Tayfun Atay
Her şeyi çürütebilirsiniz, Lenin’i çürütemezsiniz!
Umudun öldüğü, geleceğe dönük ütopik beklentilerin yerini distopik kıyamet beklentilerinin aldığı bir dünyaya postmodern küresel kapitalizmin terkisinde çıktık. Sen Ben Lenin, bu vahim insanlık durumumuzu işaret eden bir mitik/masalsı anlatımla şu aralar ruhumuza sinmiş bir ikili karşıtlığın arabuluculuğuna soyunuyor; artık imkânsız gibi görünen bir “ütopya” ile hayli muhtemel bir “distopya”nın arasını bulmayı hedefliyor. Ve/fakat, hâlâ “imkansız”ı istemekten, “muhtemel” olanı ise savuşturmaktan yana inatçı bir arzuyu hepimize duyumsatmaya, bu yönde bir motivasyon oluşturmaya da çalışıyor.
Tufan Taştan ve Barış Bıçakçı yaratısı Sen Ben Lenin’i izlerken yapısalcı düşüncenin öncü isimlerinden Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss’un “brikolaj” (bricolage) kavramı ve o kavramın karşılık geldiği kültürel bir pratik olarak mitler/efsaneler döndü dolaştı zihnimde.
Bir toplumsal-kültürel ortamda ya da insanların yaşam deneyimlerinde mevcut türlü-çeşit, parça-buçuk ögeler, unsurlar, anılar, olaylar ve eylemler bir araya getirilerek ortaya yeni bir ürün çıkarmaya brikolaj; bunu yapana da “brikolör” (bricoleur) denir. (Türkçe brikolaj karşılığı olarak, kulağa pek hoş gelmeyen “yaptakçılık” önerilmekte). Levi-Strauss’a göre mitler, işte bu şekilde insanların çevresinde olan biten veya geçmişte olmuş bitmiş şeylerin toparlanıp yeni-farklı bir kullanıma sokulmasıyla oluşur. Bununla bir “ikili karşıtlık” durumunun üstesinden gelmek ve o karşıtlığın “arasını bulmak” amaçlanır.
İnsan toplulukları yaşamlarına düzen verme, kendilerine anlamlı bir dünya var etme yolunda ikili karşıtlıklar üretirler: Ben-Öteki, Gece-Gündüz, Kadın-Erkek, İnsan-Hayvan, Yaşam-Ölüm, Doğa,Kültür gibi… Mitler, Levi-Strauss için bu ikili karşıtlıkların arasını bulmaya dönük “arabulucu” cihazlardan biridir ve bu doğrultuda söz gelimi altı yılan-üstü insan, üstü aslan-altı insan, vb. bir dolu imge, olağanüstülük içeren ve brikolajlarla zenginleşmiş anlatılar halinde hemen her toplumda karşımızdadır.
Bir Türkiye brikolajı
Sen Ben Lenin’de böylesi brikolaja dayalı bir mitik anlatının karşısındaymış gibi hissetmek fazlasıyla mümkün. Türkiye’nin dününden de bugününden de elbette dünyanın ekonomi-politik gidişatıyla bağlantılı ve onunla etkileşimsel mahiyette pek çok kesit-tasvir-temsil, mahir bir brikolörlükle filmde kompoze edilmekte.
Mümkün mertebe spoiler içermeyen bir yazı olsun hassasiyetiyle çok açık-seçik örneklendiremeyeceğim. Ama 1960’lar ve 70’ler Türkiye’sinin siyasal şiddetine, sol-sosyalist hareketler üzerindeki devlet zulmüne, bir ideal uğruna gelecekteki güzel günlere inançla hayatlarından vazgeçen insanlara ve onların adeta kelaynaklar gibi bugün hâlâ mevcut uzantılarına kadar, dünden esintiler var.
Bu hara güre karşısında gündelik hayatını sürdürmüş, Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” destanından da kopup gelmiş hissi veren, “Akrep Gibisin Kardeşim” şiirinde de andığı mahiyette tanıdık tiplemeler var.
Öte yandan değişen dünyada ve değişen Türkiye’de dayanışma etiğinin yerini yarışmacı-rekabetçi etiğe; birlikte nasıl kurtulabiliriz sorusunun yerini ben nasıl yırtarım sorusuna; haksız-adaletsiz bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi diyenlerin de yerini gemisini yürüten kaptan veya altta kalanın canı çıksın diyenlere bıraktığı yeni zamanların temsil ve temsilcileri de brikolajın parçaları… Mesela 1980 öncesinin sosyalist belediye başkanı, devrimci “Terzi Fikri”leri andıran ve anımsatan karakterlerin çocuklarının düzen-yanlısı ve düzenbaz belediye başkanları olarak sökün ettiği yeni Türkiye manzaraları düşmekte önümüze.
Yani bir yandan Nâzım’ın “İnsan Manzaraları”nın çağrışımlarıyla sürdürdüğümüz kadar, Acun marifetiyle hanidir ekranlarda bol bol karşımıza çıkan “İnsan Manzaraları” ile de sürdürüyoruz seyri!..
Hainlikle fedakârlık, kurnazlıkla dürüstlük, acizlikle cesaret, yılışıklıkla mağrurluk… Her daim çaresiz insanlığın dayanağı olarak geçer akçe dinsellik… Ve bütün bunların orta yerinde, dışa dönük kahredici resmî gaddarlığı ama içe dönük de insanî aczi-çaresizliği içinde çarpıcı bir diyalektikle resmedilen polislik…
Hepsi “Masal masal içinde…” dercesine kompoze edilmiş halde Sen Ben Lenin’de.
Mitlerin anlattıkları
Filmin yaratıcıları da “aslında bir masal anlattık” derken, onu bir “alternatif gerçeklik üretimi” olarak tanımlarken kanımca Levi-Strauss’tan hareketle bu mitik anlatı izlenimimizi güçlendiren, onunla buluşan bir yerden konuşmaktalar. Çünkü masalların dölyatağı da efsanelerdir; onlar yakıtlarını efsanelerden alırlar. Tabii aradaki fark, efsanelerin inanç koşulu taşıması inanca çağrı yapması. Bu doğrultuda masalları efsanelerin dinsel motivasyondan arınmış, inanca odaklı olmayan, dünyevî ve dolayısıyla eğlenceye odaklı sürümleri olarak değerlendirmek mümkün.
Burada asıl üzerinde durmamız gereken nokta, bir mitik ya da masalsı anlatının bize yaşanmış ya da yaşanmakta olana dair ne söylediği, buna ek olarak neler önerdiğidir. “Gerçeklikten damlalar/nağmeler” kompozesi de denilebilecek brikolaj içeriklerin çözümlemesine gidildiğinde karşımıza hayata-insana-topluma dair iddialar, hedefler, idealler, dünya görüşleri de çıkar.
Peki, bu çerçevede bir mitik anlatı olarak Sen Ben Lenin, bize ne söylemektedir?
Yukarıda gayet üstü örtük sıraladığımız brikolaj bileşenlerini dikkate alarak ve anlatıcıların bizi çıkardıkları yeri göz önünde bulundurarak spekülatif mahiyette, hatta “fantastik” de denilebilecek bir çözümleme denemesinde bulunalım!..
Bir ikili karşıtlık olarak ütopya-distopya
Endüstriyel kapitalizmin, Weber’in tabiriyle “demir kafes”ine girmiş insanlığı, başka türlü bir ekonomi-politik işlerliğe uğratarak kurtarmaya yönelik umutlar Sovyetler Birliği ile yeşerdi ise de 1980’ler sonu-90’lar başındaki çöküşün nasıl “Tarihin Sonu” şeklinde zafer nidalarıyla selâmladığını da hatırlamayan yoktur.
Yani “hava” oydu ki komünizm yıkılmış ve liberal kapitalizm nihai bir zafer kazanarak ebedileşmişti.
Bu tezin “yaşa-bravo” diye alkışlarla karşılandığı günlerden bu yana, aşağı yukarı çeyrek asır sonra dünyada yaşananlara bakıldığında aslında Sovyetler’in çöküşünün, sosyalizmin sonundan ziyade insanlığın sonunu müjdelemiş olduğunu söylemek daha uygun olur.
Umudun öldüğü, geleceğe dönük ütopik beklentilerin yerini distopik kıyamet beklentilerinin aldığı ve bunun giderek kitlesel mahiyette hem bilimsel kanıtları hem de bilim-kurgusal anlatılarıyla alımlandığı bir dünyaya çıktık.
Nasıl mı?.. Elbette postmodern küresel kapitalizmin terkisinde…
Sen Ben Lenin, Lenin simgeseli üzerinden tam da bu vahim insanlık durumumuzu işaret eden bir mitik/masalsı anlatımla, denilebilir ki şu aralar ruhumuza sinmiş bir ikili karşıtlığın arabuluculuğuna; artık imkânsız gibi görünen bir “ütopya” ile hayli muhtemel bir “distopya”nın arasını bulmaya soyunuyor. Ve/fakat, hâlâ “imkansız”ı istemekten, “muhtemel” olanı ise savuşturmaktan yana inatçı bir arzuyu hepimize duyumsatmayı da, bu yönde bir motivasyon oluşturmayı da ihmal etmiyor.
Lenin’i zombileştiremezsiniz!
Son olarak şunu not edelim: Akçakoca’ya 1993 yılında, yıkılan Sovyetler’den dalga dalga gelmiş Lenin heykelinin turistik arayışlarla yerel yönetimce bir ticari meta yapılacakken buna resmî iznin çıkmaması sonucu belediyenin deposunda nemlenerek çürümeye terk edilmesi gerçeğinden ilham alan film, kendi mitik anlatısı içinde daha büyük ölçekli, derinlikli ve detaylı bir memleket ve dünya gerçeğine ayna oluyor. Bunu yaparken, heykeli kapitalist “kültür endüstrisi” bünyesinde turistik ilgiye açmak isteyen ama patrimonyal devlet aklı tarafından “Olmaaazz” diye paylanan neo-liberal aklın reddiyesine de kendi “alternatif gerçekliği” içinde gidiyor.
Özellikle final, bu bakımdan çarpıcı ve anlamlı. Bir sosyalist simge olarak heykelin metalaştırılmak istenmesine meydan vermeyen “hafıza ve haysiyet sahibi” bir insanlığın duruma nasıl müdahil olduğunu öğrenerek seyri noktalıyoruz.
Demek ki filme doğuş verenlerin gönlü, çürümüş, kokuşmuş ve insanlığı zombileştirmiş bir sistemin bağrında Lenin’in de bundan payına düşeni almasına el vermemiş. Halihazırda gerçekte belediyenin deposunda maddeten çürümekte olsa da kendi alternatif gerçekliklerinde, ticari bir meta olarak kapitalist çürümeye uğramaktan kurtarıyorlar Lenin’i!..
Ve şöyle tatlı tatlı, pür neşe, şen şakrak sesleniyorlar bu ahir zamanın sahiplerine:
Her şeyi çürütebilirsiniz, Lenin’i çürütemezsiniz!..