Tayfun Atay
İktidar savaş ister, düşman bahane!
İsrail’den İran’a, IŞİD’den HAMAS’a, Rusya’dan ABD’ye, Brezilya’dan Hindistan’a, Macaristan’dan Türkiye’ye ve daha nice coğrafyaya kadar dünyamızda mevcut bütün radikal-popülist-otokratik iktidar yapılarının varlık ve beka yolunda ihtiyaç duydukları en temel gıda, düşmanlarıyla karşılıklı şekilde birbirlerinden beslendikleri savaş halidir. Bu iktidarlar, kendileriyle bağlaşık zuhur eden savaşlar olmaksızın; savaşlar da bu iktidarları gözetmeksizin varlık bulamazlar. Dolayısıyla bir otokrat ne vatanını ne milletini ne bayrağını, ama en çok düşmanını sever! “Beni düşmansız bırakma Yarabbi!” der.
Antropologların araştırma defteri, insanlığımızın “kök-hücreleri” denilebilecek küçük ölçekli kabile toplumlarının yaşamı üzerine değerlendirmelerle doludur. Bunlara “modern” dünyada kabaca ve onlar üzerinde tahakküm hazzından da kaynaklanan bir kibirle “ilkel” denile geldiği herkesin malûmu... Fakat hayır, onlar ilkel değildirler. Aksine yaşamlarına göz atılıp ders alınması gereken çok değerli insanlık numuneleridirler. Tabii bugün kendisini “uygar” diye nitelese de söylem ve eylemde barbarlıkta şahika yapmış endüstriyel-kapitalist dünya sistemi içerisinde onlar süratle bir yok oluşa sürüklendiler. Artık onları ne yazık ki günümüzde mevcut insanlık halleri olmaktan ziyade insanlığa dair “tarihsel” veriler olarak değerlendirebiliyoruz.
Yeryüzünde uluslararası ölçekte savaşın kaide, barışın istisna haline geldiği noktada ve daha özel olarak “Netanyahu İsraili” ile Hamas arasında yaşanan ve her iki tarafta binlerce masum insanın kaybına yol açan çatışmaya referansla, yukarıda kısaca tanımladığımız bu “kök-hücrelerimiz”in dünyasına bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Devletsiz, eşitlikçi, barışçı toplumlar
Söz konusu ettiğimiz kabile toplumsallıklarında karşımıza çıkan en önemli özelliklerden biri, bunların eşitlikçi bir yapıya sahip olmalarıdır. Devlet elbette bu sosyal örgütlenme aşamasında yoktur. Ama bu, siyasetin olmadığı anlamına gelmez. Siyaset vardır ve bu siyasal işleyişte elbette savaş da şiddet de pek çok örnekte gözlemlenebilir bir olgudur. Dolayısıyla “savaşa doğmuş” kabileler vardır. (1) Bununla birlikte esas itibarıyla barışın kaide, savaşın istisna olduğunu düşünmeye el verir bir hayat akışının tespit edilebildiği örnekler de yok değildir. Bunlara da “barış toplumları” ya da barış-içinde-toplumlar denilmektedir. (2)
Her halükârda ister savaşa ve şiddete meyyal ister barışa ve sukûnete meyyal olsunlar, bu toplumlardan savaşın ve onun süreklilik kazanmasının temel ya da aslî sebebinin ne olduğuna dair öğrenilecek çok şey vardır.
İktidara giden yol, savaştan geçer!
Kabile sosyopolitik örgütlenmesine sahip toplumlarda bir “şef” karşımıza çıkar. Ama şef, bir “muktedir”, yani bir kral, sultan, hükümdar, şah, padişah, despot ya da tiran değildir. Şef sadece ve o da sürekli değil belli dönemlerde “eşitler-arasında-birinci” olarak öne çıkar. Hiçbir zaman “Ali kıran baş kesen” değildir.
Yine de bazı durumlar vardır ki böyle bir şef, eşitler-arasında-birinci olmaktan sürekli iktidar taşıyıcısı bir tek-adamlığa/tiranlığa doğru “evrilme” imkanını/fırsatını yakalayabilir. Bu, sürekli savaş halidir!..
İktidar-savaş kısırdöngüsü
Sözünü ettiğimiz kabile oluşumlarında iktidar toplumun kendisindedir. Toplum, hitabeti, zekâsı, sezgileri, yürekliliği, gözü pekliği ve cesaretiyle ayırt edilen bir üyesini “kritik” zamanlarda geçici mahiyette bir adım öne çıkartır. Ama bu kritik zamanlar; mesela bir kıtlık, mesela bir salgın hastalık, mesela kabile-içi bireyler ya da gruplar arası anlaşmazlık ve mesela en çok da bir başka düşman kabile ile savaş gibi “zorunluluklar” ortadan kalktığında şef, liderlik pozisyonunu terk eder. Daha doğrusu o pozisyondan alınır, kabilenin sıradan bir üyesi olarak diğerleriyle aynı koşul ve eşit statüde yaşamına devam eder.
Demek ki şef, olsa olsa prestij ve saygınlığa sahiptir, o kadar. Bunun ötesinde onun bir yaptırım, otorite, iktidar sergilemesine toplum izin vermemektedir. Bununla birlikte, yukarıda işaret edildiği üzere böyle bir toplumda şeflik pozisyonu ile otoriteyi bir arada tutma yolunda tek uygun durum, savaştır. Savaş, bir şefin kabilenin üyelerine istediğini yaptırabildiği, bunu sürekli hale getirebildiği, böylece onun iktidara yürüme ihtimalinin arttığı tek seçenektir.
Aslına bakılırsa bu bir iktidar/iktidarsızlık kısır döngüsüdür. Çünkü savaş ve savaşçılıkla elde edilen ün, prestij, kariyer hep yeniden ve yeniden üretilmek zorundadır. Çarpıcı deyişle, savaşçının getirdiği kafa derisi bir son değil, tersine başlangıç noktasıdır. Şefin savaştaki her başarısı bir prestij kaynağı olduğu kadar, aynı zamanda o liderlik prestijinin başkalarınca sorgulanmasına karşı bir çırpınıştır.
Bu süreçte iktidarın sürekliliği uğruna, her savaş başka bir savaşı davet eder.
Vahşi savaşçının hazin öyküsü
Sözün özü, savaş ne kadar çoksa, toplumun bir şefe vereceği otorite, hükmetme gücü, iktidar olanağı da o kadar çok olacaktır. Böylece o, kabilenin hizmetinde bir şef olmaktan, kabilenin kendi hizmetinde olduğu bir hükümdarlık pozisyonuna doğru ilerleme imkânı bulacaktır. Dolayısıyla sürekli savaş hali, bu toplumlarda bir şefin hep bir adım önde olabilmesinin, kendini kabilenin bütününden yukarıya doğru eşitsiz ve ayrıcalıklı şekilde farklılaştırabilmesinin yegâne yoludur.
Fakat bu toplumların bütün yaşamlarını sürekli savaş hali ile devam ettirmeleri de mümkün değildir ve savaş arzusuyla dolu liderlerin çaresizlikleri de burada başlar. Güney Amerika’da Amazon ormanlarının en derin noktalarında yaşamlarını sürdüren Yanomamö yerlilerinin şefi Fusive’nin öyküsü, bu bakımdan en ibret verici örnektir.
Fusive, düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla saygınlık kazanıp sivrilmiş ve şefliğe getirilmişti. Yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilenin hizmetine sunmuş, toplumunun “etkin bir hizmetkârı” olduğunu göstermişti. Ama dedik ya, savaşçı şef eğer savaş başarılarının devamını getiremezse, geçmişte yaptıkları kolayca unutulur gider. Bir şef, eski başarılarını yücelterek şefliğini, liderliğini ve iktidar arzusunu sürdüremez; daima yeni çatışma fırsatları yaratmak zorundadır. Bu yüzden sürekli savaş dilemekten başka çaresi yoktur.
Fakat işte hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez ve şefin savaşma arzusu ile toplumun savaşmama isteği arasındaki uyarsızlık bazen çok feci sonuçlar doğurur. Fusive’nin başına gelen tam olarak budur: Uzun süre savaşmaya bir şekilde ikna edebildiği toplum bir noktada artık savaşmaktan usandığında o, istenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye çalıştığında yalnız bırakıldı. Savaşı tek başına yürütmekten başka çaresi kalmadı ve sonuçta oklarla delik deşik olarak can verdi. (3)
Ah Geronimo, vah Geronimo!
Kuzey Amerika yerlilerinden Apaçilerin efsane şefi Geronimo’nun başına gelen de buna benzerdir. Meksika askerleri, kabilesinin kampına saldırıp herkesle birlikte onun ailesini de bütünüyle yok ettiği zaman genç bir savaşçı olan Geronimo, katillerden intikam almak için ittifak yapan Apaçi kabilelerinin başına komutan olarak geçti. Savaşta büyük başarıya imza attı ve saygınlık sahibi bir lider konumuna yükseldi.
Ama sonrasında ona da olan oldu. İntikamlarını almış Apaçiler açısından sorun çözülmüşse de Geronimo bunu yeterli görmüyor, daha öteye gitmek istiyordu. Apaçi toplumu sükûnet arayışındaydı, Geronimo ise iktidar, dolayısıyla savaş arayışında.
Bu durumda Apaçiler de Fusive’yi izlemeyi reddeden Yanomamöler gibi Geronimo’yu izlemeyi reddettiler. Daha önce onu ustalığı nedeniyle kendilerine reis kılmış olsalar da kişisel nedenlerle, iktidar hırsı ile savaş istediğini iyiden iyiye idrak ettiklerinde ona sırt çevirdiler. Kuzey Amerika yerlilerinin son büyük komutanı Geronimo, şefliğini, liderliğini, iktidarını sürekli kılmak için “savaş dilene dilene” 30 yıl çaba gösterdikten sonra hiçbir şey elde edemeden sönümlendi gitti. (4)
Fusive’den HAMAS’a, Geronimo’dan Netanyahu’ya…
İnsanlığın “kök-hücreleri”nden gelen bu bilgiler gösteriyor ki savaş, muktedirin iktidar susuzluğunu giderme yolunda en elverişli “pınar”dır. Bu çerçeveden hareketle hızla bugüne gelelim:
İsrail’le HAMAS… Netahyahu ile Haniye… Siyonizm ve Cihadizm… İslamofobi ve İslamofaşizm… Bunlar sözde düşman özde kardeş figürler, pozisyonlar, ideolojiler, pratiklerdir. Onların mevcudiyeti, devamlılığı ve ebediliği, birbirlerini “simbiyotik” olarak besleyecek şekilde değiş tokuş ettikleri düşmanlık ve ona dayalı “her daim savaş”la mümkün… “Savaş, eşittir iktidar” onlar için…Tıpkı Yanomami şefi Fusive gibi. Tıpkı Apaçi savaş reisi Geronimo gibi.
Belki aradaki bir fark şu: Yukarıda kaydedildiği üzere, kabileler bir aşamadan sonra “Yeter artık savaş, şimdi sevişme vakti!” dercesine iktidar iştahıyla ha bire savaş isteyen liderlerini refüze ederken, bugünün dünyasında küresel ekolojik kriz ve ona bağlı ekonomik krizler sonucunda kitleler, içine düştükleri dehşetli ümitsizlik haliyle otokratik liderliklerin savaş arayışlarına tepki yerine destek dahi verebiliyorlar.
Bizi düşmansız bırakma Yarabbi!
Sonuç olarak şunlar söylenebilir: İsrail’den İran’a, IŞİD’den HAMAS’a, Rusya’dan ABD’ye, Brezilya’dan Hindistan’a, Macaristan’dan Türkiye’ye ve daha nice coğrafyaya kadar dünyamızda mevcut bütün radikal-popülist-otokratik iktidar yapılarının varlık ve beka yolunda ihtiyaç duydukları en temel gıda, düşmanlarıyla karşılıklı şekilde birbirlerinden beslendikleri savaş halidir. Bu iktidarlar, kendileriyle bağlaşık zuhur eden savaşlar olmaksızın; savaşlar da bu iktidarları gözetmeksizin varlık bulamazlar. Dolayısıyla bir otokrat ne vatanını ne milletini ne bayrağını, ama en çok düşmanını sever! “Beni düşmansız bırakma Yarabbi!” der.
Bir haftadır hepimizi dehşete düşüren, insanlığın bittiği yerde olduğumuzu düşündüren İsrail-HAMAS çatışmasına bir de bu açıdan bakmakta yarar var. Netanyahu’nun Siyonist radikalizminden İsrail’de yaka silken, bu siyasi pratiğe tepkili bir muhalefet karşısında HAMAS’ın saldırısı en çok ona “can suyu” oldu. Aynı şekilde Gazze’de kendisine karşı kitlesel memnuniyetsizliğin giderek arttığının farkında ve iktidarını kaybetme kaygısında olan HAMAS da kanlı saldırısı sonrası İsrail’in Gazze’yi bir katliam zemini kılıp dümdüz etmesi karşısında Netanyahu’ya ne kadar teşekkür etse azdır!..
Demek ki insanlığımızın “kök hücreleri”nde en yalın, saf ve basit haliyle saptanabildiğinden beri hep aynı hikâye: Savaş, iktidarların özsuyudur. Gerisi, din de vatan da millet de devlet de ümmet de, hepsi bahane…
1 Napoleon A. Chagnon, Yanomamö: Savaşa Doğanlar (Çev. Burcu Bölükbaşı), Epsilon, 2004.
2 Signe Howell ve Roy Willis, Societies at Peace – Anthropological Perspectives, Routledge, 1989.
3 Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum (Çev. Mehmet Sert-Nedim Demirtaş), Ayrıntı, 1991, s. 167-169.
4 Clastres, aynı kitap, s. 169-170.