Özlem Yalım
İSTANBUL’UN EN YARATICI MEVSİMİ: GÜZ
İnsana her gün bıkıp usanmadan işkence yapan İstanbul, her yıl Eylül’ün gelmesi ile o kadar çok şey sunuyor ki kentliye, galiba günlük hayatta çekilen tüm o acılar ve yorgunluklar bir anda unutuluyor.
Şehir her köşesinden ilham fışkıran o büyülü atmosferine girince, sokakları dolduran kalabalıklar, ara sokaklardan ustalık gerektiren bir kıvraklıkla geçen arabalar ve onlardan kaçışan mahalleli, her köşeden fırlayan turistler, acele acele koşuşturan, vapurda, sokakta omuz atarak geçen telaşlı öğrenciler, her köşedeki kahvecileri gün boyu işgal eden aylaklar, ve kentin tüm güzel seslerini bastıran o büyük uğultu bile güzel geliyor insana.
Her yıl kendimi bu şehirde on ay boyunca söylenirken buluyorum da, sonbahar gelince, boğaza üşüşen rüzgarlar gibi ben de oradan oraya savruluyorum; ve biraz mest, sevmeye başlıyorum bu şehri. Sevgi değil de aşk gibi, kısa ve geçici bu duygu. Kışla birlikte gelen yağmurlar ve çamurlar ile hemen unuturum biliyorum, aşk hemen biter, sevgi bile kalmaz! En iyisi mi ben keyfini çıkarayım bu ayların; İstanbul’un en yaratıcı mevsimi güz.
Sadece İstanbul değil, nerede ise tüm dünyadaki kentler uyanır sonbaharda. Yaz ayları geçince, yazlıkçılar evlerine, okullular okullarına dönünce, kentin kültür ve sanat yaşamı da canlanır.
17. KEZ İSTANBUL BİENALİ
Bu yıl İstanbul, erkenden, İKSV tarafından düzenlenen ve dünyada kendi alanında öncülerden biri olan İstanbul Bienali ile karşılıyor sonbaharı. Bienal tam 17. kez kapılarını açacak; dile kolay 35 yıldır düzenlenen bir etkinlikten bahsediyoruz.
Öncekilerden farklı bir felsefe ile yola çıkan bu bienalin küratörleri Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh, izleyicileri tek bir düşünceye, merkeze, mekana ve fikre toplayan bir buluşma yerine bilinçli bir biçimde dağılmayı seçen bir yol seçmişler. Küratörlerin metni içinde yaşadığımız çağın duygusal birikimini oldukça iyi ifade ediyor. Bu metinden çok sevdiğim kısmı sizlere olduğu gibi aktarıyorum:
“….Bırakın bu bienal de kompost olsun. Vaktinden önce başlayabilsin, bittikten çok sonra da devam edebilsin…
Bildiğimiz haliyle yaşamın askıya alınması, bize bir şeyleri farklı yapmak için az bulunur bir imkân tanıyor. Bu âna hakkını vermek için beklenti ve amaçlarımızı baştan kurgulamalı, formatlarımızı gözden geçirmeli ve hem siyasi hem de felsefi olan temel bir sorgulamaya; samimi, toplumsal, cömert ve hararetli sohbetlere yol açmalıyız. Bu belirsiz aralıkta her şeyden çok birbirimizle ve dünyayla etkileşim kurmanın, ister eski ister yeni olsun, alışılmadık yollarını deneme cesaretine ihtiyacımız var.
Duygular mekânlara, kulaklar gözlere, su sözcüklere dönüşebilir. Sözcükler çamura da yazılabilir, duvara da, havaya da. Bir mırıltı, uzayıp giden mesafeler boyunca yankılanarak sohbetin ve değişimin tohumlarını, tetikleyicilerini beraberinde taşıyabilir. Bir bienal bir hastane de olabilir, bir üniversite de, bir restoran da, bir gazete de… Bir uzlaşma çabası değil de öneri ve iknanın, merakın, rastlaşmanın ve –sivil güvenin yerleştiği, ihanete uğradığı ve yeniden inşa edildiği– tartışmanın ortak alanı...
İletişim kanallarımız salt manipülasyon araçlarına dönüşürken bizler şunu soruyoruz: Kamusal tartışmadan, sesli düşünmekten, okuyan bir topluluktan, başkalarıyla birlikte okumaktan geriye ne kaldı? Hep beraber sessizliğe kulak verirsek sabrımızı, alçakgönüllülüğümüzü, zaaflarımızı yeniden keşfedebilir miyiz? Toplumsal ifadeyi yeniden canlandırıp kavşakları, gazete bayilerini, kafeleri, çay ocaklarını, sinemayı, bağımsız yayıncıları veya semt kitabevlerini yeniden hayal edebilir miyiz? Düşünmenin, konuşmanın, yazmanın ve yapmanın –şiir, film, tarım ve yemek yapmanın– başka biçimleri, bizi daha donanımlı ve toplumsal düşünceye duyarlı hale getirebilir mi?
Bu soruları şehirdeki 12 noktaya dağılarak soracak olan bienal elliden fazla projeye ev sahipliği yapacak. Mekanlar Fatih’ten Beyoğlu’na, Kadıköy’den Zeytinburnu’na dek uzanıyor.
Kente Bienal ruhu gelmeyegörsün paralel etkinliklerle birlikte sadece çağdaş sanat değil, tasarım, müzik, performans, edebiyat, şiir de kaynamaya başlıyor mahalle aralarında. Kentin, geçtiğimiz hafta bahsettiğim yaratıcı aktivizminin sesi en çok bu mevsimde yükseliyor. İstanbul İstanbullulara aslında en çok bu mevsimde cömert davranıyor. Onları evlerinden çıkarıyor, sokaklarda aylak aylak dolaşırken bile yakalayıp süprizli buluşmalara, anlamlı tartışmalara katıyor.
ANLAMIN PEŞİNDE YARATICILIK
Çok problemli bir ülkenin çok problemli bir kenti İstanbul. Büyük kentlerde yaşayanların diğer yerlerde yaşayanlara göre hep daha sorgulayıcı olduğunu düşünmüşümdür. Kırsalda hayat -tek kelime ile- yaşanırken, kentte yaşam sorgulanır gibi gelir bana hep. Hepimiz anlam arıyoruz. Gilles Deleuze, “Anlam problemin kendisindedir” diyor, İstanbul bu düşüncenin vaka analizi gibi.
Yaratıcılık problemlerden doğuyor, problemlerle büyüyüp gelişiyor.
Her türlü yaratıcı eylemin kendine ait bir sahnesi olacak önümüzdeki haftalarda. Bazı günlerde o kadar çok şey bir anda olacak ki, hepsine yetişmek imkansız hale gelecek. İstanbul’da olmayıp uzaktan izlemek isteyenler için -iyi ki- teknoloji yardıma koşacak. Tüm etkinliklerin sosyal medya hesaplarından, internet sitelerinden içerikleri, hatta kendisi bile paylaşılacak. Bu benim yıllardır şükrettiğim büyük bir lüks. İstanbul’dayken bile, böylece ilgimi çeken pek çok şeyi gidemesem de takip edebiliyorum, okuyabiliyorum, yeni şeyler öğrenebiliyorum, yeni insanlar tanıyabiliyorum ve yaratıcı buluşmaların, sanat performanslarının , sanatçıların aradığı anlama ortak olabiliyorum.
Elbette somut olanın yerini tutmuyor ama hiçbir şey. Somut olanın duygusunu soyut olanın vermesi imkansız. Örneğin, el ele tutuşmanın sadece imgesi ve düşüncesi ile, eli kavrayan başka bir elin duygusu bir olabilir mi? Bana göre bu pek mümkün değil. Bu nedenle yaratıcı işleri yerinde izlemeyi, yerinde deneyimlemeyi imkanlar el verdiğince önemsiyorum. Ekrandan izlenen konser veya tiyatro ile ile salondaki bir değil. Somut olarak yaşanan her türlü deneyim insanda çok katmanlı bir duygulanım yaratıyor. Etkisi ve bıraktığı iz daha büyük oluyor.
Biliyor musunuz, tamamen dijital dünyaya doğan yeni nesillerin en büyük problemi bu duygusal bilinçsizlik ve bunun beraberinde getirdiği tatminsizlik, sıkılganlık ve boşluk olacak. Anlam her yerde bulunabilir bir kavram gibi görünse de anlamı özümsemek için galiba onu gerçekten yaşamak, yakınlaşmak ve hissetmek gerek.
Yaratıcı üretim bağ kurmayı amaçlar. Soyut ortamda da bağ kurulabilir serzenişlerini duyar gibiyim. Belki de? Belki de bağ gibi görünen cılız iplerdir o kurulanlar, hemen eriyebilir, yok olabilir cinsten. Oysa gerçek bir deneyim ile kurulan bağlar, eğer kurulabiliyorsa, daha güçlü olur hep.
Geçtiğimiz haftalarda bienal ekibi ile sohbet ederken, hangisi olduğunu hatırlayamayacağım kadar eski bir bienalde katılımcı olduğum bir işten bahsetmiştim. İstanbul Modern’de gerçekleşen bu performans, salonun ortasında duran bir tabutta birkaç dakika geçirmenizi istiyordu. O tabuta girerken, cenazenizde çalmasını istediğiniz bir parçayı seçiyordunuz ve siz uzanmış yatarken bu parça çalıyor, diğer izleyiciler gelip size bakıyordu. Bu eser ile, sanki gelecekteki bir zamanda ve belki de farklı bir boyuttaki cenazemi deneyimlemiştim; üzerimdeki etkisi on yıllar sonra bile hala güçlüdür. Kendimi şaşırtan biçimde bir anda benden bir parça seçmem istenince nedense Pavarotti ve Sting tarafından seslendirilen ve Hristiyan aleminin müzikal ayinlerinden biri olan Panis Angelicus diyivermiştim; bu tercihim açıkçası bir iç ses gibiydi, önceki yaşamlarımdan birinden yükselendi sanki. İşte sanat deneyimi böyle izler ve etkiler bırakabiliyor insan üzerinde.
YENİ EĞİLİM: BAĞLAR KURMAK
Özetle, somut deneyimler bağlar ve bağlılık kurduruyor. Yaşamlar soyutlaştıkça, insanlar bireyselleşiyor, bencilleşiyor, kendi içlerine kapanıyor, sorumluluk gerektiren tüm bağlardan uzaklaşıyorlar. Yaratıcı insanlar bunu bir problem olarak görüyorlar ve yaratıcı üretim son yıllarda hep bu problematik üzerinde şekilleniyor.
İstanbul Bienali küratörlerinin sergilediği bu yaklaşım, dünyadaki yaratıcı eylemlere dair yeni oluşan eğilimin bir uzantısı bir bakıma. Küresel salgın sonrası insanlık kültürel, duygusal ve sosyal anlamda bir evrim geçirdi. Geçmiş yıllardaki büyük buluşmalar, anıtsal üretimler, gösterişli etkinlikler ve büyük sözler yerini daha sakin ve anlam dolu bir arayışa bıraktı. Ağlar, ilişkiler, buluşmalar, deneyler yaratıcılığın yeni kodları.
Mimarlıkta da tasarımda da bunu görmek mümkün. Star mimarların ve anıtsal mimari eserlerin yerini son dönemde doğal yapı tekniklerine, sosyal yaşama ve ilişkilere olanak veren bir tasarım duruşu aldı. Ürün tasarımında yeni malzemeler ve sorumlu üretim anlayışı hakim hale geldi. Tasarımcıların azımsanmayacak bir bölümü teknoloji ortamlarında kullanıcı deneyimini iyileştirmek üzerine ilgili alanlara kaydı, pek çokları da sosyal ağlar kuran, dünya problemlerine çareler arayan oluşumların ve araştırmaların içinde kullanıyorlar yaratıcı beyinlerini.
Sanatçı ise kendi anlamını ararken, dünyayı yeniden keşfediyor gibi. Yürüyerek mahalleyi keşfetmek, kaybolan tatların peşinden koşmak, kendi lezzet deneylerini yaratmak, farklı kültürlerle buluşmak, birlikte üretmek, konuşmak, tartışmak sıkça yer alıyor sanatın kavramları arasında. Bunların tümü aslında yaratıcı olmayan insanların yaşamlarına sızmak bir bakıma. Gündelik yaşamların ara kesitlerinin cımbızla çekilip sanatsal performans olarak sunmak kuşkusuz her zaman alkış almayabilir. Kimi sunumlarda, sanatçının anlam arayışı izleyiciye çok da sıradan gelebilir.
İzleyicinin büyük bir bölümü anlam bulmaktan öte bir gösteri peşinde çünkü. İnsanlar gösteri ve gösteriş seviyor. Kendi adıma beni kozamdan çıkaran her türlü buluşmayı, kuytularda kalmış her türlü keşfi son derece değerli ve ilginç bulduğumdan beni son derece heyecanlandırıyor yeni dünyanın bu evrimi. Bakalım yaratıcı evrenin bu yeni yaklaşımı ne kadar geçerli olacak?
YENİDEN HEP “GÖSTERİ TOPLUMU”
Okumaktan bıkmadığım bir kitap varsa o da Guy Debord’un Gösteri Toplumu isimli eseridir; özellikle son yıllarda tüm yollar bu kelimelere çıkıyor gibi. 1967 yılında kaleme alınan bu düşünceler yarım asır sonra hala fazlası ile geçerli.
Yaratıcılığın bunca yaşamsal konuya yönelmesi, sıradan ilişkilere odaklanması, büyük ve iddialı bir bütünü hedef göstermek yerine, olağan olanı irdelemesi, içinde bulunduğumuz gerçekten kopuk yaşamın bir anlam arayışı kuşkusuz.
Debord bu eserinde, spekülatif evrende değerini yitirmiş olan şey, herkesin somut yaşamıdır der. Debord, kendi çağında yükselen ve kitleleri sosyal sınıflar, tüketim kültürü ve karşılıklı iletişim bakımından derin biçimde etkileyen reklam kültüründen ve imgesel fetişizmden ilham almıştı bu kitabı yazarken. Kuşkusuz bununla sınırlı kalmayıp bir “dünya” durumu portresi ortaya koymuş ve günümüzde hala belirgin biçimde geçerli olan eleştiriyi de hem imgesel durumu hem de ilişkileri ile bir bütün olan bu dünyaya getirmişti. O devrin reklam ve televizyon kültürünün yarattığı her türlü manipülasyon günümüzde de her türlü dijital ortam ile sağlanıyor.
Debord’un burada belirttiği gibi insanlığın tüm yaşamı iktisadi üretimin ta kendisi. İnsan türü önce var olmaktan, sahip olmaya evriliyor. Sahip olmak, “gibi görünmek”e hızla dönüşüyor. “Gibi görünme”nin itibarı ve işlevi, toplumsal anlamda nasıl da arttı. Belki de asıl küresel salgın budur.
Kentin sokaklarına yayılan sanat, tekrar kendimiz olmayı hatırlatır mı? Çevremizle soyut değil yeniden somut bağlar kurmamızı sağlar mı? Üretimsiz, deneyimsiz, tutkusuz, sıkılgan nesiller yerine sahiciliği benimseyen bir gelecek mümkün mü? İlişkilerin ve bağların sorumluluğunu ve bu sorumluluğun yaşamsal gücünü hissettirir mi?
Gerek İstanbul’da gerekse farklı ülkelerde düzenlenen pek çok yaratıcı etkinlik bu sonbaharda bizlere tüm bu bahsettiklerimi sorgulatacak bu kez. En azından İstanbul’un en yaratıcı mevsimi olan sonbaharı kaçırmayın ve 17 Eylül’de 17. Kez açılacak İstanbul Bienali ile başlayın bu merak turuna derim.