Tayfun Atay
‘Fransa İslamı’ndan önce bir Türkiye İslamı vardı!
Fransa İslamı, Danimarka İslamı, Britanya İslamı… Gel de ah edip hayıflanma!.. Bunlardan önce, İslam’ın böylesi ulusal çerçevede yorumlanması-reforma uğratılması yolunda, bizim bu topraklarda hayata geçirilmeye çalışılmış bir “Türkiye İslamı” projesi vardır. Daha doğrusu vardı!..
Geçtiğimiz hafta Emmanuel Macron hükümetinin hanidir gündeme getirdiği “Fransa İslamı” projesini hayata geçirme yolunda bazı somut yeni adımların atıldığı haberi basına yansıdı. Gazete Pencere’de okuduk, Fransa’daki Müslüman dernek federasyonları, uzun süren tartışmaların ardından Macron tarafından talep edilen ilkeler beyannamesinde uzlaşmışlar. Fransa İslam Konseyi’nin kamuoyuna açıkladığı beyannamede İslam dininin siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılmasının reddedildiği belirtilmiyor sadece; ayrıca kadın erkek eşitliğine inanıldığı kaydı da düşülmüş.
Fransa’da İslam’ın kapsamlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasına giden yolu açan beyanname, bir “Ulusal İmamlar Konseyi” kurulmasını da mümkün kılıyor. Tabii bu doğrultuda yıllardır ülkede göçmen Müslümanlara din hizmeti vermek üzere bulunan Türkiye, Fas ve Cezayir’den gelmiş 300 kadar imam da geri gönderilecek.
İslam’a “Fransız” olmak…
Elbette bu, bir yanıyla din üzerinde devlet denetimini hayata geçiren bir uygulama. Fakat ülkede yaşananlar, karşı karşıya kalınan korkunç katliamlar da ortada. Dolayısıyla Fransa, siyasal İslam’la, cihatçı-tedhişçi İslam’la ve en önemlisi İslamofobi ile baş edebilme yolunda çareyi kendi sınırları dahilinde İslam’ı “Fransızlaştırma”da (ulusallaştırmada) bulmuş görünüyor.
Kuşkusuz bu, Batı dünyasında pek çok yerde benzeri plan, program ve projenin önünü daha da açacaktır.
“Daha da açacaktır” diyoruz, çünkü bu bir ilk değil aslında. Mesela 2016 yılında kadın-erkek ayrımcılığına dayalı cami düzenlemesinin cesaretle aşıldığı ve ilk kadın imam, vaiz ve müezzinlerin karşımıza çıktığı Mariam (Meryem) Camisi örneğiyle “Danimarka İslamı”nı burada hatırlamak gerekir. Ayrıca ta 1990 başlarında doktora tez çalışmamı gerçekleştirirken Londra’daki gözlemlerim doğrultusunda, özellikle Batılı mühtedi Müslümanların kendi sosyokültürel altyapılarıyla uyarlı mahiyette bir İngiliz (British) İslamı geliştirme çabası içinde olduklarını da kaydetmişliğim var. Bunlar üstelik devletin dahli de olmayan toplumsal inisiyatifler.
Fransa İslamı, Danimarka İslamı, Britanya İslamı… Gel de ah edip hayıflanma!..
Bunlardan önce, İslam’ın böylesi ulusal çerçevede yorumlanması-reforma uğratılması yolunda, bizim bu topraklarda hayata geçirilmeye çalışılmış bir “Türkiye İslamı” projesi vardır. Vardı!..
“Bir Türk İslamı inşa etmek istedik…”
Şu sözler, karşılaştırmalı din ve İslam çalışmaları alanının abide isimlerinden Wilfred Cantwell Smith’e 1940’larda Türkiye’yi ziyaret ettiğinde erken Cumhuriyet döneminde devletin “din-i İslam”a yaklaşımını en çarpıcı şekilde aksettirircesine sarf edilmiş:
“Bir Türk İslamı inşa etmek istiyoruz, yalnız bizim olan, bizim (yeni) toplumumuza uygun ve onunla bütünleşmiş bir İslam… Nasıl Hıristiyanlıkta Anglikanizm tamamen İngiliz tarzı bir Hıristiyanlıksa aynen öyle. Anglikanizm ne İtalyan ne de Rus’tur. Ama kimse onu Hıristiyan olmamakla suçlamaz. Niçin biz de kendi İslamımıza sahip olmayalım?..”
Şimdi nasıl Macron yönetimi kendi ülkesinde İslam’ı ulusal sınırlarla, değerler ve anlayışlarla uyarlı şekilde Fransızlaştırma yolunda adımlar atıyorsa, bu topraklarda Cumhuriyet yönetimi de yaklaşık bir asır önce İslam’ı ulusallaştırmak, “Türk(çe)leştirmek” ve ulus-devlet sınırları dışına taşmayan biçimde, yani panislamik Hilafet rüyalarından uyanmış mahiyette yeniden biçimlendirmek istemiştir. Diyanet’i kurarken de Kur’an’ın Türkçe çevirisini yaparken de ve ezanın Türkçe okunmasının önünü açarken de Cumhuriyet kurucularının kafasında bu vardı.
Elbette modern ulus-devlet parametresiyle hareket eden Cumhuriyet bürokrasisinin yörüngesini burada belirleyen en açık referans da “Reformasyon”dur.
Ulusal kilise olur da “ulusal cami” olamaz mı?!
Protestan Reformizmi, Batı modernitesini var eden temel dönüşüm dinamiklerinin en başta gelenidir. Feodal aristokrasi ile özdeş Vatikan-merkezli Katolikliğin Latince ile cenderelenmiş hegemonik evrenselcilik iddiası karşısında Protestanlık, Hıristiyanlığın kültürel-dilsel özgürlük ve özgüllük eşliğinde, burjuva kapitalist ekonomi-politik altyapı ile bağlaşık çerçevede ulusallaşmasının önünü açtı.
Avrupa’da Reformasyon-sonrası süreçte Protestanlığın etkinliği doğrultusunda ulusal kiliselerin önü açıldı.
Ulus-devlet Cumhuriyet modelinde bir Türk modernleşmesinin öncü siyasi-bürokratik kadroları da modern dünyanın bağrındaki bu ulusal kiliseler deneyiminden esinle bu topraklarda bir “ulusal İslam” biçimlemeye çalıştılar.
Bu arayışta Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi, onun yorumunun Türkçe yapılması, giderek ezanın Türkçeleştirilmesi girişimleri esasen Protestanlık esinlidir, ama bunlar İslam’ın tasfiyesini hedeflemez. Türkçe Kur’an okumakla Türkçe ezan okumak ve dinlemek arasında derece farkı vardır sadece. Biri tutmuş, diğeri tutmamıştır. Amaç, bir “Türkiye İslamı” yaratmaktır.
Reform olmaz, “Güncelleme” verelim!
Burada o artık illallah dedirtmiş, “İslam Hıristiyanlıktan farklıdır; onda reform olmaz” babalanmaları/heyheylenmeleri öne sürülecektir elbette!..
Bunu söyleyenler sanki bu iş Hristiyanlıkta eşyanın doğasıymışçasına şipşak güle-oynaya gerçekleşmiş demeye getiriyorlar ki hiç de öyle değildir. Katoliklik kıyametleri koparmış, direnmiş, ortalık din savaşları ile kan gölüne dönmüş, sonuçta hayatın ekonomi-politik seyri belirleyici olmuş ve dinde reform bağırta bağırta hayata geçmiştir.
Bunu söyleyenler sanki İslamiyet’in başından itibaren gerek itikadî, gerek amelî, gerekse hukukî ve siyasî mahiyette dinde adına yeniden-biçimlenme denilen reformist mahiyette hiçbir değişim olmamış demeye getiriyorlar ki hiç de öyle değildir. Emevi hükmü altında resmileşmiş İslam’a mistik tepkiler (tasavvuf), etnopolitik tepkiler (Şiîlik), düşünsel-entelektüel tepkiler (Mutezile) bu din içerisinde de ta en baştan “protest” ve “reformist” bir motivasyonun varlığını önümüze koymaktadır. O yüzdendir ki “Rafızîlik”, İslam tarihinin bir gerçekliği, ilk üç halifenin hilafetini kabul etmeyen, onları “refüze eden”, yani “protest” Şiî unsurların tümüne atfedilen bir şemsiye tabir olarak karşımızdadır.
Ve bunu söyleyenler, yani İslam’da reform olmaz deyip “reform” sözcüğünü zehir addedenler, sanki reform arayışı ve arzusundan uzaklarmış gibi bir görüntü vermeye çalışıyorlar ki bu da hiç mi hiç öyle değildir. Reform diyemedikleri, bunun “cıs” olduğu yerde “güncelleme” diyerek ha Ali Veli ha Veli Ali komedisi yaratacak şekilde pratikte dinde reformdan başka bir şey olmayan arayış ve hedefleri dillendirmektedirler. Söz gelimi iki yıl kadar önce, bir kadının asansörde bir erkekle yalnız kalmasını “halvet” sayanlara karşı ne demişti Erdoğan, hatırlayalım: “Bunlar, İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz!..”
Dinin canı, yorum ve reformdur
Protestan Reformu da yeni bir çağın ihtiyaçları doğrultusunda bir güncelleme idi.
“Türkiye İslamı” da yeni ortaya çıkan ulus-devlet Cumhuriyet’in ihtiyaçları doğrultusunda bir güncelleme idi.
Şimdi cihatçı tedhişten kendi evinde canı yanmış Fransa’nın ülkede hem İslamofobik tansiyonu düşürme hem de Müslüman yurttaşlarının varlığını gözetme ihtiyacı doğrultusunda resmi olarak projelendirip hayata geçirmeye çalıştığı “Fransa İslamı” da bir güncelleme arayışı/girişimi.
Din her yerde her zamanda her şekilde ve her şekliyle, yani farklı seçenekleriyle, hep değişen hayata ayak uydurma yolunda yeni-biçimlenmelerle kültürel, toplumsal ya da siyasal mahiyette güncellenerek bugüne geldi. O yüzden antropolojik hareket noktasından hep vurguladık: Dinde aslolan yorumdur. Ve yorum, lafı eğip bükmeye gerek yok, hayata geçtiğinde pratikte reform demektir.
Emperyal Fransa’nın hilafetçiliği
Bu topraklarda 20’nci yüzyıl başında siyasi liderliğin bir “Türkiye İslamı” var etme yolunda uğraşıp didindiği günlerde Fransa’nın bir “Fransız İslamı” biçimlendirme gibi bir derdi yoktu. Aksine ve ironik olarak, genç Cumhuriyet’in modern ulus-devletle uyarlı, ulusal sınırlarla yetinen bir “İslam” arayışıyla hilafeti lağvettiği süreçte Fransa, emperyal rekabet doğrultusunda İngiltere güdümünde bir hilafet işaretleri sağda-solda (Hicaz’da, Mısır’da) belirdiğinde, kendi uhdesinde bir hilafet hevesiyle Fas Sultanı’nı halife yapma fikriyle sahnedeydi (Ağustos 1933).
O zamanlar Fransa içinde Müslümanlar ve Müslümanlık gibi bir olgu/sorun yoktu.
Şimdi var ve o yüzden de “Fransa İslamı” bir söylem ve pratik olarak karşımızda.
Elbette bu bir yönüyle de hep akılların ve hayallerin bir köşesinde yer alan “seküler İslam” idealini gözeten, daha doğrusu onun yollarını gözleyen bir girişim. Fakat bu “seküler İslam” bahsini şimdi burada yeterince açacak yer, zaman ve imkânımız yok. O yüzden Gazete Pencere’de bu konuyu başka bir yazıda açma sözü vererek bu aşamada aşağıda künyesi yer alan Parti Cemaat Tarikat kitabımızdaki “Seküler İslam ve İslam’ın Sekülerleşmesi” başlıklı yazımızı önermekle yetinelim!..
Seküler dindarlıktan faşizan-dinbazlığa…
Türkiye din söz konusu olduğunda 20’nci yüzyılın başlangıcındaki noktadan siyaseten hayli uzakta bir yerlerde karşılamış durumda 21’inci yüzyılı… AKP dinbazlığı, kentleşmiş (“kentlileşmiş” değil) köylülüğün ideolojisi, yoksulluğu yönetme yolunda bir göz-boyama malzemesi olmaya evriltti “İslam”ı. Buna paralel yönde Cumhuriyet’in başında bir “ulusal-sivil-seküler” din şekillendirme yolundaki reformist siyasal hamlelerin hepsini de kendisine demagoji malzemesi yaparak telin etti.
Yola koyuldukları 2000’ler başında dünyanın önüne “seküler İslam” örneği bir ülkeden, özellikle selefi-cihatçı radikalizm karşısında umut olarak çıktılar. Bugün tam bir sukutuhayal ve o umudu kabusa dönüştürmüş halde bir faşizan-dinbazlık örneği olarak dünya sahnesinde yer almayı sürdürüyorlar.
Dolayısıyla kuvvetle muhtemel ki yeni yüzyıl başında bütün dünya gibi Fransa da Müslüman bir toplumda ulusal din reformuna hayatiyet kazandırma çabasında hayli mesafe kat etmiş Türkiye’ye bir “seküler İslam” örneği olarak bakmakta, onu konuşmaktaydı.
Şimdi biz, “Fransa İslamı”nı konuşur olduk.