Tayfun Atay
Neo-liberalizmden neo-İslamizme, neo-faşizme AKP… İktidar uğruna ya Rab, ne inançlar batıyor!
2002’de neo-liberalizme ram olarak çıkılan yolda işler tersine dönünce İslamcılığa ricat ettiler; şimdilerde MHP güdümlü milliyetçiliğe çark edip iktidar kayığını hâlâ yüzdürmeye gayret ediyorlar. Demek ki mevzubahis iktidarsa muhafazakârlık da dindarlık da İslamcılık da ümmetçilik de hepsi teferruat, amaca giden yolda faşizmin teorisyenleri de pratisyenleri de mubah, gerisi de lâf-ı güzafmış!..
Aşağı yukarı 10 yıl önce 2010 Şubat ayında TBMM’deki tartışmalı-atışmalı bir oturumda o dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın MHP lideri Devlet Bahçeli’ye yönelik hiç mi hiç yenilir yutulur olmayan şu sözleri üzerine bir yazı kaleme almıştım (“Faşizmi kim, kimden öğrendi”, T24, 17 Şubat 2010):
“Evet, Sayın Bahçeli, biz faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz. Çünkü siz, hem teorisyenisiniz, hem bu işin pratisyenisiniz.”
Bugün Cumhurbaşkanlığı makamında ve sarayında oturan Erdoğan, iktidar bekası için muhtaç olduğu Bahçeli’den 10 yıl önce onun kadar iyi bilmediğini söylediği faşizmin teorisini de pratiğini de sindire sindire tedris ediyor dersek…
Fazladan bir şey söylemiş olur muyuz? Yoksa fazlası yok eksiği var bir söz mü sarf etmiş oluruz?..
Kavmiyetçilikle kefenlenen ‘post-mortem İslamcılık’
Hemen hemen 5 yıl önce 2015 Ekim ayında, “İnşaat ya Resulullah” şiarıyla çoktan kapitalizme teslim olmuş olmaktan öte 7 Haziran seçimlerindeki oy kaybını giderme yolunda ülkeyi çatışma ortamına sürüklemiş, medya mensuplarını sokak çetelerine kırdırmaya başlamış AKP’nin bırakın İslamcılığı, artık post-İslamizm’de değil, olsa olsa “mortu çekmiş İslamcılık” olarak değerlendirilmesinin uygun olacağını öne süren “Post-mortem İslamcılık: AKP” başlıklı bir yazı kaleme almıştım (Cumhuriyet, 21 Ekim 2015).
Bugün bu “post-mortem İslamcılık”, geç-Osmanlı döneminden itibaren İslamcı terminolojide tercih edilen deyişle, “kavmiyetçilik” marifetiyle kefenleniyor, mafiyöze bir merasimle kabre konuluyor dersek…
Fazladan bir şey söylemiş olur muyuz? Yoksa fazlası yok eksiği var bir söz mü sarf etmiş oluruz?..
‘Erdoğan Türkiyesi’nden ‘Çakıcı Türkiyesi’ne…
Daha dün gibi bir yıl önce, 23 Haziran 2019 İstanbul tekrar-yerel seçiminden Ekrem İmamoğlu’nun 800 bin oy farkla büyük bir zaferle çıkmasının ardından, 2020’nin post-AKP dönemin şekilleneceği yıl olacağını öne sürerek artık bütün meselenin tek-adam güdümlü bu siyasi hareketin “Düşüş”ünün nasıl gerçekleşeceği olduğunu vurgulayan bir yazı kaleme almıştım (“Hegemonyanın çöküşü ve post-AKP döneme giriş”, T24 Yıllık, Ocak 2020).
Bugün bu “Düşüş”ün, teşbihte hata olmaz, “Erdoğan Türkiyesi”nden “Çakıcı Türkiyesi”ne doğru, beterin beteri bir mecraya savrularak gerçekleşme ihtimali belirmiş bulunuyor dersek…
Fazladan bir şey mi söylemiş oluruz? Yoksa fazlası yok eksiği var bir söz mü sarf etmiş oluruz?..
Başta Arınç vardı, sonda Bahçeli var!
Fazlasını eksiğini bir kenara bırakalım, 2020 gerçekten de post-AKP dönemin, Erdoğan-sonrası Türkiye’nin nereye doğru yol alacağının belirginleştiği bir yıl oldu denilebilir.
Belirimin mahiyetini Bülent Arınç’ın AKP bünyesinde başlangıçta bulunduğu noktadan şimdi geldiği/getirildiği hazin mi hazin noktaya dikkat çekerek netleştirmek mümkün.
Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra 2002’de yüzde 34,42 oyla iktidara gelen, bu başlangıç aşamasında dindar muhafazakârlığı neo-liberalizmle buluşturmaya arzulu/azimli bir “kolektif” siyasi hareket olarak yapılanmış AKP’de en çok öne çıkan 3-4 isimden biriydi Bülent Arınç.
AKP’nin kurucu figürlerinden olan, daha da öte bu siyasi hareketin, onu önceleyen Erbakan hareketiyle sürekliliğini en çok tescilleyen bir “Ak-saçlı” olarak Arınç’ın 18 yıl sonra bugün, bitmiş bir iktidarın uzun ölümünü birazcık daha geciktirme uğruna yönelinmiş bir ittifaka nasıl da insafsızca kurban edilip Parti’den tart edilişini biz bile “dışarıdan” hüzünle izliyoruz!..
Lâmı cimi yok, başlangıçta Bülent Arınç AKP demekti.
Bugünse Devlet Bahçeli AKP demek.
Ve günlerdir dinliyoruz-izliyoruz demeçleri, görülmekte ki Çakıcı da Bahçeli demek.
İşte bu zaviyeden değerlendirildiğinde keyfiyet odur ki artık “Çakıcı Türkiyesi”ndeyiz!..
Sonun başlangıcı: Davos ve “Van Minüt!”
AKP başlangıçta (eğer bir fark aranmak isteniyorsa olsa olsa “eşitler-arasında-birinci” olan) Tayyip Erdoğan demek olduğu ve yukarıda kaydettiğimiz üzere Bülent Arınç demek olduğu kadar Abdullah Gül de demekti, Abdüllatif Şener de demekti. Devamen, Ali Babacan, Beşir Atalay, Ahmet Davutoğlu, Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik, Mehmet Aydın ve daha nice nice insan demekti.
2009 Davos’undaki “Van Minüt” atraksiyonu ardından giderek ivme kazanan mahiyette AKP sadece ve sadece Erdoğan demek olmaya başladı.
Bir kolektif siyasi hareketten başına buyruk bir tek-adam hareketine kırılan AKP için sonun başlangıcı, zamanında göz kamaştırıcı bir parlama olarak algılanan Davos’tur.
Fakat şimdi ibretle izliyoruz, AKP Erdoğan’a da kalmadı. Tekraren kaydedelim, artık AKP demek Bahçeli demek.
“Faşizmin teorisyeni-pratisyeni” sığınak oldu
“İbret”le izlediğimiz aslında iktidarın onu temsil eden ve taşıyanlardan da bağımsız, onlara da hâkim ve mütehakkim bir işleyişe sahip olduğu gerçeği…
İktidar uğruna AKP lideri 2000’lerin başında kendi tanımlaması ile “muhafazakâr demokrat” olarak koyulduğu yolda, önce ruhuna Fatiha okutulmuş “Millî Görüş”ü hortlatıp ihya etmeye kalkıştı. Ardından, başlangıçta zikrettiğimiz üzere 10 yıl önce “faşizmin hem teorisyeni hem pratisyeni” diye tasnif ve “taltif” ettiği Bahçeli’nin çizgisine, diğer deyişle içerisinde yetiştiği İslamcılığın hem küçümseyip hem de uzak durduğu kavmiyetçiliğe kilitlendi.
Yani iktidar uğruna ya Rab, ne idealler, ne ilkeler, ne inançlar battı!..
Muhafazakâr demokratlık geçmişe mazi!
Yukarıda kaydettik, temellendirelim: 2002’den itibaren başladığı iktidar koşusunun ilk etaplarında Tayyip Erdoğan’ın kendisi ve lideri olduğu siyasi hareket için uygun gördüğü ideolojik etiket “muhafazakâr demokratlık”tı.
Financial Times adına 2004 sonunda kendisiyle röportaj gerçekleştiren Vincent Boland’ın ona yönelik “Müslüman demokrat” nitelemesine dahi anında şöyle bir şerh düşme ihtiyacı duymuştu Erdoğan:
“Açık ve seçik olarak şu gerçeğin altını çizmeme izin verin; dinle siyaseti birbirine karıştırmayı doğru bulmuyoruz. Biz Müslüman demokrat değiliz, muhafazakâr demokratız” (V. Boland, “Eastern Premise”, FT, 3 Aralık 2004).
Sonra ne mi oldu?..
Neler olmadı ki! “Dindar nesil” yetiştirme arzusu-takıntısıyla toplumu kutuplaştırmalar; “Bu millet ümmetin umududur” lakırdıları eşliğinde pan-İslamizme uçuşlar; ve en son laik bir devletin Cumhurbaşkanı olarak Ayasofya’nın ibadete açılışında Kur’an tilavet etmeler karşımıza çıktı.
Ayrıca, “Erbakan Hoca”larını ve onun anti-kapitalist vurgulu “Millî Görüş” doktrinini kıyıya itip bir başka “Hocaefendi” ile kol kola, kapitalizmi helâl saya saya iktidar oldukları yolda gün dönüp ortaklık bozulunca o “Millî Görüş”ü ihya, Erbakan’ı da yad etmeye koyuldular. 31 Mart-23 Haziran 2019 yerel seçim sürecinde vazifelendirdikleri İstanbul belediye başkan adayı vasıtasıyla Millî Gazete’nin kapısını çalıp nedamet getirir oldular.
Anti-Kemalizm’den ‘pro-Kemalizm’e…
Fakat işte heyhat, iktidar sen nelere kâdirsin!.. Oralardan da, İslamcılığın da “Millî Görüş”ün de dikiş tutmaz olduğu şu post-İslamizm çağında daha nerelere yalpalamadılar ki?!.. İslamcılıktan milliyetçiliğe, ümmetçilikten kavmiyetçiliğe ve nihayet anti-Kemalizm’den de (Kemalizm’e değilse de) “pro-Kemalizm”e savrula savrula geldiler.
Yetişme çağlarında rahle-i tedrisinden geçtikleri, “üstat Kadir Mısıroğlu” Atatürk’e saydırdıkça toplumun ortalamasının tepkisine maruz kaldı, meczuplaştırıldı, “Fesli/Deli Kadir” oldu, gıklarını çıkarmadılar ve sahip çıkamadılar.
Mısıroğlu’nu, kendilerini de beslemiş, şekillendirmiş, yapılandırmış zihniyetiyle birlikte toprağa verdiler, şimdi artık Anıt Kabir defterlerine her vesile ile hürmet, tazim, sitayiş dolu ifadelerle imza atıyorlar.
İktidar tutsaklığı
Hasılıkelam, bütün ilke, ideal ve inançlarını iktidar uğruna ayaklar altına aldılar.
Neo-liberalizme ram olarak çıktıkları yolda “post-İslamizm”i karakterize eder oldular. İşler tersine dönünce neo-İslamcılığa ricat edip komik oldular. Şimdilerde de trajikomik mahiyette neo-faşizme çark edip iktidar kayığını hâlâ yüzdürmeye gayret ediyorlar.
Halbuki bindikleri iktidar kayığı, tutsaklıkları aslında…
Ve mevzubahis iktidarsa muhafazakârlık da dindarlık da İslamcılık da ümmetçilik de hepsi teferruat, amaca giden yolda faşizmin teorisyenleri de pratisyenleri de mubah, gerisi de lâf-ı güzafmış!..
Orwell ile açmıştık bu özde “iktidar tutsaklığı” hikâyesini, o zaman bu bahse en uygun düşen düşünce insanı Foucault ile kapatalım, kapak olsun:
“İktidar herkesin yakalandığı bir makinedir. Sadece üzerlerinde iktidar icra edilenleri değil, o iktidarın icracısı olanları da yakalayan bir makine…”