Süreyya Su
İsrail’deki Seçim Filistin’in Kaderini Değiştirir mi?
Siyaset bilimci Erhan Keleşoğlu, 2001-2002 yılları arasında Ürdün Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu ve 2002’de “Oslo Sürecinde Filistin’de İktidar ve Muhalefet” adlı çalışmasıyla İ.Ü. İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. 2008 yılında “İsrail Yurttaşı Filistinliler: Yurttaşlık, Kimlik, Siyaset 1948-2000” başlıklı çalışmasıyla da İ.Ü. SBF’den doktora derecesi aldı. Ekim 2016’da KHK ile üniversiteden ihraç edildikten sonra çeşitli projelerde yürütücülük görevi üstlenen, halen de Toplumsal Tarih Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten Keleşoğlu ile İsrail’deki seçimin sonuçları ve sonrasında olası gelişmeler üzerine konuştuk.
Öncelikle şunu sormak istiyorum: İsrail ve Filistin arasındaki ilişkiyi ya da Filistin sorununu nasıl tanımlamak daha doğru olur? Çatışma mı? Savaş mı? Apartheid mı? Soykırım mı? Bana bunların hepsini iç içe geçiren ve olayın özgünlüğünü, hatta biricikliğini ifade eden yeni, başka bir terime ihtiyaç var gibi geliyor.
İsrail Devleti 19. yüzyılın sonunda başlayarak 1948’de devletin kurulmasıyla neticelenen, etno-kültürel milliyetçilik (Yahudi milliyetçiliği-Siyonizm-) esasına dayalı bir yerleşimci-sömürgeci projenin sonucudur. Filistin Sorunu da bu yerleşimci-sömürgeci projenin ortaya çıkışından günümüze kadar uzanan ve Filistin’deki yerli halkların toplumsal ve siyasal haklarının tümüyle reddinden kaynaklı çok boyutlu bir tarihsel sorundur. Kolonizasyon projeleri genel olarak toprak ve nüfus dengesi üzerine bina edilmektedir. İsrail Devleti’nin kurulmasına giden süreçte de toprak ve nüfus dengesi aranmış, Siyonizmin etno-kültürel içeriği doğrultusunda etnik bir mantıkla yerleşim faaliyeti yürütülmüş, yerli halklarla kurulan tüm ilişkilerde de bu kolonizasyonun ihtiyaçları gözetilmiştir. 1967’den sonra Batı Şeria, Gazze Şeridi, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri’nin ele geçirilmesinden sonra da yerleşimci-sömürgeci projenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket edilmiş; etnik milliyetçilikle bezenmiş bu olgu Yahudiler arasındaki ilişkilerde de ana belirleyici olmuştur. Bu bağlamda benzer şekilde yerleşimci-sömürgeci hareketler neticesinde kurulan ABD, Avustralya, Brezilya, Meksika vb. örneklerden etnik milliyetçi ulus devlet modeliyle ayrışmaktadır. Bu bağlamda Apartheid Güney Afrikası belki de en benzer örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak İsrail’i Güney Afrika Apartheid’ından da ayrıştıran şey oradaki üstünlükçü beyaz söyleminin yerine “vatanından sürgün edilmiş halkın dönüşü” mitosunun konmuş olmasıdır. Yerleşimci-sömürgeci projeler içerisinde kolonize edilen ülkeyle binlerce sene öncesine dayanan ezelden-ebede bağ kurabilmiş böyle bir milliyetçi projenin emsali yoktur. İsrailli tarihçi Şlomo Sand aslında hiç gerçekleşmemiş bu sürgünü ve milliyetçi retorikteki yerini çok güzel anlatır.
Sorunla ilgilenen Arap devletleri ve Batılı devletler, çözümsüzlük halinin sürmesini stratejik olarak tercih ediyorlar sanki. Ama bu, Kıbrıs gibi şiddetsiz bir durumda belki makul karşılanabilir. Filistin’deyse sürekli şiddet var; çocuklar ölüyor. Peki bu şiddet daha ne kadar devam edebilir? Son Filistinli yerinden sürülmeden veya öldürülmeden İsrail’in barışa ikna veya mecbur olacağı bir olasılık yok mu?
İsrail ve daha genelinde Filistin Sorunu II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan uluslararası sistemin bir sonucudur. Bu sistemin bir alt-sistemi olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalist müdahaleler, direniş, bölge devletleri arası rekabet vb. siyasal ve toplumsal mücadeleleri doğrudan Filistin Sorunu’nu etkileye gelmiştir. Sorunun ortaya çıkışından itibaren birçok bölgesel savaş ve kriz yaşanmış, bunların neticesinde bugünkü statükoya erişilmiştir. Bu anlamda tahlil yaparken uluslararası ve bölgesel analiz düzeylerinden bakmak ve tarihsel bağlamına oturtmak gerekiyor. Yukarıda da söylediğim üzere yerleşimci-sömürgeci bir temelde kurulmuş İsrail devleti 1967’den beri işgal altında tutulan topraklarda yaşayan dört milyondan fazla Filistinliyi sosyal ve siyasal haklardan yoksun bırakmıştır. Ötesinde 1948 ve 1967’de mülteci olup çevre ülkelere sığınan ve bugün kimsenin adlarını anmadığı BM’ye kayıtlı beş buçuk milyon Filistinli mülteci vardır. Bu apartheid rejiminin gündelik hayattaki şiddeti, işgali, hak tanımazlığı şiddet ikliminin de ana sebebidir. Bu rejim değişmeden barışın gelmesi mümkün görünmemektedir.
Mevcut durumda; diplomatik, askeri, ekonomik güç ilişkilerinde İsrail’in avantajlı olduğu bir dengesiz durumda Filistinlilere sunulan her anlaşma şartı ve bu şartların başında olan İsrail’in “var olma hakkı”nı, yani İsrail Devleti’ni tanımak bile, sonuç olarak Filistinlilerin yurtlarından sürülmesinin meşruluğunu kabul etmek anlamına gelmez mi?
Bazı hususları hatırlatmakta fayda var. Filistin Ulusal Hareketi’nin kahir ekseriyeti seksenlerin başından itibaren iki devletli çözümü kabul edeceğini açıklamıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve İsrail arasında 1993 yılında imzalanan İlkeler Bildirgesi (Oslo Anlaşması) ile taraflar, birbirlerini karşılıklı olarak tanımayı (İsrail ve FKÖ), işgal altındaki topraklarda antlaşmalarla belirlenen sınırlar dahilinde bir Filistin Yönetimi’nin kurulmasını, beş sene sürecek bu geçici dönemin başlamasından iki yıl sonra başlanacak nihai çözüm görüşmeleriyle sorunun çözülmesini öngörmüştür. Yani Filistinliler, sizin tabirinizle İsrail’in varolma hakkını” yani İsrail devletini otuz sene kadar önce tanıdı. 1993’ten itibaren başlayacak beş senelik geçiş dönemi boyunca İsrail’in kuvvetlerini yeniden konuşlandırması ve önemli Filistin şehirlerinde özerk bir Filistin Yönetimi (FY) oluşturulması planlanmıştı. Geçiş döneminin sonunda Filistin tarafı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in 1967 Savaşı’nda işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyen 242 ve 338 sayılı kararlarına binaen kalıcı bir antlaşmaya varılacağını düşünmüştür. Bunun karşılığında Arafat, işgal altındaki topraklarda İsrail karşıtı şiddeti bitirmeyi, hatta bunun için İsrail güvenlik güçleriyle koordineli çalışmayı vaat etmiştir. Oysa İsrail tarafı bu anlaşmayı işgalin başka bir formda devamı olarak algılamakta; işgali de bu anlaşma ile meşrulaştırmaktaydı. Yerleşimci-sömürgeci projeden taviz veya vazgeçme söz konusu değildi. Bunun idrak edilmesiyle 2000 senesinde patlak veren II. İntifada’dan beri çözümsüzlük devam ediyor. İşgal sona ermediği müddetçe de sürecektir.
Dünya üzerinde ABD’nin egemenliğinin zayıflamasının ve gelişen Çin gibi yeni güçlerin küresel egemenlik alanlarını genişletmesinin Filistin sorununun çözümü için bir imkân verme potansiyeli var mı? Ayrıca Rusya burada bir taraf oluyor mu? Rusya’nın Suriye’deki varlığı İsrail tarafından nasıl karşılanıyor ve Filistin sorununun çözümüne bir etkisi olabilir mi?
ABD’nin etki kapasitesinde bir azalma söz konusu olsa da uluslararası sistemin hala en güçlü aktöründen bahsediyoruz. Dünyanın bir numaralı ekonomisi, ötesinde yıllık 750 milyar USD’lik askeri harcamasıyla da arkasından gelen beş-altı küresel gücün toplamından daha fazla harcama yapabiliyor. İsrail’in yetmişlerin başından itibaren ABD ile kurmuş olduğu stratejik ittifak, ABD Kongresi’nde on yıllar boyunca giderek artmış İsrail lobisinin gücü ve insan haklarıyla demokrasiyi uluslararası siyasetin tekrar merkezine alacağı iddiasındaki Biden yönetiminde dahi koşulsuz süreceği anlaşılan destek devam ettiği müddetçe mevcut statükoda değişim zor. Rusya’nın Filistin Sorunu’nda açıkça Filistin tarafında olduğu yıllar SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte sona erdi. Rusya ve İsrail arasında birbirlerinin çıkarlarını gözeten, hasmane olmayan özel bir ilişki mevcut. İsrail İran’ı dengelediği için Rusya’nın Suriye’de bulunmasından gayet memnun. Ruslar da S-400 gibi gelişkin hava savunma sistemlerini konuşlandırmış olmalarına rağmen İsraillilerin Suriye’deki hedeflere düzenlediği hava saldırılarına da hiç ses çıkarmıyor. Ancak tüm bunlara rağmen Rusya Filistin Sorunu’nun BM gözetiminde iki devletli bir şekilde çözümünü resmi politika olarak benimsemiştir. Rusya ve Çin uluslararası sorunların ABD’nin dikte ettiği liberal değerlere dayalı düzen yerine BM çatısı içerisinde siyasal müzakerelerle çözülmesinden yana. Bu bağlamda İsrail ile siyasal ve ticari ilişkileri iyi olan bu iki küresel gücün ABD ile yaşadıkları rekabet sebebiyle Birleşmiş Milletler’i öne çıkarmalarının İsrail ve ABD’nin dengelenebilmesi açısından önemli olduğunun altını çizmek isterim.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra El-Fetih Batı nazarında terörist imajından çıkmıştı ve Yaser Arafat’ın bir karizması vardı. Dolayısıyla Filistinlilerin Batı kamuoyunda daha olumlu bir temsilleri vardı. Batı’da İslam terörle özdeşleştirilip yeni korku öznesi haline getirilirken Filistin politikasında Hamas etkili olmaya ve güç kazanmaya başladı. Bunun Filistin’in Batı kamuoyundaki temsili için olumsuz bir gelişme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hamas’ın 90’lı yılların ortasından itibaren girişmiş olduğu intihar saldırılarının Filistin’in Batı kamuoyundaki temsiline olumsuz etkide bulunduğu bir gerçek. Ancak asıl sorun Oslo Anlaşması ile birlikte Filistin Yönetimi’nin kurulması ve Arafat’ın Filistin’e dönüşü ile birlikte Filistin Sorunu’nun artık çözülmüş olduğuna dair bir yanılsamanın Batı’da hakim olmasıdır.
Susan Buck-Morss, Hegel ve Haiti adlı kitabında, kölecilik ile ücretli emek düzeninin kuruluşu arasında bir ilişki olduğuna değinir. Bana da İsrail’in kuruluşundan beri sürdürülen Filistinlilerin mülksüzleştirilmesi ile kapitalizmin neoliberal versiyonunda dünyanın her yerinde uygulanan köylülerin mülksüzleştirilmesi arasında bir model alma ilişkisi var gibi geliyor. Yani İsrail şiddetini neoliberal devlet kuramıyla meşrulaştırıyor diyebilir miyiz?
İsrail’in şiddeti esasen yerleşimci-sömürgeci bir projenin ürünü olmasından kaynaklanmaktadır. Neoliberal politikaların uygulamaya konulmasıyla birlikte bu içkin şiddetin hem İsrail yurttaşları (Yahudiler ve diğer gruplar) hem de işgal altındaki Filistinliler açısından daha da yoğunlaştığını söyleyebiliriz.
İsrail'deki seçimlerden sonra ilginç bir koalisyon kuruldu. Bir İsrailli Arap Partisi ile aşırı sağcı Yahudi partisi liderleri aynı koalisyondalar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve Filistin sorunu için bir anlamı var mı?
İsrail’in siyasal ve toplumsal mimarisinin ana belirleyeni Yahudiliktir. 2018’de kabul edilen anayasal nitelikli düzenleme ile de bu perçinlenmiştir. Bu düzenleme ile İsrail, yurttaşı olan Yahudilerin olduğu kadar henüz yurttaşı olmayan tüm Yahudilerin de devleti olarak tarif edilmiştir. Ve self-determinasyon hakkı sadece Yahudilere aittir. Yani İsrail tüm yurttaşlarının devleti olmadığını açıkça kanunlaştırmıştır. Kurulan koalisyonda bu düzenlemenin değiştirileceğine dair bir konsensüs olmadığı gibi Arapların mevcut toplumsal-siyasal haklarının düzeltilmesine dair somut bir yol haritası da mevzu bahis değildir. İslami siyasetten gelen Mansur Abbas’ın başında olduğu Birleşik Arap Listesi (Ra’am) Yahudi siyaseti içerisindeki çatlaklara oynanması ve hükümetin içerisinde olunması halinde Yahudi partilerinin pragmatik sebeplerle bazı tavizler verebileceği iddiasındadır. Doğası gereği taktik nedenlere dayanan böyle bir oluşumun geçici olacağını ve Yahudi olmayan İsrailli yurttaşları ve daha da ötesinde Filistin Sorunu açısından herhangi bir kazanım getirmeyeceğini düşünüyorum.