Seyit Tosun
KAPİTALİZMİN SOFRASINDA YEMEK OLMAK
Kapitalizmde böyledir; altta kalanın canı çıksın! Sen alttakine istediğini yapabilirsin. Sistem zaten senden bunu istiyor. Birilerinin doyması için birileri mutlaka aç kalmalı. Devamlı bir hayatta kalma mücadelesi olmazsa sistem de olmaz. Sistemde yükselmek için en acımasız sen ol!..
“Üç tür insan vardır. Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler…”
(The Platform)
2018 verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesimi küresel servetin yüzde 82’sini elinde bulunduruyor.
Türkiye'de ise 2018 yılında en düşük gelire sahip, "ilk yüzde 20" olarak adlandırılan grubun payı bir önceki yıla göre 0,2 puan azalarak yüzde 6,1’e düştü. Aynı dönemde en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı 0,2 puan artarak yüzde 47,6’ya yükseldi.
Yani zengin daha zenginleşti, fakir de daha fakirleşti. Korona virüs salgının ekonomik boyutunu düşününce önümüzdeki süreçte bu uçurumun daha da artacağını söylemek mümkün.
Ve herkesi rahatsız etmesi gereken bir "veri": Dünya’da her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor.
Açlıktan ölüm sayıları kapitalizmin ortasında birer "veriden" ileri gidemiyor.
Her insan, bir “yemek”tir!
Gelelim filmimize!.. Geç kalmış bir film yazısı benimkisi. İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia tarafından çekilen The Platform, 2019 yılında yayınlandı.
Kahramanımızın adı Goreng. Goreng’in Malay dillerinde bir yemek adı olması sistem içinde her insanın aynı zamanda bir meta/yemek olması anlamına geldiğini bize düşündürüyor. Nitekim Goreng’le kat arkadaşı olan kişinin alt katlara düşünce Goreng’i bağlaması ve aç kalmamak için yemek olarak onu hazır tutması da bu ismin hakkını veren sahneleri önümüze seriyor. Yani kapitalizmde metalaşmanın dışında yemek de olmak kaderinizde olabilir!
Filmde en yukarıda, üst katta çok büyük bir titizlikle yemekler hazırlanmaktadır. Bir sahnede yemeğin içine kıl düştüğü için şefin, garsonları zalimce azarladığını görüyoruz. Kapitalizmin pratiğinde insanlar birbirlerini yerken (yerken derken mecaz yok) vitrin ışıl ışıldır. Her şey titizlikle hazırlanır. Mükemmel bir dünya illüzyonu, çoğunluğu hipnotize eder. Bunu bozmaya sistem izin vermez. Kendinizin bir “avcının” yemeği olmanızı bile, sizin iştahınızı açacak şekilde size izletebilirler vesselam!..
Altta kalan, kemik yesin!
Platform’da sistem öyle dizayn edilmiş ki; en üst kattakiler en iyi beslenenler oluyor, alttakilere onların artıkları kalıyor. En alttakilere ise kemik dahi kalmıyor.
Film, bir neo-liberalizm, kapitalizm, insan doğası ve din eleştirisi yapıyor. Bu, daha sade, görünmez, ince imgelerle sistem eleştirisi yapmak yerine daha kitlesel ve apaçık eleştirisini herkesin gözüne sokan bir film. Metaforik öğelerle de kendi kendini zenginleştirirken izleyicilerin duygularını da bayağı bir tahrik etmeyi amaçlamış. Filmin bir diğer önemli özelliği ise “iyi” ya da “kötü” kahramanlarının olmaması. Sistem insanları “iyi” ya da “kötü” yapar. (The Platform’u izlerken Marx’ın ‘üretim biçimi insan yapısını/yaşamını belirler’ sözünü de aklınızda tutmanızı tavsiye ederim.)
Film, kapitalizmi dile getiriyor: Şartlar sizin için iyiyse her şey “iyidir”, sen de iyi birisindir! Ama buna eleştiri de getiriyor. Sen iyi değilsin; şartların iyi ve sen de o yüzden iyi bir insan modeli olarak rolünü oynuyorsun. Şartlar değişince sen de değişeceksin! Nitekim filmde bunu çok bariz izliyoruz. Ana karakterimiz Cervantes okuyan, duyarlı ve dayanışmacı biri iken şartlar azıcık onu zorladığında alt kattakilere haksızlık eden ve en sonunda insan eti yiyen biri hale geliyor. Yani kapitalizm içinde şartların iyiyse sen de iyi bir adamken; kapitalizm içinde şartların kötü ise sen de kötü olursun!
Sözün özü, iyi ya da kötü insan aramak yerine; insanları iyi ya da kötü yapan sisteme bakalım.
Göçmeni tekmelemek haktır!
Dikkatimi çeken bir diğer karakter de Miharu. Miharu, göçmenleri, sığınmacıları temsil ediyor. Her ay kızını bulup onu korumak ve yemek vermek için mücadele ediyor. Bazı katlarda saldırıya uğruyor, şiddet görüyor. Bazen tecavüze uğrayabiliyor. Bu da sistemde gayet “normalleşmiş.” Günümüz dünyasında sığınmacıların “tekmelenmesi” hatta şiddet görmesi nasıl yerelin hakkı ise, filmde de göçmen Miharu’ya saldırmak, tekmelemek, dışlamak hatta tecavüz etmek gücü yeten kat sahiplerinin hakkı.
Katların sadece sınıfsal hiyerarşiye atıf yapmadığı tartışılabilir. Hatta sistemde gerçekten bir sınıf olduğunu söylemek güç. Çünkü bir ay ilk katlardayken diğer ay en altta kemiğe bile muhtaç kalabiliyorlar. Tek bir gerçek göze çarpıyor. Sömüren ve sömürülenler.
Yemek masasında “Cennet” ve “Cehennem”
Film aynı zamanda cennet ve cehenneme de atıf yapıyor. Başkasının yemeğinin gasp edildiği ilk katlar aslında cehennem. Semavi dinler ve yerel birçok inanç grubunda oburluğun en büyük günahlardan birisi olduğu düşünülünce şöyle bir tartışma da filmi izlerken kendi içimizde ortaya çıkabiliyor. Dinler, iyi tavsiyeler ve emirler verse de insan yaşamını daha iyi yapabilir mi? Yoksa sisteme göre şekillenebilir mi? Filmde ihtiyaç fazlası yemeği depolamaya çalışanlara cehennem sıcağı cezası veriliyor ama diğerlerinin yemeğinin içine edenlere herhangi bir yaptırım yok!
Filmde tam 333 kat var. Her katta 2 kişi var. Yani 666 kişi bulunuyor. En alt katta saklanmış Miharu’nun çocuğu bulunuyor. 666, Hristiyanlık başta olmak üzere şeytanı ve cehennemi temsil eder. İncil’de 666 şeytanın sayısıdır. 333, yani sadece çocuğun bulunduğu kat birçok inançta ‘yükselmiş melek’ veya ‘cennet’ anlamını taşıyor. Doğal olarak cennete sadece masumlar girebilir. Kapitalizmde ise masum kalmak söz konusu değildir. Bu sistemde, yani kapitalizmde sadece çocuklar günahsız kalabilir; o da ebeveynlerinin günah işlemesi şartı ile! O esnada Sezen Aksu’dan “Masum Değiliz Hiç Birimiz” şarkısını; "Kapitalizmde masum kalamayız hiçbirimiz!" olarak tercüme etmek mümkün görünüyor.
Kurtuluş sosyalizmde!
Bir de siyahi karakterimiz var, adı Baharat. “Herkes eşit olmalı, herkes yemekten yetecek kadar almalı. Alırsa kimse ölmez. Barbarlık yaşanmaz” diyor. Sonra Baharat ve bizim Cervantes hayranı ana karakterimiz Goreng, eşitliği getirmek ve herkesin yemek yemesini sağlamak amacıyla aşağıya doğru yemekleri koruyarak inmeye başlıyor. İndikçe bu “uğurda” sayısız cinayet işleniyor. Kapitalizmde herkesin doymasını sağlamak, yel değirmenlerine karşı savaşmak gibi! Film burada ayrıca "eşitlik" diyerek iktidara gelen birçok iktidarın bazen nasıl barbarlaşabileceğini de söylüyor olabilir mi, izleyenlere kalsın!..
Birileri doyacaksa birileri mutlaka aç kalmalı!
Filmde insanlığın kurtuluşunun sosyalizm olarak gösterildiği ince detaylar var. Ana karakterimiz, ilk oda arkadaşıyla muhabbet ederken “Herkes yetecek kadar yerse kimse aç kalmaz,” diyor. Oda arkadaşı ihtiyar “Komünist misin?” diye soruyor. Karakterimiz de “Hayır, mantıklıyım” diyor. Yani mantıklı olan, “herkesin yetecek kadar yemesi...”
Goreng’in, çukurun eski memuru olan kadınla diyalogları da harika. Kadın gayet nazik bir şekilde alttakilere servis hazırlayıp “Beyler sakin olun yetecek kadar yiyin,” diyor. Ancak kimse onu dinlemeyince Goreng devreye giriyor ve aşağıdakileri “yemeklerine sıçmak”la tehdit ediyor. Alt kattakiler de bu tehditle sadece yetecek kadar yiyerek sofranın bir alt kata gitmesini izliyor. Kadın, yukarıdakileri de ikna etmek isteyince Goreng’in “Yukarı doğru sıçamam” demesi de tam bir sosyo-psikolojik tespitti! Kapitalizmde böyledir çünkü; altta kalanın canı çıksın. Sen alttakine istediğini yapabilirsin. Sistem zaten senden bunu istiyor. Birilerinin doyması için birileri mutlaka aç kalmalı. Devamlı bir hayatta kalma mücadelesi olmazsa sistem de olmaz. Sistemde yükselmek için en acımasız sen ol!
Çocuktan al umudu!
Kadın, yani deliğin eski çalışanı, katların sayısını bilmiyor. Aslında bildiği sayı eksik. 20 yıl çukurda çalışmasına rağmen bilemiyor. Daha doğrusu sistemin ona müsaade ettiği kadarını öğrenmiş. “16 yaşından küçükler giremez,” ve “Burada 250 kat var,” falan demesi de bundan. Sistem, ayakta kalmak için her şeyi kullanır. İşine geldiği kadar söyler, sen de onu o kadar zannedersin.
Filmde herkes istediği, en sevdiği yemeği çukura girmeden söylüyor ve o yemek yapılıyor. Ana karakterimiz salyangoz diyor. Eşitliği sağlamak uğruna Baharat ile birlikte aşağı inerlerken bilge bir yaşlı “mesaj puding” diyor. Puding, çukurda hiçbir zaman aşağı kadar inemiyor tabii. Böyle bir yerde yemeği değil de pudingi kim seçer? Evet, sadece bir çocuk puding diyebilir. Puding, çocuğun seçimi ve hakkı. Filmde en sonunda çocuk hakkı olanı, yani pudingi aldığında, bir umut doğuyor ve sistem içinde bir “ışık” her yeri aydınlatmaya başlıyor.
Çocuklar hakkını aldığında, kapitalizmin sofrasında “ne yiyen ne de yenilenin" kalmadığını; eşit bir sofra kurulunca da cenneti bu dünyaya getirebiliriz diyebilir miyiz?..