KEDİ

Nefes nefeseyiz...

Çok açız ve bedenimizdeki enerji bitmek üzere. Yeşil ovada dünyada yaşayan en büyük geyik cinsine ait erkek bir kızıl geyiği kovalıyoruz. Bu büyüklükteki bir geyiği kaçırmamamız lazım. O çok daha hızlı olduğundan düzlükte avantajlı ama birazdan nehrin kenarına geleceğiz. Hız kaybetmememiz gerekiyor. Akarsu bizim için doğal bir baraj görevini görecek. Eğer onu kaçırırsak muhtemelen yarına kadar aç kalacağız. Oysa klanın yemek bekleyen çocukları ve üyeleri var. Ayrıca yetişkin üyelerin et yemesi gerekiyor. O enerjiyle de yeniden avlanması ve çocuklarla kendilerine et bulması lazım. En tecrübelimiz koşarken sağ elindeki mızrağı havaya kaldırarak nehre yaklaştığımızın işaretini veriyor. Yanımızda yeni arkadaşlarımız köpekler de var. Daha bir süre öncesine kadar kurt olan ve bizleri yemek isteyen bu canlılar şimdi bizlerle aynı amaç için koşuyor. Bu durum geyiği daha da korkutmuş haliyle. 

Geyik de bizim gibi nefes nefese kaldı. Nehre yaklaşınca aniden durmaya çalışıyor. Ardında onu avlamak için koşan bize bakıp suya girmiş ön ayaklarını çıkarıyor. Bu onu daha da yavaşlatıyor. İşte beklediğimiz an geldi. Çevresini sarıyoruz. Çember daraldı. Her birimiz sivri mızraklarımızı son kalan gücümüzle geyiğe savuruyoruz. Geyik nefes nefese olan iniltileriyle yere düşüyor. O tecrübeli olan grup üyemiz beline sardığı keskin taşı çıkarıp geyiğin şah damarını hedef alarak boynunu kesiyor. Av bitti. Yorgunlukla zar zor nefes alarak dizlerimizin üzerin çökerek birbirimize mutlulukla bakıyoruz. Hem birkaç haftalık yemeğe hem de ısınmak için yeni bir deriye sahip olduk. 

Geyik ağır olduğundan bacaklarına iple sardığımız kalın sopaları bağlıyoruz. Omzumuza yüklenip yürümeye başlıyoruz. En güvende olduğumuz ve rahatça ateş yakarak uyuyabileceğimiz büyük mağara oyuğumuza doğru yol alıyoruz. Vakit kaybetmemek lazım çünkü hava sıcaklığı düşüyor. Evimize giderken yolda birçok orman canlısının sesini duyuyoruz. Özellikle ayı ve kurtlara karşı daha hazırlıklı haldeyiz. Bu bilgiyle bulabildiğimiz en güvenli rotadan dönüyoruz. Mağaramıza yaklaştıkça kaya tepelerinde ve ağaç dallarında çok küçük, minyatür aslan diyebileceğimiz canlılar görüyoruz. Dikkatle bizi izliyor ve gözleri parlıyor. Onları tanıdığımız için gülümsüyoruz. Hatta mağaramızda birkaç tanesi tıpkı çocuklarımız gibi avladığımız bu geyiğin etini bekliyor. 

Mağaramıza giriyoruz. Ateş yanar halde. Geniş aile üyelerimiz ve çocuklarımız bizi karşılıyor. Geyiği yere bırakıyoruz. Postunu etinden ayırıp ateşte pişireceğiz. Bizler gibi mağarada  yaşayan kedi ailesi de bu işten pek mutlu. Önce gelip kokluyorlar sonra da yeniden ateşin yanına gidip onlara vereceğimiz istihkakı bekliyorlar. Yemeğimizi yiyoruz, kedilere de az et, kemik ve ilik veriyoruz. Onlar da bir güzel afiyetle yalayıp yiyor. Hepimiz doyduk. Ateşe odun atıp yeniden onun güvenli ısısının etrafına dizildik. Çocuklarımız kedilerle oynuyor. Dermanı kalmış olanlarımız dışarıya doğru bakıyor. Yıldızları izliyoruz. Köpeklere ayırdığımız et ve kemiği sadık dostlarımızla paylaşıyoruz. Kurt ulumalarının sesi geldiğinde köpekler dikkatle sesin geldiği yere bakıyor, sessizlikle birlikte eti yemeğe devam ediyorlar. Tabi o aralarda  kedilerin komik hareketlerine de kahkahayı patlatıyoruz. 

O kadar çok yorulduk ki. Enfes bir derin uykuya dalıyoruz...

Bir patırtı var. Ateş sönmek üzere. Birkaç odun atttık. Ortalık daha da aydınlandı. Kedinin teki hızlı hızlı hareket ediyor. Önce ne yaptığını anlamıyoruz. Ailenin en genç üyesi olan bebeğin hemen yanında ön ayaklarını kaldırmış, bir şeye karşı dikkatle siper olmuş durumda. Ucu yanan sopayla olay yerini aydınlatıyoruz. Baktığımızda bir yılanın başını kaldırdığını görüyoruz. Kedi sağlı sollu yılana girişiyor. Yılan ısırmak istese de kedinin hızına yetişemiyor ve bir süre sonra vazgeçip mağadaran gidiyor. Yılanın, postun altında yatan bebeğimize yaklaşamadığını, bunun da o kedi sayesinde olduğunu anlıyoruz. Yanına mutlulukla ve şükranla giderek kafasını okşuyoruz. Kedi sanki hiçbir şey olmamış gibi patisinin üzerine kafasını koyarak uyumaya devam ediyor. Sanki o kahramanlığı hiç yapmamış gibi yaşananları geride bırakıyor. Bugün, kediler sakince yatarken gelen o dinginlik ve abajurla aspiratör lambasından çıkan sakin ışığın o anlamlandıramadığımız huzuru o günlerden kalma olabilir mi? Bu arada kaplan, aslan, pars ve jaguar da bir kedidir. Bilinen ve alışık olduğumuz kedilerden büyük olduklarından, insanlık olarak onları ‘Panthera’ cinsi içinde sınıflandırdık o kadar. 

“Kedimle oynadığım zaman, belki de o benle benim onunla eğlendiğimden daha fazla eğleniyordur, kimbilir.” (Montaigne)

UZUN YILLAR SONRA...

Tarım yapmayı öğrendik. Nehir kenarlarında olmak bizim için hayat memat meselesi. Yani su, bizler için çok önemli. Artık geyik peşinde koşmuyoruz. Açlık tehlikesinden biraz daha uzaklaştık. Buğday ve arpa ekiyoruz. Onlara bakmamız, sulamamız ve toprağı temizlememiz gerektiğinden artık avcı değil yerleşiğiz. Şu anda çok daha fazla kalabalığız. Sayımız yüzbinlere yaklaştı. O nedenle her buğday ve arpa tanesinin önemi çok büyük. Bu yüzden depolar yaptık. Yazın biçtiklerimizi buralarda biriktiriyoruz. Onlara bir şey olursa binlerce insan açlıktan ölecek. Bu yüzden korkuyoruz. Çok büyük uygarlıklar kurduğumuzdan devlet sistemini öğreniyoruz. Deponun kapısında nöbetçiler var. Ancak o da ne? Tahılların önemli bir bölümü çürümüş ve çuvallar yırtılmış durumda. Pislik ve kötü koku her yanı sarmış. Fareler yemin etmişçesine kolektif şekilde aylardır biriktirdiğimiz yiyeceklere adeta parti yapmış! Yüzlerce kişi fareleri kovalıyor ama nafile. Sonunda mağaradaki dostlarımızı hatırlıyoruz. Onlardan bir düzinesini depoya koyuyoruz. Kış geldiğinde depoda tek arpa tanesinin bile fareler ve yılanlarca yenilmediğini, tüm stoğun sapasağlam olduğunu fark ediyoruz. Kedilerin bir kısmı çuvalların tepesinde uyurken bir kısmı da orta yerde koşturuyor. Hem mutluluktan hem de keyiften kahkaha atıyoruz. Eve giren akrep, örümcek ve çıyanlarla da mücadelede gayet profesyonel olduklarından artık vazgeçilmezimiz oluyorlar. Bu olaylar bizi o kadar etkiliyor ki yaptığımız piramitlerin duvarlarına onların yüzlerini kazıyoruz. Hatta Mısır tanrısı Ra’nın kızı Basted, kedi formundadır. Hatta tanrı Ra, geceleri yeraltına indiğinden, gün doğumuna kadar 6 tane mağaradan geçmek zorundadır. Ra, buralardan geçerken yılan formundaki en belalı düşmanı Apophis’i de kedi formunda alt eder. O dönemlerden kalan bazı mezarlarda, gömülen kişilerle beraber kedi iskeletleri de çıkarılmıştır. Önemini hesap edin artık. 

“Bir kediyle geçirilmiş zaman asla vakit kaybı değildir.” (Sigmund Freud)

BİRAZ DAHA YILLAR SONRA... 

Ortaçağ Avrupasındayız...

Şehirler ve nüfus daha da artıyor. Toplumsal sınıflar daha da belirginleşmiş durumda. Birçok kentte işsizlik, açlık ve sefalet yaygın. Kilise ve kurduğu ruhban zümre zenginleşirken, halk daha bir fakirleşiyor. Bir yerde sınıflar arasında ayrım ne kadar artarsa; ezen ve sömüren kesim de o kadar çok düşman yaratmaya ihtiyaç duyar. O dönemde şifacılık, ebelik, aşçılık ve hemşirelik yapan kadınlar ‘cadı’ denilerek hedef gösterildi. Bütün yaşanan lanet ve açlığın sorumlusu doymak bilmeyen kilise ve feaodal beyler değil; cadılardı! Bu cadıların bir kısmı da erkekti ancak kadını yakarak öldürmek politik/inanç güç açısından çok daha etkiliydi, çünkü eril vahşetiydi. Bu yaşlı kadınların neredeyse hepsinin evinde veya bahçesinde kedi vardı. Kadınlarla beraber kedileri de bulup öldürdüler. Kedilerin gözlerindeki bakış onlara göre şeytana aitti! Oysa tıpkı Mısır’da olduğu gibi binlerce yıl sonra da Avrupa şehirlerindeki tahıl depolarında kediler nöbet tutuyordu. Cadı avı furyasında ambar kedileri kovalandı veya yok edildi. Bunun sonucunda depolardaki buğday ve tahıllar farelerin oyun alanı oldu. Fareler çoğalınca veba çok daha hızlı yayıldı. Kedilerin gidişiyle milyonlarca insan vebaya yakalandı. Eğer kediler kalsaydı Avrupa’da vebadan ölen milyonların önemli bir bölümünün hiç hastalanmayacağı ve kurtulmuş olacakları artık kabul edilen bir gerçek. 

“Ben ki çağ dışı bir uyumsuzluk delisi, Kendi ipimi belki kendim çekerim. Gölgeme dadanmış bir tuhaf güz kedisi, Her yere peşimden onu da sürüklerim...” (Metin Altıok-Bozlak kedi ve ölüm)

BİR SÜRE DAHA YILLAR SONRA...

Hammade savaşları için ikinci dünya savaşı patlak vermişti. Kraliyet donanmasına ait HMS Amethyst okyanuslarda çarpışırken gemiyi fareler basmış ve mürettebat illalah etmişti. Savaşın en yoğun anlarında Hong Kong’a yanaşan gemiye bir kedi biner. Adı Simon’dur. Simon, vücudunda yaraları olmasına rağmen, gemideki fareleri bulup tek tek öldürmüştü. Bu nedenle de Dünyada bir kediye verilen ilk askeri unvan olan “Able Seacat Simon” ünvanını almıştır. Simon, ayrıca özverisi nedeniyle, üç ayrı ödül alır. Hatta şahsına münhasır biçimde adına personel kartı bile çıkartılır. Ancak tedavi edilemeyen komplikasyonları nedeniyle ölür. 

O yıllarda Paris sokaklarında dolaşan Felicette adında bir kedi vardır. 18 ekim 1963 tarihinde Fransızlar bu ele avuca sığmayan kediyi uzaya göndermeye karar verir. Ve kediye “catstronaut” ünvanı verilir. Bizim catstronaut bir dolap döndüğünü anlar, uzay üssünden tüyer ama kaderinden kaçamaz. Bulunup fırlatma üssüne yeniden götürülür. Felicette 130 mil yukarıya çıkmayı ve daha sonra paraşütle inmeyi başarır. Yerde, gökte ve denizde; yani anlayacağınız her yerde...

“Tanrının yarattıkları arasında boynuna bir tasma geçirilerek köleleştirilemeyen yalnızca kedilerdir. İnsanla kedinin bir melezi olsa insandan iyi, kediden kötü olurdu.” (Mark Twain)

BU ARALAR, ŞİMDİLER...

Birlikte uzun bir yolculuktan geldik. Onlar, yanıbaşımızda köpeklere nazaran daha başına buyruk, daha özgür şekilde durmaya devam ediyor. Biz mi mekanın sahibiyiz onlar mı halen tartışmalı. Adına şarkılar söylendi, şiirler yazıldı. Mahallelerimiz biraz da onlara göre davranış kalıpları geliştirdi. Onlar bizim yüzümüzden değişirken; biz de onlarla değişime uğradık. Bir canlı bu kadar hareket ederken bir anda hiçbir şey olmamış gibi tüylerini temizleyerek sanki şu anda dünyaya gelmiş gibi davranabilir mi? Kediyse neden olmasın? Bilim insanları ‘insanlık bir anda ortadan kalksa ne olur’ diye simülasyon yaptı. Şehir yapılarındaki en hakim tür kedi çıktı. Adaptasyonu varın hesap edin.  

ÖZ’etle bir düşünün; sağlıklı bir sevdiğimiz biri, bize dışkısını temizlememizi söylese kavga bile çıkarabiliriz. Oysa gönüllü olarak her gün temizlediğimiz kumlarıyla ve kendi evlerimizde bile onlara yaptığımız gönüllü ‘köleliklerimizle’ halen evrimin o muhteşem yolculuğunda bizlerle beraber yürümeye devam ediyorlar. 

Bilimsel adı Felis Catus; yetmişten fazla cinsi olan bu varlıklar trafoya da girse, masayı da devirse, hatta her şeye burunlarını da soksa; kedi işte... Bu hem kültürel, hem biyolojik, hem de fiziksel bir yolculuk. Birlikte yürümeye devam ediyoruz. 

“Keşke bir şiir okumuş,
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar, kirletmezdiniz dünyayı…” (Turgut Uyar)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi