Seyit Tosun
HİÇ GELMEYEN O SIRA
Bu evler, bu binalar niye böyle, niye hep aynı tipler hep oralarda? Zerre estetik kaygı yok, zerre insani kaygı yok? Türkiye'de özne, hiçbir vakit insan olmuyor. Bizde insan hep dolaylı tümleç, hep bağlaç, hep zamir oldu.
Türkiye’de şehirlere dikkatle bakın. Okullar, cezaevleri, devlet daireleri, kaymakamlık ve valilik binaları tıpatıp birbirine benziyor. Niye hepsi neredeyse aynı mimari? Tek tip insan yetiştirme anlayışı tüm yapılarda da kendisini göstermiş. Aynı mimari yetmiyor; içinde de aynı tipolojik insanlar var. Küçük makamında devleştiğini zanneden, kamunun gücünü kendi gücü zanneden memurlar. Hakkını bilmeyen, bilse de aramak istemeyen içerideki vatandaş...
Sırada beklemeyi seviyor, önünde sıraya kaynak yapmaya kalksan isyan patlatıyor. Oysa niye her yerde durmadan sıra beklediğine dair en ufak bir gürültü yok. Düzen, kurallar, kanunlar ve yasalar sadece iyi insanlara yönelik çalışıyor. Hani amiyane tabirle; sadece kötüler beklemiyor sırayı.
Zamanında borcunu ödeyen, başkasının hakkına göz dikmeyen, gününde kredisini yatıran, kazandığı kadar vergisini ödeyen, işçinin hakkından çalmayan, görevini layıkıyla yerine getiren, belediyeye ait yere çöküp bir gecekondu ile 5 daire vurgunu yapmayanların tamamı kazıklanır bu ülkede. İşler mutlaka bir af veya imar değişikliği ile kural tanımayanların lehine sonuçlanacaktır. İyiler sırada bekliyorlar ama sıra onlara hiç gelmiyor. Hep arkadan tanıdıkla iş çeviren, sıra beklemeyen ve çürümüş kamu yapısıyla iş yapanlara gelir o sıra. Sıra bekleyenlere asla o beklenen sıra gelmez.
İşte bu kentler; daha doğrusu ‘koca köyler’ haline gelmiş büyük şehirlerde göçebe kültüründen yerleşik yaşama daha adapte olunmamış yüksek binalar, her an çekip gidecekmiş gibi duran yapılar her an karşınıza çıkıyor. Liselerin etrafında bir dikenli teller eksik. Saçma sapan, görgüsüz pahalı rezidans duvarları ve altın yaldızlı site adları...
İnsanı bu yapılarla büyütürseniz o insan her şeye hemen alışır. Nedenini sormaz. Çünkü Türkiye’de bir okul, sırf inşa edilmek; diploma sırf verilmek için veriliyor. İnsanın üzerine inşa yok; inşaatın içine insan eklemleniyor. Betona uygun tek tip yığınlar var. Bu evler, bu binalar niye böyle, niye hep aynı tipler hep oralarda? Zerre estetik kaygı yok, zerre insani kaygı yok? Türkiye'de özne, hiçbir vakit insan olmuyor. Bizde insan hep dolaylı tümleç, hep bağlaç, hep zamir olmuş...
İnsana dair sokak, cadde, site, okul, park bulmak neredeyse imkansız. O mahalleye ait bir tarih ve kültür yok mu? O sokakta kimler top oynadı, hangi savaşları yaşadı o caddeler, kimler anılar biriktirdi o mahallelerde? Hiçbiri yok. Hepsi gitti. Binaları da nasılsa yeniden yıkıp yapmada hünerliyiz. O insanlar da sıraya girdiler ve sıra gelmeden öldüler. Binalar, okullar, valilikler de buna uygun şekilde yükseldi tabi. Ölü bedenler gibi aramıza sokuldular. Yürüyen birer ceset gibi şehirlerde her dönemeçte karşımıza çıkıyorlar.
Şehirlerin ortasında yürürken aynı caddede bahçeli bir ev, yanında yükselen bir rezidans, hemen ardında bir AVM görmek absürtlüğü mümkün. Tam da kuralına göre yaşayan insanlara asla gelmeyecek o sıraya uygun. Bütün kentlerin kaderi de, vatandaşın yapısına göre şekillenmiş.
Son günlerde sosyal medyada dolaşan bir video var. Atatürk ABD'nin ilk Türkiye Büyükelçisi Joseph C. Grew'e Ankara’daki Orman Çiftliği'ni anlatıyor. Bilindiği üzere zamanında tamamen kurak olan bu yer, Mustafa Kemal’in girişimleriyle ağaçlandırılıyor. Videoda dikkat çeken şey Atatürk’ün buradaki başarıyı, işin başındaki Tahsin Coşkan’a mal etmesi. Zaten onu yanına çağırıyor ve Büyükelçiye yapılanları bizzat onun anlatmasını istiyor. Çiftliğin müdürü olan ve daha sonra bakanlık da yapacak Tahsin bey, kurak bir arazide sıfırdan nasıl bir orman yarattıklarını anlatıyor. Burada dikkat edilmesi gereken şey, Tahsin beyin söze girerken “Kemal Paşamızdan aldığımız talimatlar, tensipler doğrultusunda başladığımız...” diye bir cümle sarf etmemesi! Buna asla gerek bile duymaması.
Tahsin bey, alanında uzman ve yetişmiş bir ziraatçı olarak takır takır ne yapıldığını ve bunları nasıl yaptıklarını anlatıyor. Atatürk de hiçbir şeyi kendine mal etmiyor, araya girmiyor, “ben yaptım” demiyor. Dikkatle dinliyor. Bugün yaşadığımız bunca şeyle beraber liyakatin geldiği nokta açısından ne kadar da insanı kedere sürükleyen bir örnek değil mi? Genç Cumhuriyet şu mesajı veriyor; “Bizde yandaşlık, kayırmacılık ve torpil yok! İşin uzmanı kimse o gelecek yapacak. Biz de onları destekleyeceğiz. Böylece çalışkan, sırası gelen ve hak edenler her yerde olacak ve ülke çağdaşlaşacak!”
Uzay ajansına sebze yetiştiricilerinin, TÜBİTAK’ın başına hayvanat bahçesi müdürlerinin atandığı, yazılı sınavlarda birinci olanların mülakatlarda elendiği bugünlerde Tahsin bey örneği geldiğimiz yeri özetlemiyor mu? Anlaşılan 100 yıl geriye gitsek; 100 yıl ileriye gitmiş olacağız!
Tamam, güzel de iyi ve kurallara uyan, hiç sıra gelmeyecek olan insanlarla ne alakası var bunun diyebilirsiniz? Şöyle ki; işte o orman, o işin ehillerince bozkırın ortasında yeşeren o mucize tam da sırada olan, liyakat sahibi insanlara bir türlü sıra gelmemesinden bozuldu. İçinde mahkeme kararına rağmen saray inşa edildi. Yetmedi, on binlerce ağaç daha kesildi ve 801 milyon dolar çöpe atılarak dinozor çöplüğü yapıldı. İşte bugün hepimizin gıpta ile izlediği Tahsin beyin ve ekibinin yarattığı o ormanın bir kısmı bugün Gökçek ve benzerlerinin fantezilerinin kurbanı oldu. Çünkü liyakat sahibi ve işin ehillerine asla sıra gelmedi. Toplum da bunu onayladı. Sadece o mu? Bozulmuş kentler ve kurumlar; işlevsiz üniversiteler, çürümüş yapıların tamamı işte tam da böyle ortaya çıktı. Sonunda da birbirine benzeyen, ruhsuz, çarpık kentler ortaya çıktı. İnsanın üzerine kent değil; bozuk kentlerin içine insan türleri icat edildi. Hatta üretildi!
Siyasette, medyada, eğitimde ve her alanda kurallara uyan, sıra beklediği için kaybeden insanların şimdi olmayışı ile çoğunluk kaybetti. Şehirler, doğa ve insanlar kaybetti. İşin ÖZ’eti; kurallarına uygun davranan, yetişmiş, düzgün insanların günün sonunda hep kaybettiği ülkeden herkese iyi Pazarlar…