Seyit Tosun
HİLTİ
“Hilti”, 1941’de mühendis Martin Hilti tarafından Liechtenstein’da kurulan firmanın adı… Galata Kulesi’ndeki işçinin ellerindeki ve kalın duvarları delen aletin adı “darbeli matkap” da olsa bir markanın; bir aletin/malzemenin adını aldığı üretim-reklam başarısına başka bir örnek; tıpkı Selpak, Cif gibi… “Hilti”nin de içinde olduğu kapitalist süreç, seri üretim ve sonrasındaki modernite tarihinde burgların ve kulelerin onun dışında kalanlar tarafından nasıl yıkıldığını anlama yolunda çok yakıcı bir örnek oluşturuyor
Geçtiğimiz günlerde Galata Kulesi’nde yapılan restorasyon çalışmalarında ortaya çıkan görüntüler tüm ülkeyi ayağa kaldırdı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Varlıkları Daire Başkanı Mahir Polat’ın görüntüleri sosyal medyada yayınlaması sonrası birçok kesim “hilti”ye karşı kuleyi savunmaya geçti.
Tüm kesimlerden gelen tepki dalgasıyla birlikte iktidar kanadı da kayıtsız kal(a)madı ve “hiltiyle Galata Kulesine dalmanın(!)” yanlış olduğunu açıkladı.
Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 15 asır önce bir fener kulesi olarak inşa edilen yapı aynı zamanda UNESCO’nun Dünya Mirası Geçici Listesinde bulunuyor. Dün, insanlara yol göstererek şehri ayakta tutsun diye yapılan kule; bugün yol göstererek onu ayakta tutacak şehirli insanlar sayesinde kendisini koruyabilecek.
“Hilti” aslında 1941’de mühendis Martin Hilti tarafından Liechtenstein’da kurulan firmanın adı. Galata Kulesi’ndeki işçinin ellerindeki kalın duvarları delen aletin adı “darbeli matkap” da olsa bir markanın; bir aletin/malzemenin adını aldığı üretim-reklam başarısına başka bir örnek. (Bkz. Selpak, Cif )
“Hilti”nin de içinde olduğu kapitalist süreç, seri üretimle birlikte “sınır burglarını” delerek küresel dünyanın adımlarını attı.
“Burg”ların tarihi, kapitalizmin tarihi
“Burg” basitçe; şehir çevresinde örülmüş kale ya da kale etrafında kurulmuş şehir demek. Petersburg, Lüksemburg, Hamburg gibi “burg” kentlerinin tarihi; feodal beylerle burjuva arasındaki tarihsel iktidar savaşının da sürecini içinde barındırıyor.
Şehirliler, seri ve ucuz mal üretimiyle birlikte kültür değişiminde yer aldılar. Güç şekli ve merkezi yer değiştirince daha önce burgların içinde, en tepesindeki yöneticiler yerlerini burgların etrafındaki “yönetilenler”e bıraktı.
Sanayi devrimiyle birlikte burjuvazi, servetini ve gücünü en yüksek düzeye ulaştırdı. Bunun sonucunda da siyasal gücü ele geçirmiş ve o güne kadarki egemen sınıfları; toprak sahiplerini, aristokrasiyi ve bunların gücünü koruyan mutlak monarşiyi devre dışı bıraktı.
Burjuva devrimleri feodal düzeni ortadan kaldırdı ve kapitalizmin egemenliğini kurdu. Üretici güçlerin özgürce gelişmesinin yolunu açtı. Tarihsel süreçte feodal prenslikler ve monarşi, burjuvalara teslim olmuştu. Üretim şeklinin değişmesi, yaşam biçimlerini de değiştirerek yeni sınıfların ortaya çıkmasına neden oldu.
Artık rakipler sadece bir ülke değil; tüm dünyaydı. Sınır kavramı bu nedenle tartışmaya açılmalıydı. Seri üretim yapmak ve rekabet edebilmek için ülkedeki herkesi aynı hedefte birleştirecek argümanlara ihtiyaç vardı. Bu da milliyetçilik, liberalizm gibi yeni düşünce ve ideolojilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Hammadde olmadan seri üretim yapamayacağını gören Avrupa sermayesi, soluğu en büyük pazar olan dünyanın kendisinde aldı. Milliyetçiliğin yetmediği ülkelerde din; dinin de yetmediği yerde mezhepler devreye girdi.
Resmi tarihte dünya savaşlarının ortaya çıkış nedenleri genelde bir prensin öldürülmesi ya da bir diktatörün başka bir ülkeye saldırısı olarak anlatılsa da genelde durum bambaşka. Burgları ele geçiren burjuva torunu sermaye sahipleri, hammadde ihtiyaçlarını karşılayacak yönetimleri iktidara getirdi. Savaşları da “temsilcileriyle” halklarına anlattıkları tarihsel “hak” ve “düşmanlara” karşı yapılan bir destanlaştırma hikayesi olarak yönettikleri toplumu organize ederek açtılar.
Kültürel burg’ların içindekiler-dışındakiler
İmparatorluk bakiyesi olan ülkelerde isimler değişse de hikayeler hep aynı. Neo-Osmanlı taraftarlarının, sınırlarımızın “Asya’dan Viyana’ya” uzandığını durmadan tekrar etmeleri de toprak-vergi ile geçirilen yüzyılların kültürel burg hafızasının içinde durmasından kaynaklı.
Avrupa’nın yaşadığı tarihsel/sınıfsal sürecin yaşanmadığı topraklarda oluş(a)mayan burjuva ve sanayi sınıfının yokluğunda dünyada ayakta kalınamazdı. Yeni Cumhuriyet kurucuları da uluslararası rekabette yok olmamanın yolunu gördüler. Azınlık olan şehirli sayısını çoğaltmak gerekiyordu. Ardından sermaye ve bu üretim sürecini ayakta tutacak işçi sınıfı gerekiyordu. İşçi nereden bulunacaktı? Pek tabii köylüler kente getirilecek ve işçi yapılacaktı.
Avrupa’nın yüzyıllarda geçirdiği süreç on yıllara sığdırılmaya çalışıldı. Şehirde yaşamak da “kentli” olmaya yetmeyeceği için eğitim ve çağdaşlaşma hamleleriyle üretim kültürü değiştirilmeye çalışıldı. Ardından, Türkiye’de “kültürel burgların” içinde ve dışında olanların kavgası başladı. Toprak sahiplerinin güçlü olduğu yerde bu devrimler tam olarak gerçekleşemeyeceğinden toprak reformu hazırlandı.
Avrupa’da burjuvaların, feodalleri yıkarak iktidarını ele geçirdikleri burgları; Türkiye, devlet eliyle yıkarak kendi burjuvasını iktidara getirerek ele geçirmeye çalışacaktı…
Ardından güçlenen sermaye, işçi sınıfının oluşması için görülebilecek en demokratik Anayasanın hazırlanmasında etkili olacak; yine aynı sermaye bu defa işçi sınıfının güçlenmesi ile korkuya kapılıp bu defa tam tersi bir Anayasanın yapılmasını destekleyecekti. (Bkz. 1961 ve 1982 Anayasaları)
Dünün ötekileri, bugünün ötrekileştirenleri oldu
Kendisini kültürel burgların dışında hisseden muhafazakâr/mutaassıp geniş kesimler, iktidarın kalesine girmenin önündeki en büyük engel olarak “seçkinci zümreler” diye tanımladıkları kentlileri gördü.
“Seçkinler” eleştirisiyle burgları ele geçirmek isteyen muhafazakarların bilinçaltlarındaki “fetih” çağrışımı da burada ortaya çıktı. Göçlerle nüfusları artan şehirler devasa “köylere” dönüştü. Kurtuluşu da yaşadıkları sıkıntıların tüm sebebi olarak gördükleri Türkiyeli burjuvaların kalelerini ele geçirmekte gördüler. Avrupa’da feodal beyleri yıkan burjuvalar olurken; Türkiye’de “burjuvaları” yıkan ise feodal ilişkilere sahip mutaassıplar oldu.
Sonunda da AKP İktidarı, zaman içinde muhafazakâr burjuvasını kendi eliyle yarattı. Daha önce dışında olduğu burgların içine girerek bu kültürel burgların içinde olanları da dışarıda bıraktı.
Dünün “ötekileri”, bugünün “ötekileştirenleri” haline gelerek çimentosunun harcını din ve Osmanlıcılıkla kardıkları duvarları kentin ortasına çekmeye başladı.
Bu hikâyede kazanan Hilti oldu. Monarşiyi yıkan burjuvaların hiltileri sahiplerinin duvarlarını güçlendirmeye devam ediyor. Ancak burg ve burjuva tarihi bize gösteriyor ki dünya gerçeklerine, demokrasiye, uzlaşıya, teknolojiye ve uluslararası rekabete dayanmayan harçla yapılan kaleler müze olarak bile kal(a)mıyor.