Tayfun Atay
Kaç çocuk değil, kaç kalori var, onu sor!
Ülkelerin gücü, nüfusun niceliksel çokluğundan değil, niteliksel yoğunluğundan geçer. Bu doğrultuda sayıyı değil, kaliteyi artırmak gerekir. Kaliteyi artırmak da “kalori”yi artırmakla olur. İnsanlar bunun farkında ve hayatiyetin “kalori” ile bağını kuruyorlar. O yüzden modern-sekülerleriyle olduğu kadar muhafazakâr-dindarlarıyla da bu toplum, realiteyle uyuşmaz “en az üç çocuk” telkini yerine realiteyle uyarlıca “en çok 2 çocuk” tercihiyle yol alıyor. Herkes nüfus söz konusu olduğunda sayının değil saygınlığın, yani iyi yetişmiş, eğitimli ve iş-güç sahibi olmanın öneminin farkında…
2009 yılında bir araştırma bünyesinde yardımcı olarak yanımda bulunan İstanbul Üniversitesi öğrencisi bir genç Kürt kadınla sohbetimizi hiç unutmadım.
Mardin doğumluydu ve 11 çocuklu bir ailenin 11'inci çocuğuydu.
Evet, annesi tam 11 çocuk doğurmuştu. Ama şimdi benimle sohbet eden, yakında üniversite mezunu olacak genç kadın, annesiyle ilgili bu bilgiyi verdikten sonra, "Bana hiç kimse, değil on 11, üç çocuk bile doğurtturamaz Hocam" demekteydi.
Türkiye toplumunun kültürel dokusundaki değişmeyi hiçbir şey bu anekdottan daha özlü ve esaslı anlatamaz. Sadece bir kuşakta ortaya çıkmış zihinsel, bilişsel, değersel, duygusal ve varoluşsal bir dönüşüm karşımızdadır burada.
“Cemaat”ten “cemiyet”e
Mardin'in kırsal-tarımsal-pastoral ikliminden İstanbul'da üniversite öğrenimi görmeye gelmiş genç kadın, Türkiye'deki hızlı ve aynı zamanda sarsıcı olduğu hiç kuşku götürmez bir değişimi çarpıcı şekilde aksettirmekteydi.
Kırsal yaşam biçiminden/aşiret sosyopolitik örgütlenmesinden şehirli-burjuva-kapitalist yaşam biçimine; içerisinde bireyin hiç olmadığı "cemaat” toplumsallığından bireyin, ama asıl meslek sahibi ve kendi özgür aklı, iradesi, kararlarıyla yaşamayı kafasına koymuş kadın-bireyin ortaya çıktığı "cemiyet” toplumsallığına, yani modern topluma geçişin adeta ışık hızında gerçekleştiğini düşündüren bir örnektir bu.
Batı dünyasında yüzyıllara yayılır mahiyette ekonomik, teknolojik, politik, kültürel dönüşümlerle ortaya çıkmış tablo, yukarıdaki anekdot dikkate alınacak olursa bu ülkenin Kürt coğrafyasında bir kuşakta belirmiş gibidir. Elbette sorunları, sancıları, gerilimleri, çatışmaları, kaygı ve rahatsızlıklarıyla…
Önce iş ve aş, sonra aşk ve çocuk
Söz konusu öğrencinin annesi, anneannesi, anneannesinin de annesi ve geriye doğru izi sürülebilecek şekilde diğerleri, esasen kocalarına maddi-manevi destek üreterek çocuk doğurup büyütmekten öteye gitmeyen bir varlık koşulu içindeydiler. Yaşadıkları topraklarda hiç değişmeksizin süre gelmiş bu yaşam "gergefi", onların 1990'lar başında doğmuş kız çocukları/torunlarının dünyasında kırıldı.
2009'da benim karşımdaki üniversite son sınıf öğrencisi Mardin doğumlu genç kadın sadece "Bana kimse 11 çocuk doğurtturamaz" da demiyordu. Öyle hemencecik evlenme niyetinde olmadığını da söylüyordu. Hayatı tecrübe edecek ve işine-gücüne bakacaktı önce. Çalışan, çalışarak kendi ayakları üzerinde durabilen ve hak ettiği kariyeri-saygınlığı toplum nezdinde elde etmiş bir birey olacaktı.
Her şeyden önce ve her şeyin ötesinde “ev kadını” değil, "iş kadını" olacaktı. Bu öncelik hayata geçtikten sonra, eğer uygun bir seçenek karşısına çıkarsa evliliği de çocuk yapmayı da düşünebilirdi tabii, ancak bu da olsa olsa bir ya da iki çocuk olurdu.
Asla ama asla daha fazlasını düşünmüyordu.
Önceliği çalışan birey-kadın olmak olduğu için, evlilik, aile, ev ve çocuk ancak bu öncelikle uyarlı mahiyette ve kapasitede yaşamında yer almak durumundaydı.
“Kadınsın, doktorayı bırak doğurmaya bak!”
Aradan 13 yıl geçti, bugün artık üniversite mezunu o genç Kürt kadın nerede ne yapıyor, bilmiyorum. Kim bilir belki de çoğu akranı gibi bu topraklardan ümidi kesip kendine yeryüzünün bir başka köşesinde gelecek arayışıyla göçüp gitmiştir. Eğer ülkesini terk ettiyse bu topraklarda saraylar yaptırıp saltanat kurmuş ve kendisi gibilere yurt dışına gittikleri için acıyarak baktığını söyleyen muktediri duymuş mudur, onu da bilmiyorum.
Ama aynı iktidar ağzının geçtiğimiz hafta partisine katılan bir vekil için düzenlenen törende, bir çocuk sahibi bu vekilin yanında hazır bulunan karısının doktora, yani “kariyer” yaptığını öğrendiğinde “Olmaz ya, bu işin kariyeri çocuk doğurmak. Sayıları artırmak lazım. Allah’tan isteyelim, devam! Bak, PKK’nın 5 tane 10 tane 15 tane oluyor” dediğini duyduysa eğer…
O genç Kürt kadınının bu sözlere acıyarak tepki verdiğinden adım gibi eminim.
Dervişin fikri ve zikri!
Yukarıda aktarılan sözler tabii büyük tepkilere, şiddetli tartışmalara yol açtı. Bu tepki ve tartışma süreci hâlâ da devam ediyor.
Belli ki ortada bir “lapsus” söz konusuydu ve dil, zihnin derinliklerinde saklı bir yargının dışa vurumuyla “sürçmüştü”. Yıllardır meydanlarda “Biz Kürt kardeşlerimizle terörü bir tutmuyoruz” diye bas bas bağırılsa da işte bir törenin “kayıt-dışı” sanılan bir anında fısır fısır bir sesle Kürtlerin PKK ile özdeştirildiği bariz olan ve elbette içeriği de sorunlu bir ifade kayda geçmişti.
Dolayısıyla ırkçı motivasyona dayalı “Kürtler çok ürüyor, bu gidişle yakında Türk nüfusu geçecekler” safsatasının Türkiye’de sosyoekonomik ve kültürel değişme ve gerçeklerden bîhaber bir yanlış genelleme olarak nerelere nüfuz ettiğini göstermesi açısından çarpıcı bir “lapsus”la karşı karşıyaydık.
Irkçılıkla cinsiyetçiliğin paternalist aşkı
Elbette sorun sadece böylesi ırkçı-faşizan bir anlayışın sergilenmesinden ibaret değildi. Ortada 40 yaşını aşmış yetişkin bir kadına ne yapması gerektiğini söyleyen, ona empozede bulunan ataerkil-dinbaz bir tavır da vardı.
Dolayısıyla ırkçılıkla cinsiyetçilik sarmaş dolaş olmuşlar, “paternalist” bir siyasi pratiğin “fıtrat”ından olarak ortalığa saçılıvermişlerdi.
Ancak PKK atfıyla Kürt toplumsallığına yönelik sarf edildiği gayet bariz olan “5-10-15 çocuk doğurma” ifadesinin sosyolojik/sosyal antropolojik gerçeklik açısından ne kadar boş, temelsiz, asılsız olduğu, üzerinde çok durulmayan bir nokta olarak kaldı.
Giriş bölümündeki anekdotla bu noktaya dikkat çekmeye çalıştık, şimdi biraz daha detaylandıralım.
Aşiret aidiyetinden meslek sahipliğine
Geniş aile gibi, akrabalık şebekesinin asliliği gibi çok çocuk sahibi olmak da geleneksel tarım toplumlarının özelliğidir. Geçimin (çiftçilik ya da hayvancılık yoluyla) topraktan olduğu bu toplumlarda tarlayı sürmek, hayvan gütmek ama en önemlisi toprağı sahiplenmek için aile-akrabalıkta “sayı” önemlidir. Özellikle rakip/düşman aile, akraba grupları ya da aynı doğrultuda daha büyük ölçekli ve kan bağını esas alan (aşiret gibi) oluşumlar karşısında…
Modern topluma geçilince şehirli-endüstriyel-profesyonel yaşamın gereği olarak geniş aile yapısı da, güçlü-belirleyici akrabalık örüntüsü de, çok çocuk beklentisi de çözülmeye uğrar. Artık insan, mensubu olduğu topluluğa tâbi bir varlık değil, “cemiyet” hayatı içinde işinde-gücünde, yani artık (cemaate-aşirete değil) bir mesleğe mensup ve kendi kararlarıyla yol alan özgür-bireydir; erkeğiyle de kadınıyla da…
Tıpkı 10 küsur yıl önce “Kimse bana değil 11, üç çocuk bile doğurtturamaz” diyen 1990 başlarında doğmuş genç Kürt kadın öğrenci gibi… O, yukarıda kabaca özetlediğim geleneksel-cemaat toplumsallığından modern-cemiyet toplumsallığına geçiş sürecinin bu ülkenin Kürt coğrafyasında yürürlükteki karşılığını örnekliyor.
“PKK [Kürtler] 5-10-15 çocuk yapıyor, biz de Allah’tan isteyelim, sayıyı artıralım” lafzı ise toplumsal-kültürel dönüşümün çok gerisinde, bugünkü hayatın içinde kendisini temsilci saydığı dindar-muhafazakâr kesimlerde dahi karşılığı olmayan kadük bir anlayışı örnekliyor.
Bu anlayış, bir ülkenin-milletin gücünün nüfusun çokluğunda olduğunu zannediyor.
Kantite, kalite, kalori
Ülkelerin, ulusların, toplumların gücü, nüfusun niceliksel çokluğundan değil, niteliksel yoğunluğundan geçer. Bu doğrultuda sayı, yani “kantite”yi değil, kaliteyi artırmak gerekir.
Kaliteyi artırmak da “kalori”yi artırmakla olur.
Dolayısıyla bir cumhurbaşkanının ülkesinin insanlarına sorarak öğrenmesi ve dert etmesi gereken esas husus, onların bir aile olarak sahip oldukları çocuk miktarı değil, kalori miktarıdır.
Toplumun tercihi en çok iki çocuk
İktidar sahipleri bunu sormasa da insanlar kendi gerçekliklerinin farkında olarak hayatiyetin “kalori” ile bağını kuruyor ve doğru bildikleri yolda ilerlemeye devam ediyorlar. O yüzden modern-sekülerleriyle olduğu kadar muhafazakâr-didarlarıyla da bu ülkenin insanları yıllardır süren “en az üç çocuk” zorlamasına hiç yanaşmadılar.
Herkes nüfus söz konusu olduğunda sayının değil saygınlığın (iyi yetişmiş, eğitimli ve iş-güç sahibi olmanın) anlam ve öneminin farkında.
Dolayısıyla toplum, realiteyle uyuşmaz “en az üç çocuk” telkini yerine realiteyle uyarlıca “en çok 2 çocuk” tercihiyle yol alıyor. Türkiye’de yıllık nüfus artış hızına ilişkin göstergeler bunu ortaya seriyor.
Hem birey hem aile olmak
Aslında Türkiye toplumu kendisine “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” diye yaklaşan “paternalist” iktidarın bu “en az üç çocuk” ısrarına uzak olduğu kadar, Batı'da aile-evlilik kurumlarının çözülmesinde varılan noktanın da uzağında.
Bir yandan birey olmak, ama öte yandan da maddi-manevi dayanak olarak aileden tamamen kopmamak için bir ara formül bulmaya çalışıyor insanlar.
Söz gelimi 11 çocuklu Mardinli ailenin kızı, üniversite öğrencisi genç kadın evlenmem demiyor; elbette onu da diyebilir, ama demiyor. Çocuk sahibi olmam da demiyor.
Ama önce işim, kariyerim, kadınlığım, özgürlüğüm, bireyselliğim, sonra da uygun kişi çıktığında evlilik ve çocuk diyor.
Dolayısıyla insanlar bu coğrafyada modern yaşam koşullarının onları "eski hayat" ve "yeni hayat" gelgitinde kıstıran sorunlarına kendilerince mümkün mertebe çözüm yolları geliştirmeye çalışıyorlar.
Çare diye yangına benzin dökmek
Gel gelelim toplumun bu çözüm arayışları da Türkiye'yi kendilerince dinî bir cendereye sıkıştırmak isteyenlere yetmiyor. Aksine bu arayışları da bertaraf etme yolunda çok daha büyük sorunlara kapı açıyorlar.
Geçmiş zamanların "birey"i yok sayan, kadını kamusal alandan çıkarıp eve hapseden, erkeği kadına her bakımdan egemen kılan cemaat toplumsallığına “ricat” teklif ediyorlar.
Böylece geleceğe yol alan toplumun sorunlarını geçmişe dönük okuyup çare diye yangına benzin döküyorlar.
Artık yeryüzünde "kanser hücresi" olmuş, çoğala çoğala dağı-taşı, toprağı-havayı-suyu tüketmiş insanlığın bu coğrafyada iktidar olarak kendilerine düşmüş payını, ha bire çoğalttıkları betonlar gibi artırma yolunda herkese erken evlenin, doğurdukça doğurun, çoğaldıkça çoğalın diyorlar.
Ekolojiden, sosyolojiden, antropolojiden, psikolojiden bîhaber, teolojiyi de alabildiğine dinbaz-popülist bir darlık ve sığlıkla istismar ederek kıyamete giden yola pervasızca taş döşüyorlar.
Hasılıkelam, bir kıyamet alameti gibiler, o kadar!..