Seyit Tosun
İRAN MI ARABİSTAN MI OLACAĞIZ DERKEN ÇİN OLDUK
Daha iyi yaşam şartları, daha modern ve demokratik bir siyasal kültür ve bireylerin yaşam biçimlerinde özgürlük sloganı ve vaadiyle binilen otobüs, Avrupa yerine Çin’de son durağını buldu. Yaşam biçimimize saldırı var diyenlerin; yaşam biçimlerimize saldırısıyla bulduk kendimizi.
Bir gün bir Arap, Hz. Ali’nin taraftarlarının yaşadığı Küfe’den, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış. Halk meydanda toplanmış. Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”
Önümüzdeki hafta TBMM Genel Kurulunda kamuoyunun “Sansür Kanunu” olarak adlandırdığı Basın Kanun Teklifi görüşmeleri yapılacak. Özellikle teklifin 29. Maddesinde yapılacak bir değişikle ile ‘yalan haber’ yapan ve ‘yayanlara’ 3 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Teklifin basın kartı, haber kaldırma ve yazılara hızlı müdahale ile ilgili çok tartışmalı maddeleri var.
İletişim Başkanlığına bağlı binlerce trol var. Malumunuz bunlar tek merkezden her türlü karalama ve iftirayı yapıyor. Haklarında doğru düzgün verilmiş karar yok. Kolektif bir sosyal medya terörü estiriyorlar. Bunlar istedikleri hakareti edebilir, istediklerine iftira atabilir ancak hiçbir şekilde ceza almazlar. Bu teklifin sadece muhalifler üzerinde hızlı şekilde baskı kurma ve kapatma teklifi olduğu bu nedenle açık. Seçim süreci hazırlıklarının da bir parçası olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu teklif sadece bir karartma değil, aynı zamanda politik iklimin de dilini taşıyor. Yani gerçeği söylememek yetmiyor; aynı zamanda basından ve gazetecilerden “yalanları gerçekmiş” gibi haber yapmaları ve anlatmaları da isteniyor. Bununla da yetinilmiyor. Teklifte “Kamu barışını bozmak” da paylaşım ve haberler beğenilmezse ceza olarak kullanılacak.
Adalet Komisyonunda konuşan Yargıtay 8.Ceza Dairesi Üyesi Doktor İhsan Baştürk “Gerçeğe aykırılığı kim belirleyecek? Bu bağlamda, örneğin, bir içeriğin sadece beğenilmesi, sadece ‘retweet’ yapılması, sadece paylaşılması yayma mıdır? Bunun sınırları nedir? İştirak hükümleri çerçevesinde nasıl değerlendirilecek? Dolayısıyla hangi fiiller suç oluşturup hangileri oluşturmayacak?” diyerek konunun hukuki kısmına da çok net bir açıklama getirdi.
Konuyu biraz daha açmak için bir örnek verelim; Akademisyenlerin ve ekonomistlerin oluşturduğu Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG), hesaplamasına göre enflasyon Mayıs’ta aylık bazda yüzde 5,46 yıllık bazda yüzde 160,7 artış kaydetti. Oysa Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Mayıs enflasyonunu aylık yüzde 2,98, yıllık yüzde 73,50 olarak açıkladı. Bildiğiniz gibi enflasyon rakamının açıklanması aynı zamanda çalışanlara verilecek zam oranını da belirliyor.
Bu teklif kabul edilirse ENAG, enflasyonun gerçek oranlarını ve rakamlarını açıkladığı için ceza alabilir. Hatta tekziple de TÜİK’in rakamlarını ve oranlarını yayınlaması istenebilir. Bu da bize Roland Barthes’in "Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir" Sözüne getiriyor.
AVRUPA BİRLİĞİ DİYE BİNDİK, ÇİN’DE İNDİK!
1980 yılında Ertem Eğilmez tarafından çekilen İlyas Salman ve Şener Şen'in başrollerinde olduğu Türk filmi ‘Banker Bilo’da’ meşhur bir sahne vardır. Maho (Şener Şen), Köylüsü Bilo'yu (İlyas Salman) ve bölgeden birçok kişiyi Almanya'ya götürmek vaadiyle paralarını alır. Ancak onları Almanya'ya değil, İstanbul'a götürmektedir. Bilo ve yanındakiler Almanya’da değil, İstanbul’da olduklarını anladığında iş işten geçmiştir.
Biz de 2000’lerde Avrupa Birliği süreci ile bindiğimiz otobüste gözümüzü Çin’de açtık. Şimdi geldiğimiz noktada orta sınıf yok edildi, kentler köyleştirildi, tek parti rejimi her yere sirayet etti, çürüme normalleşti, vasat seviciliği popülerleşti, ülkede sadece çok küçük bir zengin azınlık karşısında yoksullaşmış milyonlar ortaya çıktı.
Türkiye Cumhuriyetini kuran kadro her zaman modernleşme ve kentleşme üzerine inşa ettiği Ulus Devlet rotasında köylülerin kentlerde şehirleştirilmesi de vardı. Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözü sadece açlık ve gıda krizi yaşamış Birinci Dünya Savaşı Osmanlı subaylarının ve Türkiye kurucu kadrosunun tarıma verdiği önem üzerine söylenmemiştir. Kent nüfusu çok azdır ve sanayileşerek modern dünyayı yakalamak istemektedirler. Bu da köyden, kente olan göçlerle olacaktı. Köylüler, kentlerde yeni devletin modern ve seküler eğitim anlayışı ile kentleşmeye ve işçileşmeye başlayacaktı. O nedenle Cumhuriyet döneminde kurulmuş fabrikaların içlerinde sadece lojmanlar değil; havuzlar, tenis kortları, okullar, halk eğitim merkezleri bulunuyor. İşte Köylüyü milletin efendisi yapacak konu hem tarlada hem fabrikada çalışacak olmalarıydı. Bu sayede de kentleşme, beraberinde orta sınıfı getirecekti.
Oysa zamanında Cumhuriyet Halk Partililere “Komünistler Moskova’ya” diyen siyasal akım bugün soluğu Pekin’de aldı! Tıpkı Çin’de çoğunluğun yaşadığı gibi sadece karın tokluğuna mecbur çoğunluklar yaratıldı. Doktor da mühendis de avukat da asgari ücret ve yaşam seviyesine hapsedildi. Böylece makineye bağlı yaşayan orta sınıfın fişi çekilmiş oldu. Özellikle daha iyi yaşam şartları, daha modern ve demokratik bir siyasal kültür ve bireylerin yaşam biçimlerinde özgürlük sloganı ve vaadiyle binilen otobüs, Avrupa yerine Çin’de son durağını buldu. Yaşam biçimimize saldırı var diyenlerin; yaşam biçimlerimize saldırısıyla bulduk kendimizi. Bizde Çin’in teknolojisi, sermaye birikimi yok ama rejimi çok!
PEKİ DEVE KİMİN?
İşte “Giderlerse gitsin” politikası tam da burada devreye giriyor. Ya bu şartlara uyun ya da gidin. Üçüncü bir yol denerseniz gereğini biz yaparız anlayışının ürünlerinden birisi de bu sosyal medya yasası. Sığınmacı meselesinde krizin fırsata dönüştürüldüğü bir konu da bu iklimle ilgili. İşinden memnun olmayıp sendika isteyen işçinin alternatifi daha ucuza çalışacak Suriyeli, çalışma şartlarının düzeltilmesini isteyen çiftçinin alternatifi Afgan, maaşının artırılmasını isteyen doktorun alternatifi Iraklı oldu. Siyasal iklim, yoksullaşan halkın öfkesini sığınmacı yaratan politikalar yerine sığınmacılara yönelttirdi. Bu anlayış, ülkenin kaymağını yiyen zengin tabakanın da işine geldiği için destekledi. Sendika yok, insani şartlar yok, az ücret var ama çalışacak sığınmacı çok!
Çünkü Türkiye tarihinde burjuva hiç olmadı. Bizde sadece paralılar oldu. Çünkü orta sınıfın olmadığı yerde başka sonuç da yaşanamazdı. Şimdi bu ağır ekonomik tablo ve baskı ortamında bu sosyal medya yasasının ne işe yaracağı daha fazla hesaplanabilir.
Gelelim deveye... Muaviye de biliyordu devenin asıl sahibini. Ancak onun, o istediği şekilde kolektif yalan söyleyebilecek binlerce yandaşı vardı. Devenin asıl sahibi “Hayır haksızlık bu deve benim” deseydi cezalandırılırdı. İşin ÖZ’eti, önümüzdeki seçimler, gerçeği söyleyenlerin mi yoksa kendi yalanını gerçek diye kabul ettirenlerin mi kazanacağı seçim olacak.
Yoksa deve de sahibi de, Muaviye'nin umurunda mı sanıyorsunuz?