Tayfun Atay
Issızlık doğada değil içimizde: Keep Breathing
Keep Breathing, insanın kültürel “ikinci doğa” ile çevrelenmiş bir hayatın içinde yaşadıkları ve deneyimledikleri yanında, her türlü araç-gereçten yoksun şekilde kazara bağrına düşülmüş vahşi doğanın çok ama çok masum kaldığını işaret eden bir yapım… Evet, mini-minnacık, ama kültür ve doğa ikiliği, gelgiti, gerilimindeki insanın, “biyokültürel” bir varlık olmakla karşı karşıya kaldığı sonuçlar ve sorunlarla yüzleşme, onlar üzerine düşünme ve bir muhasebeye gitmesi yolunda “küçücük-fıçıcık, içi dolu turşucuk” bir dizi…
İnsanlık tarihinde ilk yabancılaşma insanın, bir parçası olduğu doğaya kültür dolayımıyla yabancılaşmasıdır. Kültür, daha doğrusu kültürel yetkinlik, insanı doğal-biyolojik bir varlık olmanın ötesine geçirir ve ona içerisinde vahşi doğanın baskı ve zorlamalarını hissetmeksizin yaşamını sürdürebildiği, nefes alıp vermesini sağlayan bir “oksijen çadırı” sağlar.
Bu oksijen çadırı içinde insan, doğanın diğer tüm organizmalar için koyduğu gündelik sınırlamaları, zorlamaları, gerilimleri, baskıları, tehdit ve tehlikeleri hissetmeksizin yaşar gider. Elbette bu “doğal” sınırlama, zorlama, baskı, gerilim, tehdit ve tehlikelerin yerini “insanî” olanlarla da doldurarak: Ailevî ilişkilerde yıkımlar-acılar; toplumsal sürtüşmeler-çekişmeler; çalışma yaşamında rekabetçi-yarışmacı baskılar-kaygılar; psiko-seksüel bağlanma-terk edilme, sahiplenme-sahiplenilme (“aşk”) çıkmazları-açmazları ve hepsinin toplamı olarak iktidar sorunu gibi…
Peki bir gün bu “oksijen çadırı”ndan çıkılırsa ya da çıkılmak zorunda kalınırsa ne olur?..
Netflix’te yeni yayına giren altı bölümlük Keep Breathing (“Nefes Almaya Devam Et”), bu soru ve onun cevabı üzerine düşünmeye davet eden, kendi halinde, öyle çok iddialı olmayan, gayet mütevazı ama aynı zamanda kayda değer ve psikolojik olduğu kadar antropolojik-sosyolojik ilgiyi de hak eden bir mini dizi…
“İkinci doğa”, “birinci doğa”ya karşı…
Biraz daha “akademik iştah”la yazmaya devam edelim!..
Sosyolog Robert Brym kültürü “insanın ikinci doğası” olarak tanımlar. Ben bu ifadeyi kendimce şöyle geliştirdim: Kültür insanın ikinci, ama aynı zamanda “birincil” doğasıdır. Dikkat, birinci demiyorum, “birincil” diyorum.
Elbette insanın birinci doğası biyolojiktir; insan bir canlı varlık ve diğer tüm canlılar gibi doğanın bir parçası. Ama o canlı/doğal varlık alanı karşısında insan, kültürel (“canlı-üstü") yapıp etmeleriyle yukarıda söz ettiğimiz “oksijen çadırı” içine girerek bu birinci (biyolojik) doğasını talileştirir/ikincilleştirir; buna mukabil “ikinci doğası” olan kültürü de aslileştirir/birincilleştirir.
Bunun sonucu artık o biyolojik-organik doğaya yabancılaşma, onun varlığını dahi hissetmeme ve “ikinci doğa” sayesinde ona başat, onu kontrol ve sömürü altına almış olarak yaşamaya devam etmektir.
Bununla birlikte elbette günümüzde böylesi bir yörüngede yaşamanın faturası, biyolojik doğanın kendini alabildiğine hissettirdiği “küresel iklim krizi” ile yine insana çıkmakta. Özellikle son 250-300 yıllık endüstriyel yaşam biçimimizle birinci doğamıza alabildiğine yabancılaşmanın bedelini artık kavurucu sıcaklar, tahripkâr seller, yangınlar, çölleşme, susuzluk ve açlık tehlikesi, hava kirliliği, vd. sorunlarla karşı karşıya kalarak ödüyoruz.
Keep Breathing, insan yaşamında birincilleşmiş o “ikinci (kültürel) doğa” tüm birikim ve kazanımlarıyla bir anda hükümsüzleştiğinde ve insan, birinci (biyolojik) doğası ile baş başa kaldığında onun nasıl “sudan çıkmış balık” haline gelebileceğini duyumsama ve düşünmeye sevk eden bir giriş yapıyor. Sonra da insanın her iki (kültürel ve biyolojik) doğası arasında gelgitlerle etkileşimsel bir yol alış içinde insan varlığı-yaşantısı üzerine sorgulama ve sorunsallaştırmalarla ilerliyor.
(Uyarı: Bundan sonra spoiler)
Aslında son derece bilindik, kadim ve klişe bir başlangıç var: Bir uçak kazasıyla ıssız bir (adaya değilse de) göllük-ormanlık-dağlık araziye düşüp orada kaybolan Olivia (Liv) Rivera (Melissa Barrera), gayet prestijli bir konumda var olduğu “uygar” dünyanın konforlu yaşamından, varoluşunun sıfır noktasına iner. “Oksijen çadırı” çökmüştür ve Liv “biyolojik doğası” ile baş başadır.
Bununla birlikte sürekli geri-dönüşlerle o “uygar” ve konforlu dünyada da herkesin birbirinin kurdu olduğu baskıcı, boğucu, bunaltıcı bir yaşamın akıp gittiği işaret edilmektedir. Anlarız ki Liv, bir kaza ile kopup vahşi doğanın bağrına savrulduğu o “uygar” dünyada başarılı ve işkolik bir avukat olarak; içinde inim inim inleyip hâlâ kendisini yöneten-yönlendiren çocukluğunu sert ve dikenli bir kabuk gibi sarmalamış kişiliğiyle; bıçak gibi keskin-buz gibi sert bir mizaçla kariyerizmin akıntısına kapılıp gitmiştir. Ama şimdi, temel yaşamsal (biyolojik) gereksinimlerini karşılama derdinde, beslenme-barınma-korunma ve hepsinin toplamı olarak nefes alıp vermeyi sürdürme yolunda canhıraş mücadele etmektedir.
Artık ısınmak (ateşi denetim altına almak) meseledir; temiz su (suyu kaynatacak kap-kacak) bulmak meseledir; ve elbette (“yemek yeme” çok “lüks” kalmıştır!) beslenmek/karın doyurmak bir mesele, büyük bir meşakkattir.
Bir yardım çağrısı: “Abur-cubur”
Dizide Liv’in karşı karşıya kaldığı tüm bu sıralanan ve “uygar” yaşamda bir stres olarak hiç hissedilmeyen temel “doğal-biyolojik” meseleler onun zihninde önceki konforlu (“kültür-korumalı”) hayatıyla çağrışımsal ve karşılaştırmalı çerçevede etkileşime uğratılıyor. Böylece insanda çok derinlere itilip unutulmuş olan doğaya yabancılaşmanın yüzeye, bilinç düzeyine vurması bol bol sahneleniyor.
Söz gelimi uçak kazası sonrası Liv’in her nasılsa yanında kalmış ve elinde-avucundaki tek hazır gıda olan atıştırmalık çikolata-bardan kalan parçalar, adadaki bir ayı tarafından yenilip yutulmuştur. Liv artık ambalaj kağıdına bulaşmış kalıntıları yalamaktadır ve bunu yaparken zihni, çalıştığı avukatlık bürosunda odasına yemek getiren, aynı zamanda onunla “ne seninle-ne sensiz” bir karmaşık aşk ilişkisindeki meslektaşı Danny (Jeff Wilbusch) ile şu anıya bağlanır:
“- (Danny) Sana yiyecek getirdim.
- (Liv) Hayır, buna gerek yok.
- Sakin ol, sadece öğle yemeği. Sen almadığın için sana getireyim dedim.
- Danny!!!
- Merak etme. Kendime de biraz aldım. Fazla düşünme. Biz yaşasak da ölsek de umursamayan bu dev şirket makinesinin içinde daha verimli ve etkili dişliler olabilelim diye vücutlarını besleyen iki çalışanız sadece…
- (Liv; yemekten bir lokma aldıktan sonra çok beğendiğini ifade eder şekilde) Tanrım!
- (Danny) İşte bu! Yemek!.. Her çeşidini yapıyorlar. İstersen bunu [yemek yemeyi] her gün yapabilirsin.
- Ben, yemek yiyorum zaten!
- Öyle mi?!
- Evet; (masanın çekmecesinden aralarında şimdi kaybolduğu vahşi doğada açlıktan ambalajını yaladığının benzeri de olan atıştırmalıkları çıkarıp Danny’e göstererek) bu benim abur-cubur çekmecem.
- (Danny, abur-cuburu kastederek) Bu, bir yemek değil. Bu bir yardım çağrısı. Neyse ki ben de yardımseverim.”
Sistem için beslenen insan!
İşte böyle… Bir doğal temel ihtiyaç olarak beslenmenin, daha doğrusu yiyecek bulmanın kaygı üreten hayati bir uğraş olmaktan çıkıp her an her şekilde karşılanması mümkün bir kültürel pratik haline geldiği;
Bununla bağlantılı şekilde bir şeyler “tıkınma”nın (psikolojik imlemeleri de içinde barındıran) bir yardım çağrısı addedildiği;
Ve en vahimi, beslenmenin insanın kendi varlığını sürdürmekten ziyade bir sistemin (şirketin) varlığını sürdürmeye hizmetin gereği haline geldiği “uygar/insani” dünyadan;
Vahşi doğanın bağrına düşüş…
Atıştırmalığın psikolojik işlevinden çok öte, biyolojik değerini fark ediş…
Böylece kültür dolayımıyla doğadan alabildiğine; hesapsızca, kaygısızca, kayıtsızca ve gamsızca kopuş sorunu ile çarpıcı bir yüzleşme…
Tüm bunlar, Keep Breathing’in akışında seyrimize karşıcı olarak çıkıyor.
Anne faktörü
Ama elbette dizinin ana mesajı da esas derdi de bu sıraladıklarımız değil.
Çok daha iç yakıcı mahiyette Keep Breathing, bize insanın kültürel yetkinlikle vahşi-tehditkâr doğa karşısında kendisi için var ettiği konforlu alanın, yani doğal tehdit ve tehlikeleri dışarıda tutan “oksijen çadırı”nın içinde de, asıl orada nefes alıp vermekte zorlandığını anlatıyor.
Kuşkusuz Liv’in kaza ile düştüğü o ıssız arazideki “fiziksel” hayatta kalma ve o bağlamda “nefes alıp verme” sorunu değil bu. “Psikolojik”, yani ruhsal-duygusal mahiyette nefes darlığı içinde sürüp giden “uygar” bir hayattır sorun olan…
Liv aslında ıssızlık ve kaybolmuşluğa annesi (Florencia Lozano) evini ve onu çocuk yaşta terk ettiğinde düşmüştür. Ve anlaşılmaktadır ki şimdi onun tek başına, hiç mi hiç kurtulma ümidi de olmaksızın yalnızca hayatta kalma, bir andan diğer ana nefes almaya devam etme yolunda çırpındığı ıssız mı ıssız vahşi doğa, bir metafordur. Onun içinde/ruhunda olan biteni bize anlatan bir metafor.
Liv ıssızlıkta değil, ıssızlık Liv’in içindedir.
Küçücük-fıçıcık, içi dolu turşucuk
Sonuç olarak Keep Breathing, insanın kültürel “ikinci doğa” ile çevrelenmiş bir hayatın içinde yaşadıkları ve deneyimledikleri yanında, alışıldık her türlü araç-gereçten yoksun şekilde kazara bağrına düşülmüş vahşi doğanın bile çok ama çok masum kaldığını işaret eden, bu bakımdan düşünce kışkırtıcı olmaya çalışan bir yapım.
Evet o, mini-minnacık bir dizi.
Ama kültür ve doğa ikiliği, gelgiti, gerilimindeki insanın, “biyokültürel” bir varlık olmakla karşı karşıya kaldığı sonuçlar ve sorunlarla yüzleşme, onlar üzerine düşünme ve bir muhasebeye gitme yolunda davetkâr, “küçücük-fıçıcık, içi dolu turşucuk” bir dizi…