco, orijinal olmanın, kalıcı olmak demek olduğunu söylemişti. İç içe geçmiş iki C harfinden oluşan meşhur logosunun, bunca kopyalandığı ve sınıf atlamayı, bulunduğu sınıfı ifşa etmeyi isteyen her insanın üzerinde diğer filigranlar gibi rastlanabildiği bir dünyada, ne büyük ironi ! Şimdi Chanel, hala orijinal mi? Belki de orijinal fikri bunca kopyalandığı için kalıcılığı garanti, ama üzgünüm bana göre hiç de orijinal değil. Çünkü yeni değil, heyecan verici değil, farklı değil !
SAMİMİYET ORİJİNALDİR.
Orijinal olmak bir bakıma sahicilik demektir. Sahicilikte samimiyet vardır. İçtenlikle ortaya konan her yaratım, zaten yaratıcısının samimi hikayeleri ile ilişkili olduğu için sahici, yani orijinaldir. Yenilik yaratma fikrinin altında ezilen tasarım dünyası çok uzun zamandır, orijinalliğin artık gereksiz ve imkansız bir arayış olduğu fikrinde birleşiyor gibi. Yeni bir sandalye tasarlamaya gerek olup olmadığı modern dünyanın önemli tartışmalarından biriydi. Yenilik zaten modernite ile üstümüze çökmüş bir gereksinim haline dönüşen bir kavram. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren teknik ve teknoloji öylesine büyük değişimler sundu ki, sanatın ve tasarımın her alanında ortaya konan yenilikler, aynı zamanda eşi benzeri önceden görülmemiş oldukları için, orijinal ve özgün olarak sıfatlandırıldılar. Teknik ve teknolojideki gelişim kartelleştikçe, bireyin bunlara ulaşması, ilişki kurması zorlaşıyor. Bu nedenle sanıyorum, orijinal fikirlere ve yeniliğe bireysel düzeyde imza atmak güçleşiyor. Orijinal olmanın gereksiz bir çaba olduğu söylemlerini destekleyen en büyük unsurlardan birinin bu çaresizlikte yattığını düşünüyorum.
Heidegger’in, insanı doğaya bütünleşmiş (gömülmüş), bir varlık olarak tanımlamasından ve şartlar ne gerektiriyorsa onunla uyum içinde yaşayabildiğinden bahsetmesini seviyorum. Alman filozofa göre, asıl özgünlüğümüz (otantikliğimiz) burada, günlük yaşantımızın akışında. Bu felsefe bize, orijinal olmak için çaba sarf edenin aslında nasıl da özgünlükten uzaklaştığını anlatır. Oysa insan kendini bulduğu doğa içinde (elbet doğa derken insanın yaşadığı kendi doğası her ne ise onu kast ediyorum) uyumla ve çabasız bir yaşam sürebilirse, etik bir yaşam da sürebileceği gibi, özgün düşünceleri de orada bulacaktır. Orijinal olun !