Tayfun Atay
‘Hatem-ül-Evliya’ yahut Son Şeyh: Mahmut Ustaosmanoğlu
Erkânın yerini “ekran”ın aldığı bir dünyada artık ne Ahıskalı Ali Haydar ne Mahmut Sami Ramazanoğlu ne Mehmet Zahit Kotku ne Nâzım Kıbrısi ne “Seyda” Mehmet Reşit Erol ne de Mahmut Ustaosmanoğlu tarzında tekke merkezli ve adaplı bir şeyhlik-mürşitlik tatbikatının imkânı kaldı. Tekkelerin batınî derinlikleri yerine “Teke Tek” benzeri zahirî seyirliklerin geçer akçe olduğu “Meşhuriyet Çağı” dünyasında böylesi şeyhlere yer yok artık. Olsa olsa Cübbeli gibi “Nakşi popstar”lara yer var
İstanbul Fatih-Çarşamba merkezli İsmailağa Nakşibendi Cemaati’nin kurucu ismi Şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu 93 yaşında vefat etti. Devletin en üst düzeyde katılımla hazır ve nazır bulunduğu cenaze töreninin Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir “rövanş”ı işaret ettiği söylenebilir. Daha doğrusu yüzeyden akan sulara bakıldığında böyle değerlendirmek mümkün.
Ne demek istediğimizi kısaca açalım!..
İstiklal Mahkemeleri’nin “rövanş”ı
Kuruluş itibarıyla toplumun kültürel (yaşam-biçimsel) yörüngesini geleneksel-İslamî değerlerden modern-Batılı değerlere doğru bir değişime uğratan laik Cumhuriyet rejimine yönelik en belirgin toplumsal tepkiler başlangıçtan itibaren kendisini hep Nakşibendilik merkezli olarak göstermiştir. Şeyh Said İsyanı’ndan Menemen Olayı’na, Şapka Kanunu’na karşı çıkışlardan Türkçe Ezan protestolarına kadar hep Nakşilikle irtibatlı isim ve çevreler ön planda olmuşlardır.
Bu çerçevede 1926 yılında İskilipli Atıf Hoca ile İstiklal Mahkemesi’nde yargılananlar arasında yer alan isimlerden birine özellikle dikkat etmek gerekir. Bu, Cumhuriyet devletinin bugün cenazesinde neredeyse tam tekmil gövde gösterisinde bulunduğu Mahmut Ustaosmanoğlu’nun mürşidi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’dir.
Dolayısıyla, evet, tekke ve tarikatların Cumhuriyet tarihi içerisinde 1920’lerden 2020’lere yüz yıla yakın macerasında şimdiki tablonun bir “rövanş”ı işaret ettiği söylenebilir.
Erkândan “ekran”a açılan Nakşilik
Ancak derinden akan sulara bakıldığında keyfiyetin, özellikle sûfi-tarikat İslam’ı açısından pek parlak olmadığını düşündürecek pek çok işaret de söz konusudur. Bu sadece, hep vurgulaya geldiğimiz üzere bugün bu memlekette mevcut tek adam rejiminin, “tek millet-tek bayrak-tek vatan-tek devlet…” ve devamla, “tek-tarikat-tek cemaat Erdoğan” işlerliğiyle karşımızda olmasıyla bağlantılı bir husus da değildir.
Daha büyük ölçekli, geniş çerçeveli, küresel bir tekno-ekonomik ve kültürel değişme bağlamında kendini gösteren bir dönemsel “kapanış” söz konusudur.
Cuma günü toprağa verilen Mahmut Ustaosmanoğlu ile birlikte bu coğrafyada artık tarihsel olarak bilindik anlamda, yani ismiyle-cismiyle, usulü-adabıyla, erkânı-mekânıyla tekke-tarikat geleneğinin noktalandığı öne sürülebilir.
Erkânın yerini “ekran”ın aldığı bir dünyada artık ne Ahıskalı Ali Haydar ne Mahmut Sami Ramazanoğlu ne Mehmet Zahit Kotku ne Nâzım Kıbrısi ne “Seyda” Mehmet Reşit Erol ne de Mahmut Ustaosmanoğlu tarzında tekke merkezli ve adaplı bir şeyhlik-mürşitlik tatbikatının imkânı kalmıştır.
Tekkelerin batınî derinlikleri yerine “Teke Tek” benzeri zahirî seyirliklerin geçer akçe olduğu “Meşhuriyet Çağı” dünyasında böylesi şeyhlere yer yok artık.
Olsa olsa Cübbeli gibi “Nakşi popstar”lara yer var.
Gidişat bu minval üzeredir.
Bu genel ve elbette tartışmaya da açık değerlendirmeyi yaptıktan sonra şimdi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun 60 yıla yakın irşat faaliyetinde 1960’lardan 2020’lere kadar İsmailağa Nakşi çevresinin, akan zaman içinde ülkenin ekonomik, demografik, teknolojik ve kültürel değişim dinamikleri eşliğinde nereden nereye geldiğine kuşbakışı göz atalım!..
“Modern”den korkunun yarattığı tarikat
Mahmut Ustaosmanoğlu öncülüğünde doğuş bulan İsmailağa Cemaati, Nakşiliğin kolları arasında Türkiye’nin en içe-kapalı ve dini hayata geçirme hususunda da en katı disipline sahip çevresiydi. Mahmut Hoca, İslami normlardan en küçük bir sapmaya dahi müsamaha göstermeyen, bu bakımdan bir sakalsız müridi de, tesettüre harfiyen uygun pardösü giyse bile çarşafa girmemiş “mümine”yi de kabul etmeyen bir çizgiye sahipti.
Böyleydi çünkü İsmailağa Cemaati, İstanbul gibi bir megakentte kendini hem maddi hem manevi, hem ekonomik hem kültürel bakımdan kaybolmuş hisseden göçmenlere hitap ederek doğuş bulmuştu. “Modern” bir yaşam biçiminin ortasında kendini güvende hissetmeyen bu göçmenlerin, kente hâkim bu yaşam biçiminden duydukları korkunun ve ona direnişin sesi olarak sosyolojik mahiyetini kazanmış bir çevreydi bu. 1980’lerin sonuna kadar hâl ve gidiş böyledir.
Kırın kenti fethi ve İsmailağa’nın yükselişi
İçe dönük, dışa kapalı, gelenekçi ve modernliğe antipatik bu çevrenin yapısı, 1990’lardan itibaren değişmeye başladı. En temel olarak, İstanbul’da kendilerini yabancı, yalnız, kaybolmuş hisseden göçmen nüfus, giderek çoğaldı ve bu hislerden uzaklaşarak kenti zapt eder hale geldi. Buna bağlı olarak bir dönem Fatih-Çarşamba’da kendisini dış dünyaya kapatmış cemaat, gayet cüretkâr biçimde kendini kentin her yerinde, hatta en sosyetik muhitlerinde bile dışa vurur hale geldi.
Dolayısıyla denilebilir ki bir megakentin “megaköy”e dönüştüğü nokta, İsmailağa’nın da kabına sığamaz hale gelip muazzam bir büyüme-gelişme, yayılma-palazlanma sürecine girişinin önünü açmıştır.
Darbe’nin ve Medya’nın katalitik etkisi
Tabii sürece katalizör olacak mahiyette “28 Şubat” (1997) etkisini de unutmamak gerekir. Darbe’nin ekranlara sıkça düşen bir icraatı, Fatih-Çarşamba’daki İsmail Ağa Cemaati mensuplarının kılık-kıyafet açısından “tedip edilme” ve hizaya çekilme girişimleriydi. Cemaat, bu süreçte kamuoyunun gündemine sıkça gelip, çokça eza çeken çevrelerden biri olarak görüldü, daha doğrusu “görüntülendi”. Bu da özellikle 28 Şubat “mağduriyet”inden beslenen AKP iktidarı nezdinde izleyen dönemde, yani 2000’lerde cemaatin itibarını artıran bir nokta olmuştur.
Bir diğer neden olarak, 1990’lardan itibaren Türkiye’de özel televizyonların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan, sonrasında başta internet olmak üzere diğer medya teknolojilerinin eklenmesiyle daha da ivme kazanan medyatik patlama zikredilebilir. Bunun sonucunda görsellik, hayatın içinde en önemli unsur haline geldi. “Görsel kültür” Türkiye’sinde kural, artık her şeyin ancak görünür olabilirse var olabileceğiydi.
İçe kapalı İsmailağa Cemaati’nin memleketteki bu yeni havadan etkilenmediği söylenemez. Nitekim bugün Cemaat’in içinden Cübbeli Ahmet Hoca gibi medyatik, fantastik ve komik bir figürün çıkmasının da bu gelişmeyle bağı kurulabilir.
Cübbeli her haliyle; diliyle de giyimiyle de, belagati-esprileriyle de tam bir reyting yumurtlayan tavuktu ve önce Flash TV’de başlayan starlık performansı Habertürk’te Fatih Altaylı’nın karşısına “Teke Tek” oturmasıyla zirve yaptı. Artık o dindar-muhafazakârlar kadar modern-seküler toplum kesimlerinde de seyre mazhar bir şöhretti.
Cübbeli’nin bu şekilde “Tekke’den Teke Tek’e” yol tutmasıyla, Türkiye’nin bu en mutaassıp ve ağırbaşlı Nakşi çevresinin popüler kültürle haşir neşir hale geldiği, böylece popülerleştikçe “hafiflediği” de öne sürülebilir.
İskenderpaşa indi, İsmailağa çıktı
Elbette İsmailağa’nın yükselişinin, Şeyh Mehmed Zahid Kotku’nun İskenderpaşa Nakşi Cemaati’nin inişe geçmesiyle ilişkisine değinmeden de geçmemek gerekir.
Aralarında bir “mürit-mürşit” ilişkisi olmasa da Mahmut Ustaosmanoğlu, Şeyh Kotku’ya karşı hep hürmetkâr olmuş ve o sağken hayli mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmüştü. Kotku’nun vefatı, Mahmut Hoca’nın da önünü açtı. Çünkü “tarikat İslâmı”nın talep ettiği geleneksel karizma, İskenderpaşa’nın yeni şeyhi, Kotku’nun damadı ve “daha çok mektepli” bir şahsiyet olan Profesör Esad Coşan’dan ziyade “daha çok alaylı” Mahmut Hoca’da mevcuttu.
Bu süreçte İsmailağa Cemaati İstanbul’un hâkim Nakşî çevresi oldu. Oradan da Türkiye’ye alabildiğine açılmak çok zor olmadı.
Sessiz ve derinden yol alış
2002’den itibaren karşımıza çıkan yeni siyasi süreçte İsmailağa Cemaati, Gülen Hareketi’nin AKP ile “koalisyon”u etkin ve kararlı şekilde sürerken bu ilişkinin gölgesinde kalarak “sessiz ve derinden” bir yol alış pratiği sergiledi. Bu sessiz ve derinden gidişin kamuoyuna ifşa olduğu ender noktalardan biri, İlhan Cihaner’in Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı yaptığı 2006 yılında tarikatın ildeki faaliyetlerine ilişkin başlattığı soruşturmaydı. O dönemde kamuoyunda büyük yankı uyandıran ve Erzurum Özel Yetkili Başsavcılığı ile Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’nı “kafa kafaya getirmiş” olay, İsmailağa çevresinin Türkiye’de nasıl ve ne ölçekte yayıldığına ilişkin fikir verici mahiyet arz eder.
Cemaat çok büyümüştü, ama bunun dışa yansıyan görüntüsü ona dışarıdan bakanlar için ürkütücü olduğu kadar, içe yansıyan görüntüsü de “içeridekiler” açısından hayli ürkütücüydü. Çünkü Mahmut Hoca’dan sonra kıran kırana bir iktidar mücadelesinin kendini göstereceğinin işaretleri de ayan beyan ortadaydı.
Cinayetler muamması
Cemaatin bu süreçte giderek kırılgan, pare pare olmaya müsait, herkesin birbirine adeta pamuk ipliğiyle bağlanmış durumunun iki cinai olayla; topluluğu birleştirici kapasiteye sahip oldukları söylenen iki önemli ismin öldürülmesi ile de ilişkisi kurulabilir.
(Hazır söz cinayetten açılmışken, 1982 yılında Mahmut Hoca’nın başına buyruk etkinliklerine izin vermediği için onun (“Katli vaciptir” diyerek) azmettirmesiyle öldürüldüğü iddiası hâlâ dolaşımda olan ve ardındaki sır perdesi kaldırılamamış Üsküdar Müftüsü Hasan Ali Ünal cinayetini de burada not edelim.)
Mevzubahis iki cinayetten birincisi Mahmut Hoca’nın damadı Hızır Ali Muratoğlu’nun 1998 yılında İsmail Ağa Camii’nde öldürülmesidir. Diğeri de 2006’ya tarihlenen ve Cemaat’in bir diğer önde gelen, çok sevilen, Mahmut Hoca sonrasında da ümit bağlanan ismi Bayram Ali Öztürk’ün yine İsmail Ağa Camii’nde bıçaklanarak cinayete kurban gitmesidir.
Cemaate yakın olanlar, aslında Cemaat’in can damarlarının bu cinayetlerle kesildiğini belirterek bu iki ismin ölümünün büyük kayıp olduğunu ifade etmektedirler. Dolayısıyla Cemaat ne kadar büyümüş olursa olsun bu iki kayıpla “niteliksel” anlamda çok ama çok küçüldüğünü düşünenler vardır ve onlar bu cinayetlerin arkasında “derin devlet” parmağı, bağlantısı olma ihtimalini de ısrarla ileri sürmektedirler.
Metalaşan Şeyh
Böylesi toparlayıcı, farklı unsurları organik bir bütünlük içinde tutabilecek dinsel-entelektüel yetkinlikte insanlar kalmayınca İsmailağa Cemaati’nin artan mensup sayısı, niteliksel açıdan da karmaşıklaşan yapısı nedeniyle ortaya hayli curcuna içinde bir görüntünün çıktığı söylenebilir.
Tam da bununla bağlantılı olarak Ustaosmanoğlu’nun yakınları uzunca bir zamandır onu gözlerden uzak tutmaya azami özen göstermekteydiler. Çünkü Mahmut Hoca, devasa bir büyüklük kazanmış olan cemaati bünyesinde pek çokları için manevi kıymetinden çok “maddi” kıymetiyle yanına yaklaşılmaya çalışılan bir figür haline gelmişti.
2015 yılında kendisiyle görüştüğümüz ve İsmailağa Cemaati’nin içinde bulunduğu durumu gayet yakından bilen bir ismin aşağıdaki sözleri bu bakımdan oldukça manidardır:
“Mahmut Hoca ağır hasta olsa da konuşamıyor değil. Konuşuyor ama çıkmıyor. Çıkarmıyorlar daha doğrusu. Çünkü çıkarınca herkes kullanmaya çalışıyor.”
Simülatif şeyhler dönemi
Yukarıda kaydedilenler doğrultusunda denilebilir ki fiziksel olarak geçtiğimiz günlerde hayata veda etmiş olsa da Mahmut Hoca pratikte çoktan ölmüştü. Ortada olsa olsa sadece bir “sembol” vardı ve onun yolunda en önde yürümeye kendini namzet gören çok sayıda isim uzun zamandır ortalıktaydı.
Şimdi onun na’şı daha toprağa verilmeden alelacele bir ismin Cemaat’in yeni şeyhi olarak öne çıkarılmış olmasına bakmayın. Nasıl ki Peygamber’in ölümünden sonra “Halifelik” adı altında kıran kırana bir iktidar mücadelesi patlak verdiyse ve zaman zaman çoğul halifelikler görüldüyse, aynı şekilde pek muhtemeldir ki Mahmut Hoca sonrasında “Postnişin” olma yolunda veya kendi şeyhliklerini ilan etme doğrultusunda da kıyasıya bir kapışmaya koyulanlar olacaktır.
Ama başta kaydettiğimiz üzere, gerçekliğin yerini “gösteri”nin (“şov”) aldığı post-truth “Meşhuriyet Çağı”nda o bildiğimiz anlamda tarikat şeyhlerini artık karşımızda bulmak pek mümkün değil.
Yine de her ne olursa olsun, bakalım Cübbeli diğer adaylar karşısında ekran avantajını nasıl, ne şekilde, hangi doğrultuda değerlendirecek?!..