Tayfun Atay
Laiklik, gölge etme başka ihsan istemez demektir!
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde dinin ulus-devlet formasyonuyla uyarlı kılınması yolunda “resmen” duyulan ihtiyaç, ayrıca yeni rejime karşı merkezkaç mahiyetli dinsel-siyasal hareketliliklerin varlığı nedeniyle laiklik bizde başlangıçtan itibaren devletin dini ve dindarlığı kontrol etme, kalıba sokma ve toplumsal alanın dışında tutma politikasının anahtar kelimesi olarak yerleşti ve giderek bir resmî ideoloji niteliği kazandı. O yüzden bu resmi-ideolojik devlet laikliğinden toplumsal barışın teminatı bir “çoğul-toplum laikliği”ne uzun süre varılamadı.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş dinbaz iktidarın özellikle kendi dindar-muhafazakâr seçmen kitlesi nezdinde söz konusu itibar ve irtifa kaybını telafi etme yolunda toplumsal kutuplaşmayı yeniden kışkırtmak/kızıştırmak üzere adeta koçbaşı gibi sahaya sürülmüş görünüyor. Dini temsil eden şahsiyetin bu doğrultuda yargıdan siyasete, eğitimden gündelik yaşam tercihlerine kadar her şeye müdahil mahiyette bir söylemle ortaya çıkması laiklik bağlamında tepki ve eleştirilere yol açtı. Tabii karşı yönden de dinin hayatın içinde varlığına tahammül edemeyen “laikçi” tavırlar dile dolanarak, hiç de beklenmedik olmayan bir şekilde “İşte laiklik, bunlar için dinsizliktir” teranesi dolaşıma sokuldu. Dolayısıyla bu ülkede bir türlü bitmek bilmeyen, eskimeyen, temcit pilavı gibi hep yeniden-yeniden ısıtılıp önümüze sürülen laiklik nedir/ne değildir tartışması yine ortalıkta boy vermeye başladı.
Tartışmanın alt soru başlıkları hiç yabancımız değil: Laik devlette bir din kurumunun ne işi var? Yok mu; peki o zaman laiklik dinsizlik mi? Laik devlet, dinsiz devlet mi? Dindar insan, laik olamaz mı? Laiklik ve dindarlık birbirinin karşıtı mı?..
“Laik/laiklik” ve onların Anglo-Sakson kültürel-politik coğrafyasındaki karşılığı olarak “seküler/sekülerizm” terimleri bizim modernleşme deneyimimize Batı’dan aktarıldığı için yukarıdaki soruların cevaplarını bu sözcüklerin içerisinden çıktıkları coğrafyalardaki tarihsel-etimolojik iz sürümlerini yaparak bulmak gerekiyor. Dolayısıyla madem tartışmanın önü yine-yeniden açılmakta, biz de söyleye söyleye dilimizde tüy, yaza yaza kalemimizde mürekkep bitmiş bu hususu bir de burada Pencere’mizden paylaşıma açalım (kaynak ve daha detaylı değerlendirme olarak bkz. T. Atay, “Sekülerlikten Selefiliğe AKP”, Parti Cemaat Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri içinde, Can Yayınları, 2017).
Sokaktaki insana ‘laik” denir!
Yunancadan ödünç alınmış Latince laic, kök anlamı itibarıyla “sıradan insan” (İng., layman) demek ama esas anlam kristalleşmesini karşıtı olan sözcükten hareketle bulur. Laik, “klerik”in karşıtı. Yani “ruhban”dan olmayan, kilise görevlisi olmayan kişiye laik deniyor. Dolayısıyla “laicus-clericus” ikili karşıtlığı çerçevesinde her iki sözcük de anlamını diğerine göre kazanıyor.
Hıristiyanlığın din olarak özgüllükleri, mesela İslâm’da olmayan bir ruhban sınıfının varlığı bir yana bırakılarak daha genel ve esnek anlamda kullanılacak olursa “klerik”in dini bilen, din bilgini, dinsel konular ve meseleler uzmanına karşılık geldiği söylenebilir. Klerik karşıtı olarak laik ise “dindar” olsa da din adına konuşma hususunda uzmanlığı ve yetkisi olmayan, halktan bir insanı tanımlayan sözcük. Tabii ayrımın ortaya çıktığı zaman ve mekânda, dinî bilgi bir anlamda “bilgi”nin tamamını oluşturduğu ve okur-yazarlığı da kapsamına aldığı için klerik-laik ayrımı, okuryazar-cahil, aydın-halk (havas-avam) ikiliklerine de karşılık gelmekteydi. Modern dünyada herkesin okuryazar, meslek sahibi olduğu dönemde bu anlam karşıtlıkları aşıldı, ama “laik”in din-bilgini olmayan insanı karşılayan anlamı baki kaldı. Bu arada anlaşılmakta ki sözcüğün “arkeolojisi” yapıldığında bizde çok yaygın şekilde ha bire dillendirilen kişi laik olmaz, devlet laik olur görüşü de geçersizleşmekte. Çünkü laik, kök anlamı itibarıyla dindar ama din bilgini olmayan insanı tanımlayan bir sözcük.
Ama biz devletin laikliğine gelelim, çünkü esas tartışmanın koptuğu yer orası.
Ruhbana karşı Cumhuriyet’in sigortası: Laiklik
Yukarıda çerçevelendirildiği üzere laiklik, ruhbanın, yani din-bilginlerinin, yani ulemanın dışında kalanların yönetime “terfi etmesi” ile tarihsel bağlamda siyasal-hukuksal bir ilke niteliği kazanır. Sürecin Fransa’da doğuş bulup şekillendiği malûm ve modern ulus-devlete geçiş Fransa’da saray aristokrasisinin “kafasının uçurulması”nın yanı sıra kilise aristokrasisinin de belinin iyice kırılmasıyla gerçekleşti. O yüzden Cumhuriyet Fransası’nın siyasal-hukuksal sistemi, laiklik vurgusunu kaçınılmaz kıldı. Kralın iktidarının alaşağı edilmesine karşılık gelen Cumhuriyet’in “sigorta kutusu”na, klerik yani ruhbanın iktidarının alaşağı edilmesi anlamına gelen laiklik ilkesi de zamanla yerleştirildi.
Laiklik, yani devlet yönetiminde, kanun düzenlemesinde ve kamu hizmetlerinde dinî bilginin ve “din bilgini”nin esamisinin okunmaması; ruhbandan olmayan laik insanların siyasal-hukuksal düzenlemede belirleyici olması durumu… Bu Fransız laikliğinin, Anglosakson dünyada sözcüğün eşanlamlısı sayılan sekülerizmden çok farklı bir pratiğe karşılık geldiğine ha bire dikkat çekilir. Ancak durum bu kadar basit değildir. Birbiri yerine kullanılmalarına imkân verecek bir anlam ve eylem alanını paylaşan bu iki sözcük, esasen hangi düzlemlerde işlerliğe sokuldukları tespit edilmezse kolay kolay yekdiğerinden ayırt da edilemezler.
Farkı belirleme yolunda yine bir parça “sözcük arkeolojisi” yapmak gerekir.
Hayatın dünyevileşmesi: Sekülerizm
Laik sözcüğünün klerik, yani ruhbanın karşıtı olup aslen din-bilgini olmayan (ama dindar olabilen) insanı tanımlamasına karşılık “seküler”de vurgu, insana değil hayatadır. Sözcüğün türediği kök olan saeculum, Latince sacrum yani “kutsal”ın karşıtı olup dünyevi olanı işaret eder. Buradan hareketle denilebilir ki kutsala karşı değil ama kutsalın dışında ve onun adına hareket edenlerin hâkimiyetinden arınmış bir dünya halidir sekülerlik.
Modern zamanlar, ticari kapitalizm ve kentlerin canlanması, Avrupa Orta Çağ’ında siyasete olduğu kadar gündelik hayat akışına da hâkim olan din aristokrasisinin iktidarını önce sarstı, sonra giderek yok etti. İlâhi olanın iradesine tâbi, kutsiyetle bezeli bir âlem (Christendom), ticari olanın iradesine tâbi seküler bir âleme dönüştü. Dinin, daha doğrusu Katolikliğin dünyayı ve insanı sarıp sarmalayan büyüleyici perdesini yırtan kapitalizm, kutsaldan arınık “seküler” bir gündelik hayata imkân yarattı.
Bu tabii ki insanların dinden uzaklaşması demek değildir. İbadet devam etmekteydi ama ibadet-dışı hayat, “Mabut” yani tapınılanın bağlayıcılığından, daha doğrusu Mabudu temsilen o hayata hâkim zümrenin (Kilise’nin) tahakkümünden kurtulmuştu.
Laik devlet-seküler toplum
Peki, Anglosakson deneyimi topluma odaklı bir sekülerleşmeden yol tutmuşken Fransız deneyimi neden devlete duyarlı bir laiklikten hareket etti?
Çünkü Britanya’da burjuvazi, Fransa’dakinden farklı olarak aristokrasiyi zamana yayarak ve uzlaşmaya da vararak teslim aldı. Bu burjuva yapı, devletin dinden bağımsızlığı ve uzaklığını hukuksal olarak da perçinlemeye ihtiyaç duymadı ve orada Fransa’da olduğu gibi ulus-devleti siyaseten laiklikle sigortalama gibi bir düzenlemeye gidilmedi.
Sekülerlikte vurgunun sokağa, yani toplumsal-kültürel alana, laiklikte ise devlete, yani siyasal-hukuksal alana olmasının altyapısında böyle tarihsel-coğrafi ve ekonomi-politik dinamikler karşımıza çıkar. Buna bağlı olarak da laiklik, devletin kutsalın etkisinden sıyrılması, sekülerlik ise toplumun aynı etkiden sıyrılması sayıla gelmiştir. Fakat görüldüğü gibi bu ikisinin birbiriyle uyarlı, birbirini tamamlayıcı, birbirinden beslenen yanları yok değildir.
Tabii laiklik ile sekülerlik arasındaki bu “toplumsal”dan “siyasal”a vurgu farkının Türkiye açısından daha özel bir anlamı var: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde dinin ulus-devlet formasyonuyla uyarlı kılınması yolunda “resmen” duyulan ihtiyaç, ayrıca da yeni rejime karşı merkezkaç mahiyetli dinsel-siyasal hareketliliklerin varlığı nedeniyle laiklik bizde başlangıçtan itibaren devletin dini ve dindarlığı kontrol etme, kalıba sokma ve toplumsal alanın dışında tutma politikasının anahtar kelimesi olarak yerleşti ve giderek bir resmî ideoloji niteliği kazandı. O yüzden bu resmi-ideolojik devlet laikliğinden toplumsal barışın teminatı bir “çoğul-toplum laikliği”ne uzun süre varılamadı. Varılamadığı için de sanıldı ki laiklik kötüdür, olsa olsa sekülerlik iyidir. Oysa yukarıda da netleştirmeye çalıştığımız gibi her iki kavram da aynı çerçevede din-karşıtı değil, fakat inanç ve yaşam biçimi temelinde farklılıkların biraradalığını toplumsal barış için sağlama adına dinden bağımsız bir siyasal ve toplumsal düzenlemeyi işaret ediyor.
Bugün bu ülkede siyasetten topluma ve gündelik yaşama kadar her yerde; “Günaydın’dan Tünaydın’a” her şeyi aklınca dine bağlamaya hevesli resmi dinbazlık işte bu anlamda laikliği de sekülerliği de değeri bilinmesi, üzerine hassasiyetle titrenmesi gereken ilkeler ve düzenlemeler durumuna getiriyor.
Sözün özü, laiklik dinsizlik demek değil; din adına her şeye karışıp hayatı yaşanmaz hale getirmeye hevesli dinbazlığa “Gölge etme başka ihsan istemez” demek, o kadar.