Seyit Tosun
KÖRLÜK
“Elimi de kolumu da bağla hadi
Bir odaya bir ömür hapset hadi
Becerebilirsen zapt et hadi...” (Yurtta Aşk Cihanda Aşk - Gülşen)
Gülşen tutuklandı. Nisan ayında ekibinden bir arkadaşı ile aralarında geçen diyalog bir anda servis edildi, linç hazırlandı ve Gülşen çok naif bir özür mektubu yayınlamasına rağmen rekor bir hızla tutuklandı.
Oysa bütün Türkiye gibi imam hatip mezunu olan yurttaşlar uzun yıllardır öylesine şeylere şahit olmuştu ki. Vakıflarda yaşanan tecavüzler, din adına yapılan zorbalıklar, Cumhurbaşkanını peygamber, hatta Allah’a benzeten politikacılar, çocuk taciz eden tarikat liderleri, Kur’an ile alay eden eski bakanlar, Atatürk’e İslam adına edilen hakaret ve hatta küfürler, yetinmeyip annesi Zübeyde hanıma atılan iftiralar...
Bununla da kalınmadı; imam hatipli diye THY kadroları başta olmak üzere kamuya doldurulan kişiler, hak etmediği halde 4 hatta 5 maaş alan sözde dindarlar, havada uçuşan dolarlar, alınan veriler ihaleler...
Hiç dururlar mı? Ateist ve deistlere her gün edilen hakaretler, Alevilere yönelik ithamlar, Müslüman olmayan vatandaşlar ve insanlar hakkında yapılan konuşmalar, LGBTİ+’lara neredeyse her gün kullanılan nefret söylemleri...
Doyulur mu? Doyulmaz. Mini etek giyen kadınlara biçilen roller, başı açık kadınları perdesiz eve benzetenler, el ele tutuştuğu için cehenneme atılmak istenenler, kızlı erkekli kaldıkları için yok edilmeye çalışılanlar...
Yeter mi, yetmez. Ne de olsa faşizm susma değil; söyleme mecburiyeti rejimiydi. Kendisi gibi düşünmeyenleri İslam düşmanı ilan edenler, bütün dünya Müslümanlarının liderliğine soyunanlar, namaz kılmayanları öldürmek için fetva verenler, sesini yükselten kadınları sopayla dövmek isteyenler. Daha neler neler...
Bu süreçlerde işte o mahalleden tek ses çıkmadı. Kimse de kalkıp bunun dinle imanla değil; dolarla Avroyla alakası var demedi. Kimse, sırf kendi mahallelisi diye bu yaşanan koca devrana, işleyen çarka karşı çıkmadı.
Şimdi Gülşen meselesinde ayrı bir hazırlık, linç pratiği de var. Önce aylar boyu giyimi, sözleri, LGBTİ+ bayrağı açması, erkekle eşit olan bir kadın olması, yaşam biçimi, kara propaganda ile bir güzel işlendi ve servis edildi. Derken yoksulluğun artması nedeniyle dağılmaya başlayan diğer mahalleyi mobilize edecek yeni bir nefret objesi olarak Gülşen hazırlandı. Düğmeye basıldı, aylar öncesi ettiği sözler çekmeceden çıkartıldı.
Yandaş medya, gazeteci kılıklı tetikçiler, fetvacılar da bekliyordu tabi...-De bu defa duvara tosladılar. Çünkü eski pilav artık bozulmuştu. Dindar mahalle bunu bu defa yemedi. Çünkü işin aslı, yaşanan yoksulluğu örtecek, haksızlığı gizleyecek boyutta bir yama örülmesi artık söz konusu değildi.
İmam hatip okulları kutsal değildir. Tıpkı meslek liseleri veya kolejlerin kutsal olmadığı gibi. Orada mesleki ve dini teknik bilgiler öğretilir. Ayrıca Gülşen’e saldıran kodamanların ve bu işin önderliğini yapanların çocuklarına baktığımızda neredeyse tamamının Avrupa veya ABD’de okuduklarını görürüz. Madem imam hatip okulları bu kadar kutsal, neden kendi çocuklarınızı oraya kaydettirmediniz de laik ve seküler ülkelere gönderdiniz?
Birçok imam hatipli çıkıp tutuklamaya karşı çıktı. Saygın ilahiyatçı ve yazarlar yaşananlara tepkisini dile getirdi. Toplumun dindar ve seküler kesimi birleşerek yaşanan hukuksuzluğu ve haksızlığı dile getirdi. Din adına dine verilen bunca zarar varken bu yapılanın iki yüzlülük olduğu net şekilde ortaya konuldu. Bunun en kıymetli yanı ise bu tepkilerin tamamen kendiliğinden gelmiş olmasıydı. Linç hazırlığı ters tepti ve hazırlayanları vurdu.
Mahalleler ayrıştırılmak ve seçim sürecinde mobilize edilmek istenirken; bu linç pratiği bu defa başarısız oldu. Mahalleler birbirini biraz daha anlamaya başladı. Laikliğin ne kadar önemli ve değerli olduğu bir kere daha anlaşıldı.
ADALET VE ÖZGÜR MEDYA YOKSA KÖRLÜK BAŞLAR
Tam Gülşen’in hadisesi yaşanırken aynı günlerde imam Halil Konakçı namaz kılmayanların sopayla dövülmesi gerektiğini açıkladı. Deve sidiği içmesiyle meşhur İlahiyatçı Ebubekir Sifil el artırarak “Namaz kılmayan öldürülebilir” dedi. Malum olduğu üzre haklarında açılan bir dosya yok.
Halk olarak şaşırma bağışıklığımız çok yüksek olsa da bu defa aynı günlerde Ağrı İş-Kur’da yaşanan skandalla ahaliyi bir kere daha şaşırtmayı başardılar. Müdürün, işe alma karşılığı iş başvurusu yapan kadınlarla birlikte olmak istendiği öne sürüldü. Heyhat! Malum mahalleden yine ses yoktu. Biraz araştırınca bu kişinin sosyal medya hesaplarından Cuma mesajları attığı, iktidarı destekleyen sözler paylaştığı, Hadisler yayınladığı da ortaya çıktı.
Olaydan sonra konuyla ilgili bayağı bir ‘geyik’ döndü. Capslar hazırlandı. Oysa meselenin gülünecek zerre durumu yoktu. Yine bir lağım patlamıştı. Ancak herkes pis kokuya o kadar alışmıştı ki, neredeyse kimseyi etkilemedi.
Düşünsenize, işsizsiniz. Bir geliriniz yok. İşe başvuruyorsunuz. Bazı firmalar sigorta desteği, güvenlik gibi konular nedeniyle önce İş-Kur’a başvuru yapılmasını zorunlu tutuyor. Siz de oraya gidip başvuruda bulunuyorsunuz. Ödenmesi gereken kira var, faturalar bekliyor, çocukların ihtiyaçları uykularınızı kaçırıyor. Yoksul ve çaresiz insan her şeyi yapabilir mi?
İşte tam da bunu biliyorlar. Hem, yoksul ve çaresiz insanın her şeyi yapabileceğini; hem de ne kadar iğrençleşirsen iğrençleş bu sistemde kimsenin sana bir şey yapmayacağını biliyorsun. Hiçbir mahkeme seni yargılamayacak, ana akım işine gelmediği için yayınlamayacak. İmam hatip lisesine laf gelince kıyamet koparanlar sana kendi mahallelerinden olduğun için ses çıkarmayacak. İşte bunu biliyor bu tip kişiler. Öyle ya, en sağlam ortaklık suç ortaklığıdır.
Kamu adına kimse sana hesap sormayacak. Jose Saramago ‘nun ‘Körlük’ adında bir kitabı vardır. (Filmi de çekilmişti. Fernando Meirelles’in yönetmenliğini yaptığı filmde Julianne Moore ve Mark Ruffalo başrolde oynadılar) Fırsatını bulan; gıdayı ele geçiren, kendi de ‘kör’ olan çete üyeleri çaresiz kadınlara, yatma karışlığında yiyecek önerirler. Yaşanan rezalet, insanların fırsatını bulunca bir canavara dönüşebilmesi ve gözler açılıncaya kadar zulmün bitmemesi çok güzel işlenmiştir.
İşte bu “körlük” ve zulmetme fırsatçılığı göreni de kör eder. Kimse görmez, göremez. Körün gözü ancak adaletle açılır. İşlenen her suç ve gelmeyen her adalet de o toplumu daha da kör etmeye başlar. Medya her yalan söylediğinde, politikacılar her görmezden geldiğinde, insanlar sırf ‘kendi mahallesinden’ diye yaşanan hukuksuzluk ve yanlışa ses etmediğinde körlük daha da artıyor.
Sömürü ve Neoliberalizm işte insanı böyle çürütür. Sevdiğiniz, inandığınız, saygı duyduğunuz ne varsa çürür. En sonunda kendiniz çürürsünüz. Tıpkı kanser hücreleri gibi önce sağlıklı hücreleri yemeye başlar, yok edecek sağlam hücre kalmayınca da birbirinizi yiyerek yok olursunuz. İşin ÖZ’eti; bunun panzehri, tedavisi ister seküler, ister dindar mahalle olsun; tüm bu mahalle üyelerinin gözlerini açmasında, ve yanlış nereden gelirse gelsin birbirini anlayarak, empati yaparak doğruyu söylemelerinden geçiyor. Çünkü ‘kör’ olarak kalması gereken tek kişi Themis; yani hepimizin bildiği adıyla Adalet Ana’dır.