Ölümü mahcup eden gülücük: ‘Ahmedo Bira’

Çetin Altan “Kozmik Takvim” başlıklı unutulmaz yazısında bize şöyle seslenir: “Düşünün ki kozmik takvimin ölçülerine göre bir saniyenin ancak altıda biri kadar, yani ancak 10 salise yaşıyorsunuz…” Böyle bir zaman ölçüsü içinde ister 63 yıl, ister 93 yıl yaşamışsın, hiç fark etmez. Nasıl yaşadığın ve geriye nasıl bir eylemlilik izi bıraktığındır fark edecek olan… Ahmet Tulgar, eksi sonsuzla artı sonsuz arasında böylesi fark yaratacak bir ömür sürdü ve bize onsuzluğun onmaz acısıyla hüznünü bırakarak, bir de o muhteşem gülümsemesini yadigâr kılarak uçtu gitti.

İnsanlığımızdan eksilerek erkek ya da kadın oluruz.

Ahmet Tulgar böylesi bir insanlıktan eksilmeyi 63 yıllık pırıl pırıl ömründe ısrarla, inatla, inançla ve yüzünden hiç eksilmeyen o şefkatli gülümsemede içkin dirençle reddetmiş bir cevherdi.

Ne kadar değil, nasıl yaşadığınızdır esas olan.

Ahmet öyle bir yaşadı ki…

Samanyolu da selâm duracaktır sonsuzluğa açılan yoluna karşıcı…

Alaimisema (GÖKKUŞAĞI) da selâm duracaktır sonsuzluğa açılan yoluna karşıcı…

Ve…

“Her insanın bir öyküsü vardır,

ama her insanın bir şiiri yoktur”

…diyen şair de selâm duracaktır onun sonsuzluğa açılan yoluna karşıcı!..

***

Ahmet bir şiir gibi yaşadı şu üç günlük hayatı.

“Acıyı bal eyledik” dizesinin ete-kemiğe bürünüp can bulmuş haliydi.

Sosyalist devrimciliğin güldükçe güller açan yüzüydü.

Ve mesleki anlamda, edebiyatın gazetecilik olarak yola devam ettiğinin resmiydi.

***

Çetin Altan’ın “Kozmik Takvim” başlıklı unutulmaz bir yazısı vardır.

15 milyar yıl önceki “Büyük Patlama”dan başlangıç yapan kozmik takvimde 40 milyon yıl bir güne, 30 bin yılsa bir dakikaya eşittir. Altan, insanın ortaya çıkışından bu yana geçen 2-2,5 milyon yılın bir saat 15 dakika, İsa’nın doğuşundan (Milat’tan) bu yana geçen zamanın ise 4 saniye olduğunu kaydederek ekler:

“Ve düşünün ki kozmik takvimin ölçülerine göre bir saniyenin ancak altıda biri kadar, yani ancak 10 salise yaşıyorsunuz.”

İşte bu kadar. Böyle bir zaman ölçüsü içinde ister 63 yıl yaşamışsın, ister 93 yıl yaşamışsın ya da Deniz’ler-Mahir’ler gibi 20 küsur yıl, Ali İsmail gibi 19 yıl yaşamışsın, hiç fark etmez.

Nasıl yaşadığın ve geriye nasıl bir eylemlilik izi bıraktığındır fark edecek olan…

Ahmet, eksi sonsuzla artı sonsuz arasında işte böylesi fark yaratacak bir 10 saliselik ömür sürdü ve bize onsuzluğun onmaz acısıyla hüznünü bırakarak, bir de o muhteşem gülümsemesini yadigâr kılarak uçtu gitti.

***

2003 yılında Can Dündar’la birlikte Milliyet gazetesi için hazırladığımız “Popüler Kültür” eki vesilesiyle tanıdım ben Ahmet’i. Ana gazete için yaptığı o eşsiz tattaki söyleşilerden farklı olarak hayatın güncel akışı içinde olup bitenlere ilişkin, her biri tarihe birer inci tanesi gibi düşecek denemeleriyle zenginleştirdi-renklendirdi ekimizi…

O süreçte ondan üç anı-söz hatıramda her daim bakidir: Birincisi, “Popüler Kültür”de Matrix üzerine kaleme aldığım “Kaçın, makineler geliyor!” başlıklı yazıma ilişkin, yine o yumuk yumuk gülümsemesiyle harmanlı, “Okuduğum en güzel sinema yazısı” deyişi…

İkincisi, bir sohbette gündelik hayatın hay-huyu içinden bir sıkıntımı-kaygımı paylaştığımda yine o ışık ışık üzerime boca ettiği gülümsemesi eşliğindeki sözleri: “Tayfun’cuğum, devrimciler böyle meseleleri takmazlar kafalarına…”

Ve üçüncüsü, “Popüler Kültür”ün yayınına son verildiğinde hem üzüntümü paylaşmak hem de başından sonuna emek emek katkısından dolayı teşekkür etmek için gönderdiğim mesaja verdiği yanıt:

“Sen, benim kardeşimsin. İleride yine çok güzel işler yapacağız!..”

***

Yaptık da! Mesela 2006-2008 arasında BirGün’de yine nerdeyse gün be gün iletişim içindeydik. Ayrıca kâh o Ankara’ya geldi, çalıştığım üniversitede öğrencilerimin ufkunu açtı, gülümsemesini onların kalplerine nakşetti; kâh ben İstanbul’a onun düzenlediği etkinliklere gelip konuştum.

Ama esas 2018 yılında o zaman yazmakta olduğum Cumhuriyet gazetesinde yayın yönetmenliğini üstlendiğim “Cumhuriyet PA7AR” eki için tekrar kapısını çalınca hiç tereddütsüz kabul ettiğinde;

Ve tam da “Popüler Kültür”de bıraktığımız yerden, sanki daha dünmüş gibi yeniden işe koyulduğumuzda;

İşte o zaman onun 14 yıl önceki, “Sen benim kardeşimsin, ileride yine çok güzel işler yapacağız” arzusu-hayali-kehaneti, artık ne derseniz deyin, hayata geçmiş oldu.

İnanmıştı, inanmıştım ve işte olmuştu.

Ahmet’ten bana bâki kalan kubbede, birlikte omuz omuza, kalp kalbe, dimağ dimağa sürdürülmüş bu kalemdaşlıktır.

***

“Popüler Kültür” yıllarında Ahmet bir yandan da harıl harıl Kürtçe öğreniyordu.

Çünkü Ahmet, bu coğrafyanın hepimizi kahreden ama siyasilerin ekmeğine hep yağ sürmüş, onların kanla beslenip semirmelerini mümkün kılmış ezeli Kürt sorununu aşma yolunda ayrımcılığa uğrayan kimliği-kültürü duyumsamaktan yanaydı.

Ahmet için Türklük-Kürtlük ikiliğinden, kutuplaşmasından, ötekileştirmesinden çıkış, birbirimizi anlamaktan da öte “birbirimizi yaşamak”tan geçiyordu.

Dolayısıyla yapılması gereken, kendindeki eksikliği giderme yolunda “Öteki” ile, onun dili ile zenginleşmekti.

İşte o gün bugündür "Ahmedo Bira" (Ahmet Abi) o benim için...

***

20 yıllık dostluğumuzda bir gün bile yüzünü asık görmedim Ahmedo Bira!..

Her daim Nâzım’ın o şaheser dizesindeki gibi “Tas taş ışık dökünüyorum başımdan aşağı” dercesine ışık ışık gülümsedin durdun…

Ve ölüm kapını çaldığında da “Ah edip vah edip inleme” ne kelime, yumuşacık kahkahalarınla gülerek karşılamış, neye uğradığına şaşırtmışsındır onu, kesin!..

Bırakıp gittin bizi; “Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler” demekten başka yapacak bir şeyimiz yok.

Yukarıda yoluna karşıcı çıkıp selâm duracakları yazdım ya, bir de tabii seni kucaklamak üzere karşına çıkacaklar var: Mahir’ler, Deniz’ler, Ahmet Kaya’lar, Ali İsmail’ler… Aşağıda paylaşacağım satırlarının yazılı olduğu, sarardıkça daha da vazgeçilmez ve tutkulu bir bağlılığa yol açan gazete sayfaları ellerinde, kollarını açmış halde, gülümsemeleri senin gülümsemenle yarışır vaziyette çoktan karşındalar belki de!..

***

Tekrar Çetin Altan’a dönecek olursak, kozmik takvimin çaresizliği karşısındaki insana ne yaparak çıkış yolu bulmasını öneriyordu o?..

Elbette “düşünce mucizesi”ne sığınarak:

“On saliselik yaşamlardan ve bir saat bir çeyreklik bir varoluş sürecinden böylesi bir ‘düşünce mucizesi’ çıkması, düşüncenin kendisini dahi ürpertmektedir…”

O halde Ahmedo Bira, senin kozmik takvimi de hizaya çeken “mucize”lerinden örneklere içimiz aşkla ürpere ürpere gömülmek üzere noktalayalım:

Acıyorsam sana anam avradım olsun; ama aşk olsun sana çocuk aşk olsun!..

***

(FATİH TERİM’in bir maçta kendisine küfreden rakip takım taraftarlarına eliyle “nah” çekmesi üzerine) “Bütün ‘nah’lar baştan mağlubiyete ve iktidarsızlığa işaret eder. Erkeğin çaresizliği ve yetersizliğidir işaret edilen. Çünkü ereksiyon, ne çocukça bir korkusuzluk ve yakınlıkta sürer, ne bir fotoğraf gibi uzaktan yapılan ve kalıcı bir durumdur, ne defalarca kanıtlanmış bir fiziksel deney gibi başarısı ve tekrarı garantidir, ne de biter bitmez çekip gidebilirsiniz. Bütün erkekler daha işin başında yeniktir. Adı Fatih olanlar bile” (“Erkekler baştan yeniktir”, Milliyet Popüler Kültür, Sayı: 8, 7 Kasım 2003).

(AHMET KAYA üzerine) “Türkiye’de neden çok sayıda erkek veya kadın, onun politik söylemi ve çağrışımlarıyla uzaktan yakından ilgili olmasa da sevişirken Ahmet Kaya dinliyor? [Çünkü] Ahmet Kaya şarkılarının daha başından karşı karşıya kaldığı siyasi uyumsuzluk, onun siyasi söylemi ile 80’lerin ortasındaki siyasi atmosfer arasındaki zamansal kayma, anakroni; onu hâlâ iyi kötü bir özgürleşme umudu veren yatak odalarına yerleştirdi. … Ahmet Kaya’nın ‘Biraz da Sen Ağla’ adlı albümündeki olağanüstü şarkılardan biri de Attila İlhan’ın ‘Jilet Yiyen Kız’ şiirinden yapılan: ‘Gece gündüz tek düşüncem/Kasıklarımdaki ince sızı/Artık kimseyle sevişemem/Anladım sevişmek kırmızı//Jilet yiyen kız Merih’li gecem/Birlikte bulacağız belamızı/Sonumuz kuşkusuz cehennem/Kırmızı kırmızı kırmızı.’ … İşte böyle kırmızı şeylere dokunuyor Kaya’nın şarkıları: Devrimin kırmızısı, ölümün kırmızısı, seksin kırmızısı. Ve bu şarkılar bütün odalarına girip çıkıyor hayatımızın” (“Neden sevişirken Ahmet Kaya dinleriz?”, Milliyet Popüler Kültür, Sayı: 23, 20 Şubat 2004).

(MAHİR ÇAYAN üzerine) “Mahir ve arkadaşları, Deniz ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için Kızıldere’ye kadar giden o eyleme geçmişler ve kuşatıldıklarında da teslim olmak yerine ölmeyi seçmişlerdi. Burada büyük bir duygu yok mu aslında? Yoldaşlar için, aynı mücadele perspektifini benimsemeseler de, böylesi bir fedakârlık! Ama bir arkadaşımla bunu konuştuğumda, ‘Bilmiyorum, ben Mahir’i Deniz’e göre daha katı, daha soğuk, fazla kitabî buluyorum’ demişti. Egemen sınıfların ideolojisinin hegemonyası altındaki popüler kültür, kitaplı kuramlı ve silahlı devrimcileri değil, yine silahlı ama sadece risaleli, sloganlı devrimcileri romantize eder, ikonlaştırır ve içselleştirir. İade-i itibar yapıyormuş gibi, itibarını asıl o zaman çalar. Mahir Çayan gibi teorisyenlerden ise hayatları ne kadar sinematografik olursa olsun uzak durur” (“Popülerleşmeyen bir devrimci”, Milliyet Popüler Kültür, Sayı: 29, 2 Nisan 2004).

(AYDIN DOĞAN üzerine) “Aydın Doğan bu son satıştan önce birkaç aydır yakın çevresine ‘Artık dayanamıyorum’ diyormuş. Ama bunu hep der, ima eder, öyleymiş gibi davranırdı zaten, izlenimim hep bu oldu. Doğan Yayın Grubu’nda çalışmış birçok kişinin de öyle olmalı. ‘Bu gazeteler, televizyonlar başıma bela oldu’ mealinden konuşuyormuş. Ama tatlı bela olmalı ki, defalarca satma girişimleri oldu, kısmen sattı, geri aldı, ortaklıklar kurdu, ortaklarını gönderdi, ekarte etti ve öyle ya da böyle 1979’dan 2018’e kadar tatlı belalarına katlandı! Onlar olmadan ticari alanlarını böyle genişletmesi mümkün olabilir miydi? … Aydın Doğan öyle nazlı patron oldu ki sofrasında karşısına köşe yastığı gibi dizdiği eski ve yeni yayın yönetmenlerinin yüreği hep bu bırakıp gitme imaları yüzünden ağızlarında olur, birbirlerinin yutamadıkları lokmalarını kaygıyla sayarlardı. Her yaz en gözde eski yeni yayın yönetmeni ve köşe yazarlarını güverteye alıp ultra lüks yatıyla Ege’ye açılırken marinada bırakılanlar hayıflanırdı. Ama Aydın Doğan seçimlerinde özgürdü. Çünkü ardında hiç ‘kara kutu’ bırakmadı, hepsi ‘köşe yastığı’ kaldı!..” (“Hep istemeye istemeye her şeyi istedi”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 13, 1 Nisan 2018).

(DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN, HÜSEYİN İNAN üzerine) “Nasıl yakışmış üçünü tek isim yapan ‘Denizyusufhüseyin’, yoldaşlığın bu sahiciliği. İdam kararında bile tek isimde ele almışlar onları sanki. Ben de soruyorum işte: ‘Ben yaşadım da ne oldu, sen yaşadın da ne oldu?’ … Onlarla ilgili en içime oturmuş anım, idam edildikleri gün önünden geçerken Özlen Apartmanı’nın kapıcısının merdivene oturmuş karısına fısıldayışıydı: ‘Denizler’i asmışlar.” Onların bir adı da Denizler’di ya!.. Kadın hiçbir şey söylemeden binanın içine kaçmıştı. DenizYusufHüseyin, o siyah beyaz fotoğraflarla beraber ya da tek tek bu ülkenin en anlamlı ikonografilerinden birini oluşturuyor. Bakmaya doyamaz insan. Ama isimlerinin de hareket halinde bir sentaksı var işte. Yan yana dizildiklerinde bir araya gelip derin bir deyim üretiyorlar: Denizyusufhüseyin. Sonra hemencecik Denizler oluyor bu da. Denizin olunabilen bir şey, bir durum, bir karakter olduğuna işaret ediyor bu da. Umut burada işte. Deniz’in çoğalabilir, çoğullaşabilir bir şey olmasında. Belki sorunun cevabı da burada: Yaşadık da hiç olmazsa bu isimleri unutmadık, denizlerin çoğalması umudunu yaşatıp bu boya getirdik!..” (DenizYusufHüseyin: Hareket eden isimler”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 18, 4 Mayıs 2018).

(SELAHATTİN DEMİRTAŞ üzerine) “Selahattin Demirtaş’a bakarken oyunun trajediye en yakın olduğu yerdeyiz. Oyunun en saf ve en bozulmamış haliyle karşı karşıyayız. İnsanın en savunmasız olduğu sırada oyunla ayağa kalktığı, korkuyu ve zulmü neşeyle yendiği yerde. Huizinga’nın işaret ettiği o bütün insani faaliyetlerin başlangıcındaki oyunun içinde. Sanattan siyasete, üretimden mücadeleye, her faaliyette. Demirtaş neşesi işte!.. Ne tuhaf, bu yazıyı yazarken her zamanki gibi bir klasik müzik başyapıtı dolduruyor odamı. Ancak bir an dalsam, sanki ‘Oynaya oynaya gelin çocuklar’ şarkısını mırıldanmaya başlayacağım cihazdaki müziği dinlemeyi bırakıp… En zor zamanlarda bile nasıl yol buluyor insanlık. Neşesini nasıl da buluyor” (“Taş duvarların ardında kaynayan neşe”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 19, 13 Mayıs 2018).

(ALİ İSMAİL KORKMAZ üzerine) “Eğer Ali İsmail’in o son seslenişi, son iletişim çabası, o iniltili haykırış (“Vurmayın, öldüm!”) hâlâ böyle güçlü yankılanıyorsa, o yankılanma kulaklarımızın dibinde sürüyorsa, o gece orada iki toplumsal segmentin arasına inen uçurumun derinliğindendir bu. … Bir onun her defasında ‘Ah, güzelim!’ dedirten yüzüne bakacağız fotoğraflarda; bir o kanlı sopaları tahayyül edeceğiz istemeden ya da öfkeyle, bile isteye… Ve o uçurum bu halimizle hiç kapanmayacak önümüzde. İletişim o gece koptu. … Ancak Ali İsmail’in bu halkla iletişimi sürüyor. Alman protest ozan Wolf Biermann’ın bir şarkısında söylediği gibidir durum: ‘Bazı ölüler bize ne kadar yakındır/Ama bazı yaşamakta olanlar bizim için ne kadar ölü…’ Ali İsmail’in ismi şimdi bir bakıyorsunuz bir şarkıda geçiyor, bir romana sızıyor, bir bakıyorsunuz bir stadyumda taraftarlar ona yazdıkları bir marşı okuyor, adına, anısına kurulmuş vakfın etkinliklerine gönüllüler koşuyor. Katillerine son haykırışını ise her hatırladığımda yeniden anlamlandırmam gerekiyor!.. Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünü bir şey hızlandırdı, öne çekti, evet. Tıbbî raporlarda aramıyoruz ama bunun sebebini. O, böylesine sevdiği, bıkmadan toprağına suyuna yüz sürdüğü, seviştiği bu dünyaya bu kadar nefreti hiç yakıştıramamıştı. Orada yürek yakan bir kırgınlık, o kırgınlıkta bir vazgeçiş var. ‘Vurmayın, öldüm’.” (“Dünyayla sevişmiş çocuk”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 11, 18 Mart 2018).

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi