Süreyya Su
Felaketin Politik Ekonomisinden Enkazın Estetiğine
Depremden sonra meydana gelen büyük afet, ruhlarımızda da derin yaralar açtı, hepimizi yasa boğdu. Bazıları hemen yaraları sarmak, acıları unutturmak için çalışmak gerektiğini söylerken, bazıları bu düşünceye eleştirel bakıyor. Sanatçı Burak Delier de onlardan. “Bugün, ‘yara sarmak’ ile eğer ruhsal bir iyileşme kast ediliyorsa, bunun için çok erken. Bunun yanında, benim tavrım ‘yara sarmak’ değil ‘yarayı dönüştürmek’ yönünde. Yas, ilan ederek tutabileceğimiz, ehil olduğumuz bir şey değildir; hak edilmesi gerekir. Yas, kolektif ve bireysel olsun yaranın tanınma sürecidir.” diyor. Depremin hemen ardından afet bölgesine giden Burak Delier’e afet ve felaketle ilgili deneyimlerini ve düşüncelerini sordum.
Süreyya Su: Depremlerin ardından büyük bir felaket yaşandı ama toplum veya toplumun büyük bir kısmı öyle ne yapacağını bilmeyen bir şok yaşamadı ve hemen seferber olup örgütlendi, hızla yardım ve dayanışmaya koştu. Sanki toplum depreme devletten daha hazırlıklı gibiydi. Kendiliğinden bir hareket ortaya çıktı. Siz deprem sonrası oluşan toplumsallık ile Gezi direnişindeki toplumsallık arasında bir örtüşme olduğunu belirtiyorsunuz. Gördüğünüz benzerlikler nelerdir?
Burak Delier: Aslında bu görü deprem sonrası kurulan çadır-kentlerle Gezi Parkı'nda kurulan "çadır-kent" arasındaki biçimsel benzerlikten ortaya çıktı. Bu görüden yola çıkarak, kendi kendime, bir mesken olarak "çadır" ve bir topluluğu imleyen "çadır-kent" fikrinde bir keramet var dedim. Devletin çadır-kent kurmaktaki isteksizliği, yetersizliği ve depremzedeleri öğrenci yurtlarına transfer etme hevesi belki de çadır-kentlerde oluşabilecek dayanışmacı toplumsallığı engelleme niyetinden kaynaklanıyor. Elbette üniversitelerde öğrencilerin bir araya gelip eleştirel bir kitle oluşturmalarını engelleme niyetleri olması da mümkün. Şimdi siz söyleyince fark ediyorum, iki olay arasında "kendiliğindenlik" üzerinden ve deprem sonrası oluşan "felaket toplulukları"nın dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi ve komünist ilişkilenmeleri arasında da bir benzerlik var. Bu iki yer ve zaman da, sermaye birikimine dayalı, sahte bir denklik fikri üzerine kurulu mübadele ilişkilerinin ve rekabetçi piyasa mantığının, sınıfların ve kimliklerin saldırgan farklarının ortadan kalktığı gerçek anlamda "istisnai" yer ve zamanlar.
“Gerçek anlamda istisnai” diyorum çünkü bir de sahte, pozcu diyebileceğimiz devletin ilan ettiği OHAL'de yakalayabileceğimiz kendinden menkul bir istisnailik var. Çok büyük şeyler yapıyormuş havasıyla toplantılar yaparak, kararlar ilan ederek girilen bir olağanüstülük tiyatrosu bu. İki olay arasındaki bir başka benzerlik de "ayaklanma" ve "kıyamet" arasındaki ilişki. Kıyamette ölüler diriliyor, ayaklanıyor, ayağa kalkıp duruyorlar. Henüz çok sıcak bir yorum olacak; ama kıyamet ile ayaklanma arasındaki örtüşmeyi, yüce bir otorite tarafından ölülere hesap sorulması olarak değil, henüz yaşamakta olanların öldürülmüşler karşısındaki sorumluluklarını üstlenerek hesap sormaları olarak düşünmemiz gerekiyor. Açıkçası, bunun için de "kendiliğindenlik" romantizminin ötesine geçmemiz ve Gezi'yi tartışmamız gerekiyor.
Gezi'yi, Gezi'den edindiğimiz deneyimi, bir nevi Gezi'nin "başarısızlığı"nı yeterince tartışmadığımızı düşünüyorum. Aynı şekilde, toplumun -iyisi ve kötüsü ile- gösterdiği seferberlik tutumunun ve "felaket toplulukları"nın anlık dayanışmacılığına da kapılıp kalamayız. Karşımızda son derece örgütlü, her felaketten sonra bir sonraki daha büyük felaketi inşa eden katliamcı bir suç ortaklığı rejimi var. Duygu ile kotarılmış bir dayanışmacılık, kendiliğindenlik, bu dayanışmacılıkta ve kendiliğindenlikte altan alta hem toplumsal hem de bireysel iyicilliğimizle övünen çok da saklanamayan narsizm derdimize deva olamaz, hatta gerçek bir deva üzerinde çalışmamızı engeller.
Sanatçıya Düşen Görev
S. S.: Depremden sonra çok insan elinden ne geliyorsa, yardım etmek, dayanışmak, bir şeyler yapmak için hemen deprem bölgesine gitti. Siz de onlardansınız, izlenimleriniz ve düşünceleriniz hakkında paylaşımlarınızdan anladığım, klişe deyişle, bir sanatçı duyarlılığıyla olayları gözlemlemek ve yaraları sarmaya katkı yapmak için gitmediniz. Nitekim, siz de bazı sanatçıların bu minvalde yaptığı işleri, “felaketin acısının dramatikleştirilmesi ve estetikleştirilmesi olarak yanlış ve ahlak dışı" bulduğunuzu söylüyorsunuz. Sizi oraya gitmeye çağıran neydi ve sizce sanata ve sanatçıya düşen görev nedir?
B. D.: Sanatla bu tür acil durumlar arasındaki ilişki oldukça çetrefilli. Senelerdir üzerine düşünüyor, araştırıyor, yazıyor olmama rağmen bir sonuca bağlamış değilim. Beni deprem bölgesine sürükleyen duygu, deprem sonrası enkaz altında kalan insanların yalnız bırakılması oldu. Bu, bugün bana hala çok fazla geliyor. Evet, biliyoruz, neoliberalizm devletin sosyal vecibelerini, toplumsal destek yapılarını aşındırdı, toplumsal dayanışmanın en açık ifadesi olarak sosyal devleti yok etti vs. ama bunu, bu boyutta, bu kadar vahşice görmek, bu korkunçluğa şahit olmak, "olağan" zamanlarda küçük küçük inşa edilen felaketi doğrudan deneyimlemek oldukça sarsıcı. Görebildiğim kadarıyla sanat, bu deneyime üç klişe şekilde cevap veriyor:
1) Sizin bahsettiğiniz tweet'i atmama sebep olan Karsu'nun "Neredesin sen" şarkısı gibi hiçbir maddi, toplumsal, politik karşılaşma çabası gütmeden acılı bir ağıtsallık ile duygu sağaltımını hedefleyen işler. Bunlar ayrıca, belli bir virtüözlük ve beceri sergiledikleri için de bana gayri-ahlaki ve tiksindirici geliyor. Sanat estetik haklarını kazanmak için önce maddi toplumsal yapılarla bir hesaplaşmaya girişmeli; ancak bu gerçekleştirilirse duruma uygun, geçerli, güçlü ve "yeni" bir duygulanım üretmesi mümkün. Bunun dışında bu topraklarda ağıttan, hüzünlü şarkıdan bol bir şey yok...
2) Öteki tarafa bakmak; bu daha çok "kendini yüksek sanat sanan" diyeceğim çağdaş sanat ortamında geçerli olan bir tavır. Böyle, son derece maddi, toplumsal ve gündelik politikaya dair ve aslına bakarsanız "basit" ve "gizemsiz" toplumsal bir mesele ile ilişkilenmekten imtina ediyor sanatçılar. Somut yıkımla değil de, "yıkım kavramı"yla veya "modern bir olgu olarak yıkım" ile ilgilenmeyi tercih ediyorlar. Bir nevi olayı masa üstüne taşıyarak, belli bir mesafeden etüd edecekler. Birçoğu da aslında nasıl ilişkileneceğini kotaramadığı için, belli bir duygusal kapasitesizlikten ve korkudan öteki tarafa bakmayı tercih ediyor.
3) Bina enkazlarına ölen çocuklar için balon yerleştirilmesinde gördüğümüz gibi hızlı ilişkilenmeler. Buna çok değinmeyeceğim, yapılan şeydeki aptallık oldukça açık. Bu tavrın bir diğer versiyonu, olay üzerinden geçtikten sonra "politik sanat" denilen türde verilecek işler olacak. Sanatçılara düşen görev her birimize düşen görev ile aynı: Kendini riske atarak bu tümüyle insan-sınıf-kültür-politika yapısı felaketin sorumluğunu ve yarasını almak ve bu yarayı hesap soran bir politika ve hayatı dönüştürecek bir kaynak haline getirmek. Öldürülmüşlerin sorumluluğunu ancak bu şekilde alabilir ve yas tutma hakkını elde edebiliriz. Sanat politikanın yaptığı, yapabileceği şeyleri yapamaz elbette ama politikanın gidemediği, ulaşamadığı derinliklere ve boyutlara ulaşabilir. Sanıyorum, özellikle sanata düşecek bir görev varsa o da bu boyutları ve derinlikleri politikanın besleneceği, ilham alacağı dirençli duygulam kaynakları haline getirmektir.
Dayanışma Etikten Politiğe Evrilir mi?
S. S.: Orhan Pamuk, deprem felaketinin toplumsal etkisiyle ilgili olarak, “Ben toplumu hiç bu kadar öfkeli görmedim” diyor. Evet, bir öfke ve öfkenin sakınmadan bir ifadesi var toplumda, diğer yandan empatinin ötesinde bir duygudaşlık, acının paylaşımı ve dayanışma da var. Özellikle gençler birçok insanı şaşırtan bir gayret ve çalışma gösterdiler. Şaşırtıcı çünkü toplumsal bir ilgi ve politik bir bilinç olmadığından şikayet ediliyordu, oysa Gezi’deki gibi gördük ki gençlerde başka bir toplumsallık ve siyasallık var. Siz ne diyorsunuz, öfke ve dayanışma hakkında. Bunların politik bir sonucu olabilir mi?
B. D.: Bilemiyorum, bu her şeyden önce bir dirayet işi. Kimse felaketin ilk günlerindeki duygularında ve zihin açıklığında uzun süre kalamaz. Kuşkusuz unutacağız, son derece insani olan duygusal yetersizliğimizden dolayı da unutmak zorundayız; fakat bu unutmayı başka bir ritimde işleyecek, daha az yoğun bir hatırlamaya çevirmek elimizde. Gençlerin entelektüel olarak donanımsız olduklarını görüyorum - bu da gayet normal. Anlık dayanışmacı davranışlar, duygudaşlıklar, acının paylaşımı ve öfke kendi kendini besleyecek, organize ve soğukkanlı, tarihsel, teorik ve pratik bir çalışmaya evrilmezse çok büyük ihtimalle sönümlenip gidecektir.
Şunu da unutmayalım; toplum bu türden felaket anlarında hiç farkında olmadığı potansiyelleri edimselleştirir, fakat hem gündelik hayatında hem de egemen kültürel temayüllerinde bu duygu ve davranışları yönlendirecek kalıp ve alışkanlıklara (tevekkül, otoriterlik-biat, bir sosyal dayanışma örgütü olarak cemaat ve tarikatlar, acı ile mesafelenmeyi sağlayan maddi ayrıcalıklar gibi) sahiptir. Bu alışkanlıklar ve elde olan hazır duygu ve davranış kalıpları oluşabilecek yeni ve alternatif oluşumların önünü rahatça kesebilir. Hatta, felaketten çıkmış olan travmatik güvencesizlik bilgisi çok daha rekabetçi bir kazanç hırsını da besleyebilir.
Yası Tutmak Değil Hak Etmek Gerekir
S. S.: Bizde yara sarmanın biraz da halı altına süpürmek anlamına geldiğini söylediniz. Ben şöyle anladım: Bizdeki gibi eleştirinin, şikâyetin, protestonun aman şimdi sırası değil, ortalığı karıştırmak isteyenlere fırsat vermeyelim diye hep susturulmaya, ertelenmeye çalışıldığı, insanların teskin edilip rızaya ve tevekküle ikna edilmeye çalışıldığı bir durumda yara sarmak, sonuç olarak topluma destek olmaktan daha çok devlete destek oluyor. Onun eksiklerini, hatalarını, ihmallerini gidermeye, örtmeye, telafi etmeye yarıyor. Sonuçta tam olarak neoliberal devletin istediği oluyor: Toplum kendi kendine yardım etsin, bana görev yüklemesin. Ben enkaz, hafriyat kaldırmak ve yeniden inşa etmek gibi işin ekonomik tarafıyla ilgileneyim. Üstelik topluma mağdur olma hakkı bile verilmiyor, doğa olayını bile komplo teorisiyle açıklayıp kendini mağdur gösteriyor.
Şunu ısrarla vurgulamak gerekiyor: Felaketin nedeni deprem değil, kentsel dönüşümü rant üretmenin aracı yapan ve barınmayı piyasaya endeksleyen politik ekonomidir.
B. D.: Kesinlikle. Fakat biz, gönüllüler, toplumun tabandan dayanışması, STK'lar, sol ya da sağdan örgütlenmeler devletin yerine geçemez, geçmemeli. Eğer devlet varsa talip olduğu görevi yerine getirmeli; yoksa da sonuçlarına katlanmalı. Bunu çok açıkça deprem sonrası arama-kurtarma ve dayanışma faaliyetlerinde görüyoruz. Biz devletin yerine geçemeyiz, köylere erzak ulaştıracak helikopterlerimiz, enkazları aydınlatacak jeneratörlü dev projektörlerimiz, seferberlik ilan edip kepçe ve vinçleri deprem bölgesine sevk edecek yasal düzenlemelerimiz, yerel ve merkezi planlamayı kotaracak örgütsel hazırlığımız yok. Kendiliğindenlik, tabandan seferberlik ve hayırseverlik devleti ikame edemez. Edebilecek kapasiteye ulaşmışsa da, o zaman biz devlet haline gelmişiz demektir ve diğer şeye de devlet dememek gerekir.
Bunun da ötesinde, yurt edinme hakkının, barınma altyapısının para kazanma, rant ve sermaye birikim aracı haline geldiği bir yer yurt/yuva/vatan/memleket/ülke vs. olamaz. Bu koşullar altında, yurt ve memleket fikri bir ham hayal veya ideolojiden ibarettir. Ev bir yuva değil meta ise; yurt da yoktur, vatan da. O zaman sorumuz belki de şudur: Yurt henüz olmadığından, burayı nasıl yurt edineceğiz? Deleuze ve Guattari'nin "eksik olan halk" dediği halk nasıl gelecek? Köprüler, evler ve kentler inşa edeceğiz elbet ama nasıl? Elbette, Adorno'nun yurt iddiasında tespit ettiği faşizme götüren ipliği unutmadan. Bunun için öncelikle felakete yerleşmeliyiz; felaketin yeri ve zamanını araştırmalıyız. Burada bir ters-çevirmeye ihtiyaç var; felaketin yeri enkaza dönmüş kent değildir, felaket maddi, toplumsal, politik düzenimizin kendisidir.
Kentsel enkaz, estetik olağanüstülüğüne rağmen, bu felaketin bir semptomundan ibarettir. Aldatıcı bir gösterendir enkaz haline gelmiş kent. Felaket olağanüstü olan değil, olağan olandır ve kaldırılması, "temizlenmesi", dönüşmesi, yeniden inşa edilmesi gereken yer (enkaz) burasıdır. Çoğu zaman yeni rant ve inşaat projeleri anlamına gelen "yara sarma" ya da "iyileşme" kalıplarına itirazım bu yüzden. Öncelikle bugün, "yara sarmak" ile eğer ruhsal bir iyileşme kast ediliyorsa, bunun için çok erken. Henüz hem kolektif hem bireysel olarak aldığımız ruhsal yaranın farkında olduğumuzu sanmıyorum. Bunun yanında yukarıda bahsettiğim gibi, benim tavrım "yara sarmak" değil "yarayı almak" ve dönüştürmek yönünde. Yas, ilan ederek tutabileceğimiz, ehil olduğumuz bir şey değildir; hak edilmesi gerekir. Yas, kolektif ve bireysel olsun yaranın tanınma sürecidir. Türkiye'de, önceki yaralarımızdan da görebildiğim kadarıyla, yaraları tanımadan, yani bir yas çalışmasına girmeden yara sarmaya/suçların üstünü örtmeye ve hızla hayata devam etmeye meyilliyiz. Oysa, yasta kalmalı ve yası, yaranın tanınmasını politik etkinliğe dönüştürmeliyiz.
Başarısızlık mı Tercih mi?
S. S.: Ben hükümetin ekonomi politikasını bir başarısızlık olarak değerlendirmiyorum. Ne yüksek enflasyon ne Liranın aşırı değer kaybı ekonomi politikalarındaki başarısızlığın sonucu değil, tercihin sonucu. Böyle olmasıydı amaç zaten. Siz de devletin yeterli yardım etmemesini bir beceriksizlik olarak değil, bir politika olarak düşünmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Bir şirket gibi davranan devlet var karşımızda. Hani bazı alışveriş siteleri kendileri yardım yapmayıp, müşterilerini yardım malzemelerini satın almaya yönlendirdiler ve o malzemeleri götürerek sanki dayanışmaya katılmışlar gibi bir görüntü verdiler. Buna benzemiyor mu?
B.D.: Benziyor evet; ama amacın bu olduğunu zannetmiyorum. Amaç kâr, rant ve egemenlik aracı ile daha fazla egemenlikti; sonuç felaket oldu. Siyaset bilimciler daha iyi açıklarlar ama kanımca AKP'nin yıllar içerisinde -90'lardan bu yana- dönüşerek ortaya çıkan doğaçlama bir politikası var. Bilinçli olarak neoliberal değiller; neoliberalizmin boş bıraktığı sosyal devlet "hizmetleri"ni İslamcılık'la ya da "yerli ve milli" kültürel yapılar ile ikame etmek işlerine geldi. Vakıf, cemaat, tarikatların ve hayırseverlik kurumlarının güçlenmesi ya da daha insanlar enkaz altında ve sağ iken, acele ile sala okumasının salık verilmesi ve hemen yas ilan edilmesi bu yüzden.
Hakiki bir dayanışma temelinde ortaya çıkan, kimliklerin (Kürt-Türk, Alevi-Sünni) ya da sınıfsal ayrımların aşındığı bir toplumsallığa fırsat vermeden, hayatta kalanları uzaklaştırıp, ölüleri gömüp, enkazları kaldırıp hızla hayat dedikleri rant rutinine devam etmek istiyorlar. Başka bir şey bilmiyorlar ya da unuttular. Yaşam, üzerinden kâr ve iktidar devşirilebiliyorsa yaşam; ötesi Allah'a bırakılıyor. Dini inancın bu anlamda büyük kolaylık sağladığını da kaydetmek gerekli. Bu şekilde hayatı son derece dar bir kalıba indirgeyip gerisini "kader planına" bırakabiliyorlar.
Kuralın ve yasanın geçerli olduğu bir denetim aracı olarak kamu, hukuk ya da devlet değil, kişilerin "yerli ve milli" ahlakına bırakılmış kamusal bir düzenin --daha doğrusu düzensizlik söz konusu- sonucu da ortada. Bu İslami-otoriter-merkeziyetçi-popülist-neoliberalizm her şeyi rant, kâr ve egemenlik aracı haline getiriyor; getirilemez olanı ya boşluyor ya da yok etmeye çalışıyor. Tıpkı arama-kurtarma organizasyonu gibi; ama benzer şeyleri sağlıkta, eğitimde, barınma ve gıda üzerinden de yapıyor. Kâr ve rant elde edilebilecek bir arama-kurtarma biçimi olsaydı yapılırdı muhtemelen. Kısmen, yardım prestijini elde etmek amacı ile yapılıyor da aslında.
Kendilerinden olmayan toplumsallıkları da devletin şiddet ve hukuk kurumlarına havale ediyorlar; STK'lar, meslek örgütleri ve Gezi gibi. Toplumsal bir bilinç tamamen kaybolmuş gibi. Toplumsal destekleri, kamusal görevleri de bir taraftan lütfeder gibi yapıyor ama diğer taraftan kredi-borç döngülerinden dolayımlayarak bir birikim süreci haline getiriyorlar. Amaç asla alınan helikopter, ilaç, inşa edilen konut değil; para döngüleri ortaya çıkarmak.
Faize karşılar belki ama metalaştırdıkları herhangi bir "hizmet" üzerinden fahiş kârlar ve rant elde etmeye karşı değiller; bu her nasılsa hak edilmiş bir kazanç olarak sayılıyor. Para ve büyüklük ile ilginç bir duygusal ilişkileri var. Kapitalizmin özünde olan heyecanlı bir duygulanım bu. Para ya da büyük sermaye transferleri, projeler birisinin, bir grubun aşırı zenginleşmesine yaramıyorsa soğuyorlar ve düşmanlaşıyorlar hemen. Ortaya, felaketin ilk günlerinde bile arama-kurtarma çalışmalarındansa yeniden inşa projelerine heveslenen bir ölüm politikası çıkıyor.