Seyit Tosun
‘Komünistler Moskova’ya diyenler soluğu Pekin’de aldı!
Bir yanda baskı, bir yanda ekonomik zorluk ve diğer yanda da pandemi nedeniyle evlerine hapsolmak zorunda kalmış milyonlarımız var. Seküler yaşam tarzından uzaklaştırılmış, sesi çıkmayan, hakkını arayamayan, yanındakinin halini sormayan ve ülke gerçeklerinden bağı kopartılmış büyük bir halk kitlesi bulunuyor. Medya tek elden konuşuyor ve yargı bir kişiye bakıyor. Yani uzun yıllar boyu “Komünistler Moskova’ya” diyenler Türkiye’yi önce Moskova sonra da Pekin yaptı.
Bir dönemin ünlü sloganıydı bu. Etrafa zehir saça saça konuşanların ağzında pelesenk olmuştu. 60’lardan başlayarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar bolca kullanıldı. Öyle ki adeta bir maymuncuk gibiydi bu slogan. Canını kim sıkıyorsa komünist damgası yapıştırıyor, muhalif kim varsa Moskova’ya gönderiyorsun. Dönemin Demokrat Partilileri ve milliyetçi muhafazakar cephesi başta olmak üzere İslamcıların da içinde bulunduğu grup komünist olmak sanki suçmuş gibi beğenmediği herkesi bununla yaftalıyordu. Tabi ki bu dalgadan en çok Cumhuriyet Halk Partililer nasibini alıyordu.
Sovyetlerin mühendisleri burada Demir çelik ve dokuma fabrikaları yaparken anti-komünist miting ve gösterilere şahit olmuşlar. Atılan sloganların ne anlama geldiğini sorduklarında bizim ahalinin ‘komünistler Moskova’ya’ dediklerini öğrendiklerinde “Hem kendileri çağırıyor hem de bizi Moskova’ya göndermek istiyorlar” dedikleri söylenir. 1991’de Sovyetler dağılınca ‘komünistler Moskova’ya’ sloganı atanlar soluğu yeni kurulan ülkelerde ve Rusya’da aldı. Her dağılış bir kriz ve bu da para kazanmak demekti. Nitekim öyle de oldu. Yerli Komünistler burada kaldı ama Moskova’nın yolcuları İslamcı ve muhafazakarlar oldu.
EN ÇOK VE UCUZ ŞEY: İNSAN
Gel zaman git zaman bu işlevsel sloganın takipçileri ülkede daha da yayıldı. İktidar nimetleriyle daha da güçlendiler. Dünyayı daha fazla öğrendiler. Baktılar Batı ülkelerinde bir şekilde demokrasi var, medya güçlü, üniversiteler özerk, hukuk herkese adil davranıyor onları pek beğenmediler. Bir de doğuya bakalım dediler ki ne görsünler; yıllarca ülkedeki demokratları, solcuları, sosyalistleri, komünistleri durmadan göndermek istedikleri Moskova hükümeti bütün gücü tek elde toplamış. Medya yok, hukuk da tek adama bağlı. “Ya asıl biz gidelim boşver komünistleri” dediler. Baskı rejimi nedir, medya nasıl susturulur, muhalifler nasıl avlanır derken işi iyice öğrendiler.
Ne gerek var sendikaya; işçiler durmadan hem üretimi aksatacak hem zam isteyecek, güvenli makine talep edecek. Bunlar hep masraf. Zaten fıtratında var canım kardeşim! Makine az ve pahalı, insansa çok ve ucuz! İyi eğitime de gerek yok; okumayı söksün, vereceğimiz kadarını anlasın yeter. Fazla okuyan zaten arıza çıkartıyor, demokrasi, insan hakları gibi pahalı şeyler talep ediyor. Verdiğimiz küçük evler de yeter onlara zaten; zaten yatıp kalkmıyorlar mı? Ne gerek var pahalı yataklara, ısıtmalara? İyi meyveyi Avrupa’ya, kaliteli sebzeyi Rusya’ya satalım ki kar edelim. Kalanı bu millet yer alışık zaten!
“Doğu böyle güzelse acaba doğunun doğusu nasıldır?” dedi birisi. Hemen bakalım dediler ve soluğu Çin Halk Cumhuriyeti’nde aldılar. Burada hali hazırda Çin Komünist Partisi tarafından tek parti rejimiyle yönetilen bir sistemle karşılaştılar. 50 yıldır muhalifleri göndermek istedikleri yerde soluğu alıvermişlerdi. Burada çok küçük bir azınlık zengin var ve dünyayı domine edebiliyorlar. “E hani komünistlik” diye sormadılar zira her gülün bir dikeni vardı ve bu mutlu küçük çok zengin azınlık işi çok hoşlarına gitmişti.
“Nasıl yaptınız bu mükemmel sistemi?” diye sorup araştırmaya başladılar. Milyar nüfusluk ülkenin bunu tabi ki bilimle, demokrasiyle ve insan haklarıyla yapacak hali yoktu. Rejim için her şey mubahtı ve onlar da en çok ve ucuz olan şeyi kullandılar, yani insanı…
Tek tiplik, baskı, rejim dayatması ve tabi ki ucuz iş gücü… Aslında bunun komünizmle zerre alakası yoktu ama küçük azınlık için kitleleri ikna etmenin başka da yolu yoktu. Karın tokluğuna çalışan milyonlarca insan olmadan çok mutlu ve multi milyarderlik servetçikler yaratılamazdı.
Yarım asırdır bizim komünistleri Moskova’ya göndermek isteyenler bunu çok beğendi. Derhal Türkiye’de de uygulanmalıydı. Bizim ne kapitalist Rusya’dan ne de komünist Çin’den eksiğimiz yoktu! Baskıysa baskı, tek adamlıksa tek adamlık, hukuk işi kolay, insan da bol. Bütün malzemeler bir aradaydı.
ÜLKEDEKİ TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Türkiye’deki işsizlik, alım gücünün düşmesi, ekonomik nedenlerle intiharlar salt talan ekonomisinin ve beceriksizliğin değil; aynı zamanda bu kafanın sistematik adımlarının da sonucu. Amaçlanan tablo şu; çok zengin ve iktidara bağlı bir azınlık yaratıp diğer yandan da hakkını arayamayacak kadar yoksul kitleler oluşturmak. Bizim solcu camiada bazı saf ama iyi niyetlilerin ekonominin dibe vurmasıyla kesin giderler tezi mantıklı görünse de aslında olaylar hiç de göründüğü gibi değil.
Avrupa’da en çok asgari ücretle çalışan kişinin olduğu ülke Türkiye. Hem de açık ara rekor bir farkla. Alım gücü olarak da en düşük asgari ücret alan ülke. Türk-İş’e göre açlık sınırı 2 bin 903 TL, yoksulluk sınırı 9 bin 457 TL oldu. Asgari ücret de 2 bin 825 lira. Yani bu şu demek: ucuz ve karın tokluğuna açlık sınırı altında yaşamak zorunda kalan milyonlar! İşte aranan kan.
Bu olduğunda, rejim medyayı ve yargıyı ele geçirdiğinde, kapitalistlerin de büyük kısmını kendine bağlandığında al sana Çin al sana Pekin! Ses çıkaramayan kitleler ve yaşam mücadelesi içinde demokrasiyi aklına getiremeyecek koşulda kalan milyonlar. Bu sayede o dar ve zengin azınlık rahatlıkla gemisini yüzdürür ve sistem de ayakta kalır.
Burada çok büyük ve ciddi bir toplum mühendisliği var. Şimdi de tüm bu süreç sonunda sigorta istemeyen ve günlüğü 20 liradan çalışmaya razı gelen milyonlarca sığınmacının neden ülkeye doldurulduğunun altındaki bir başka nedene bakalım. Yani bir yanda baskı, bir yanda ekonomik zorluk ve diğer yanda da pandemi nedeniyle evlerine hapsolmak zorunda kalmış milyonlarımız var. Seküler yaşam tarzından uzaklaştırılmış, sesi çıkmayan, hakkını arayamayan, yanındakinin halini sormayan ve ülke gerçeklerinden bağı kopartılmış büyük bir halk kitlesi bulunuyor. Medya tek elden konuşuyor ve yargı bir kişiye bakıyor. Yani uzun yıllar boyu “Komünistler Moskova’ya” diyenler Türkiye’yi önce Moskova sonra da Pekin yaptı.
Şimdiden en ‘milliyetçi’ geçinen üreticilerin bile ucuz sığınmacı işgücü karşısında zaten zor koşullarda yaşayan ‘Türklere’ bile “Beğenmiyorsan kapı orada. Senden kat kat daha ucuza çalışacak milyon sığınmacı kapıda” dediği malum. Görgüsüz kapital böyledir, işin içine kar girdi mi ne mavi boncuk takışını ne de heybelerin nakışını dinlemez.
HER ZAMAN BEKLENEN OLMAZ
Dibi görünce, alım gücü düşünce gidecekler öngörüsü mantıklı ve hayatın olağan akışına uygun gibi dursa da gerçekler çok başka evirilebilir. Dünya tarihinde bunun örnekleri çok. Acaba bunlar yaşandığında kitleler demokrasi, ekonomi ve insan hakları için örgütlü mü olacak yoksa herkes elindeki var olan zor hayatını idame ettirmesini sağlayan kıt kaynaklara mı sarılacak?
Belki de insan psikolojisini yeterince anlamıyoruz. Yoksul ve haklarından mahrum bırakılmış kitlelerin daima haklarını arayacaklarına dair bir sosyolojik sonuç bekliyoruz. Uzun yıllardır beğendiği bir elbiseyi alamamış, canı istediğini ayda bir yiyebilmiş, senelerdir tatil yapamamış, parasızlıktan iyi bir eğitime kavuşamamış ve her an işsiz ve aç kalkmaktan korkan insanların davranışlarını net olarak kestirebilir misiniz? Böyle durumlar her zaman kitleselleşir mi? Yoksa tam tersi mi olur?
SİYASAL PARTİLERİN İŞLEVİ
“Yani olan oldu, ülkenin yetişmiş değerleri yurt dışına gitti. Bize de içinde bulunduğumuz durum ve gelen eğitimsiz milyonlarca sığınmacı kaldı.” demek de bunun tersini söylemek de mümkün. Bu yazılanlar ümitsizliğin değil; tam tersine daha sağlam ve vizyoner politikaların belirlenmesi gerektiğinin altını çiziyor. İşte siyasal partilerin tarihsel misyonları tam da burada devreye giriyor. Bir siyasal partinin görevi sadece yaşanan siyasal, sosyal ve ekonomik kötü durumu anlatmak değil; bunun üzerinden değişimi yaratabilecek örgütlenmeyi sağlayabilmektir. Bunu da çağın gerçekleri ve günün koşullarıyla yapmak mümkündür. Siyasal partilerin gücü, halka öğretilen çaresizliği değişime dönüştürme becerisiyle doğru orantılıdır. Dünya ve ülke tarihine baktığımızda büyük değişimlerin ve dönüşümlerin büyük krizler sonrasında ortaya çıktığını görürüz. Politikacıları demagog olma ve mevcut sistemi fark etmeden besleme kanserinden kurtaracak olan da siyasal papağanlık değil, değişimin liderliği olmalıdır. Bu da gündelik, küçük hesaplar ve ideolojik doktrinden uzak söylemlerde asla olmaz. İşin Öz’ünde mutlaka her kesimden toplum katmanı ve ona ulaşacak iletişim becerisi lazımdır. Bunu bir orkestraya benzetebilirsiniz. Birbirinden farklı çalgılar, üflemeli ve vurmalı enstrüman kendi başına çalmaya kalkarsa ortaya bir gürültü çıkar. Ama konunun hakimi olan bir orkestra şefiyle aynı enstrümanlar farklılıklarını da koruyarak muhteşem bir uyumla şahane bir konser verebilir. İşte Türkiye için vereceğimiz karar da buna benziyor; hepimizi rahatsız eden ve kulakları tırmalayan bir gürültü mü dinleyeceğiz yoksa tüm renklerin ve tüm seslerin içinde olduğu muhteşem bir konser mi?