Tayfun Atay
Eziyetin eğlenceyle harmanı: ‘Cesur Yeni Türkiye’!
George Orwell’in 1984’teki çığlık çığlık kâbus kehaneti ben kendimi bildim bileli hep aramızdaydı, bugün de olmaya devam ediyor: Yazarların, sanatçıların, gazetecilerin, siyasetçilerin, akademisyenlerin, öğrencilerin, kadınların, LGBTİ+ bireylerin başına gelenler… Diğer taraftan Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’daki “cıngıl cıngıl” kâbus kehaneti de hayatımızın parçası: Kitleler, haksızlık ve adaletsizliklere karşı yazdıklarından, söylediklerinden, eylemlerinden ötürü iktidar gadrine uğrayanlara kör, lâl ve bigâne halde, kendilerine televizüel, sibernetik ve mobil ekranlardan sunulan eğlence paketlerine gömülmüş, böylece “sindirilmiş”, gün dolduruyorlar
Hayatımızda “doğru”yu iktidara göre tesis etmeye hevesli ve 1984’ün Winston Smith’inin çalıştığı “Gerçek Bakanlığı”nın muadili sayılabilecek yapılar, iletişim başkanlıkları da var; iktidar haksızlığı ve zulmü karşısında kitleleri çaresizlik acziyle kötü hissetmekten alıkoyacak şekilde onlara Cesur Yeni Dünya’daki “soma” mutluluk haplarının benzerlerini yutturmaya, sefahat gösterileri, “duyusal filmler” pompalamaya vazifeli olanlar da var
Geçen hafta Kürşat Ayvatoğlu hadisesi üzerine yaptığım değerlendirmede, Y-kuşağı uyanığı bu gencimizin 2000’ler Türkiye’sinde yükseliş macerasını çözümleme yolunda onun, “Erdoğan Türkiye’siyle Acun-Ilıcalı Türkiye’sinin kültürel-ruhsal-zihinsel birleşiminden doğuş bulmuş” olduğunu ileri sürmüştüm. Bu yazımda ise her iki mecaz ifadenin (“Erdoğan Türkiye’si” ve Acun-Ilıcalı Türkiye’si”) karşılık geldiği gerçeklikleri daha geniş çerçeve ve ölçekte ele almaya çalışacağım.
Analizimin ağırlık merkezi yine Türkiye olacak ama ileri süreceklerimin günümüz insan dünyasında pek çok yerden izdüşümlerini örneklemek de imkân dahilinde tabii ki.
Yani bir çağ haline ilişkin bazı iddiaları Türkiye özelinde ama (Nâzım’a selâmla!) “dünyanın hali gibi halimiz” diyerek tartışmak gibi bir niyetim de yok değil.
Orwell mı Huxley mi haklıydı?
Müteveffa iletişim bilimci Prof. Neil Postman, Türkçeye “Televizyon: Öldüren Eğlence” şeklinde çevrilmiş (Çev. O. Akınhay, Ayrıntı, 1994) Amusing Ourselves to Death (“Kendimizi Ölümüne Eğlendirmek”) ön-başlıklı kitabının kısa önsözünde, 20’nci yüzyılın ilk yarısında yazılmış olup bugünlere ilişkin değerlendirilen iki distopik politik-bilimkurgu romanın karşılaştırmasını yapar. Bunlar George Orwell’in 1984’ü ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sıdır.
Postman, kitabını yazdığı 1985 yılının ABD’sine bakarak yaptığı karşılaştırmadan hareketle, Orwell’in değil Huxley’in iç karartıcı kehanetinin doğru çıktığını ileri sürer.
Kısaca belirtmek gerekirse Orwell, 1984’te kitlelerin acı ile baskılandığı bir otoriteryanizmin yeryüzünde “siyasal-evrensel” oluşturacağı bir distopya kurgulamaktadır. Huxley ise Cesur Yeni Dünya’da kitlelerin haz ile baskılandığı bir otoriteryanizmin siyasal-evrensel oluşturacağı bir distopya sunmaktadır bize…
Televizüel medyanın ABD’de 1950’lerden itibaren yükselişe geçmesiyle önü açılan sürecin 80’lerin ortalarında (Reaganizm’in/neo-liberalizmin de bahar mevsiminde) değerlendirmesine giden Postman, medya, eğlence ve şov endüstrisinin bir kültürel belirleyen olarak insan yaşamında aslîleştiği dönemin, yani “MESH Çağı”nın dinamiklerine bakarak, 1932’de yayımlanmış romanıyla Huxley’in kehanetinin haklı çıktığını ileri sürmekteydi.
Postman kitabını 1985’te yani Orwell’in 1949’da yayımlanmış 1984 romanının geçtiği “gelecek” geldiğinde (!) yazmıştı. Ve bir bakıma, Orwell’in kâbus kehanetinin gerçekleşmemiş olduğu düşüncesindeki ABD ve dünya kamuoyuna adeta “Havaya girmeyin, gözünüzü açın ve Orwell/1984’e değil, Huxley/Cesur Yeni Dünya’ya bakın” demekteydi.
Onun çarpıcı karşılaştırmasından bazı kesitleri de aktaralım:
“Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise ‘Big Brother’a gerek yoktur; insanlar süreç içerisinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünsel yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. (…) Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell gerçeğin bizden gizlenmesinden, Huxley gerçeğin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.”
Huxley’e rahmet okutan ‘Acunsal Enerji’
1980’ler ABD’si için Postman’ın, Orwell-Huxley karşılaştırmasında Huxley’in kehanetinin doğru çıktığını düşünmesi yerinde olabilir. Ne var ki ben Orwell’in romanını tam da 1984 yılında ve o yıl basılmış çevirisinden okuduğumda (Çev. V. Turhan-S. Tonguç. İkizler Yayınevi) “12 Eylül” darbe kâbusu altında bu kurgunun gerçek karşılığının nefes alıp verdiğim coğrafyada fazlasıyla bulunduğu düşünce ve hissine kapılmaktan alıkoyamamıştım kendimi. Çünkü, Orwell’ın romanının talihsiz kahramanı Winston Smith’in, “Big Brother”ın somutlaşmış hali olan O’Brien elinde uğradığı işkenceler, o dönem hayatımızda vak’a-i âdiyyedendi.
Huxley’in distopik kurgusu ise uzağımızdaydı. Onun bu coğrafyada hayata geçmesi, 1990’larda özel televizyonlar çığırının açılmasını müteakip ama esasen 2000’ler dönümünden itibaren, yani memleket BBG Evi ile Popstar-Türkiye ile realite-şov salgınına, daha “karakteristik” deyişle, “Acunsal Enerji” patlamasına uğradıktan sonra olacaktı.
2000’ler başında Televole’lerde “Acun Firarda” adlı sulusepken egzotik gezi-eğlence programıyla başlayan yükseliş macerasını on yıl bile dolmadan “Yetenek Sizsiniz”, “O Ses Türkiye”, “Survivor” ve diğer irili ufaklı, sıradan insana şöhret vaadi/yanılsaması sunan programlarıyla zirveye taşıyan Ilıcalı, bir “şöhret moderatörü” olmanın ötesinde ekranlarla eğlenceye boğulmamızın temsilî sureti bir figür olarak kaydedilebilir.
Huxley’in Cesur Yeni Dünya distopyasının bizim kültürel topografyamızda gerçeklik kazanması yolunda parmakla gösterilebilecek en başta gelen isim o… Türkiye insanının hazza-eğlenceye boğularak denetim altında tutulmasında iktidar sahiplerinin ne kadar teşekkür etseler az olacağı isim aynı zamanda (daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. T. Atay, Görünüyorum, Halde Varım: Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan, Can Yayınları, 2017).
Çığlık çığlık ve cıngıl cıngıl Türkiye halleri!
Orwell’in 1984 distopyasının hakikat bulmuşluğu ise yukarıda işaret ettiğimiz üzere 1980’lerden itibaren hiç eksik olmadı bu ülkede. 1990’larda da vardı. Ama esas, en oylumlu şekilde ve “Big Brother” imgesini alabildiğine besleyecek mahiyette 2000’ler başından itibaren dereceli olarak yükselişe geçen bir tekçi-otoriteryan iktidar pratiği ile kristalleşti bu.
Evet, Orwell’in çığlık çığlık kâbus kehaneti ben kendimi bildim bileli hep aramızdaydı, bugün de olmaya devam ediyor: Yazarların başına gelenler, sanatçıların başına gelenler, gazetecilerin başına gelenler, siyasetçilerin başına gelenler, akademisyenlerin başına gelenler, öğrencilerin başına gelenler, kadınların, LGBTİ+ bireylerin başına gelenler…
Diğer taraftan Huxley’in “cıngıl cıngıl” kâbus kehaneti de hayatımızın parçası: Kitleler, haksızlık ve adaletsizliklere karşı yazdıklarından, söylediklerinden, eylemlerinden ötürü iktidar gadrine uğrayanlara kör, lâl ve bigâne halde; kendilerine televizüel, sibernetik ve mobil ekranlardan sunulan eğlence paketlerine, görünme illüzyonlarına, kahkaha bataklıklarına gömülmüş, böylece “sindirilmiş”, gün dolduruyorlar.
Dolayısıyla Postman’ın başta yer verdiğimiz Orwell-Huxley karşılaştırmasına geri dönüp onu bugünümüze uyarlamak gerekirse: Bu ülkede gerçeğin bizden gizlenmesi de söz konusu, gerçeğin umursamazlık denizinde boğulması da söz konusu. Enformasyonsuzluk da söz konusu, gereksiz enformasyon yağmuruna tutulmak da söz konusu. Dıştan dayatılmış bir baskı da söz konusu, yüceltilmiş teknolojiye tutsaklık, eğlenceye bağımlılık doğrultusunda düşünsel yetilerimizin dumura uğraması da söz konusu.
Orwell-Huxley el ele, küresel kıyamete!..
Peki bu sadece bizim coğrafyamıza özgü bir durum mu? Elbette hayır. Dünya da 1980’lerden 90’lara dönen süreçteki “Tarihin Sonu” şakımalarından, liberalizmin nihai zaferi nidalarından çok uzakta, doğal çevre üzerinde artan insan nüfus baskısının, buna bağlı olarak yaşam kaynaklarındaki kısıtlılığın bir politik getirisi olarak hemen her yerde popülist otoriteryanizmlerin şahlanmış olmasıyla Orwell’i âh ile yâd ediyor bugün...
Postman’ın Huxley kazandı, Orwell kaybetti dediği günlerin çok uzağındayız. ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan Çin’e her yerde popülist otoriteryanizmin iktidarda veya yükselişte olduğu dünyada Huxley’in distopyasıyla Orwell’in distopyasının el ele, kol kola, koyun koyuna girdiğini ve onların artık 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde hayatımızın nasıl cehenneme çevrildiğini anlama yolunda temel başvuru kaynakları olduğunu düşünmek için çok neden var.
Orwell’in otoriteryanizmi ve Huxley’in eğlenceyi üst-ideoloji yapmış “teknopoli”si…
Hayatımızda “doğru”yu iktidara göre tesis etmeye hevesli ve 1984’ün Winston Smith’inin çalıştığı “Gerçek Bakanlığı”nın muadili sayılabilecek yapılar, iletişim başkanlıkları da var; iktidar haksızlığı ve zulmü karşısında kitleleri çaresizlik acziyle kötü hissetmekten alıkoyacak şekilde onlara Cesur Yeni Dünya’daki “soma” mutluluk haplarının benzerlerini yutturmaya, sefahat gösterileri, “duyusal filmler” pompalamaya vazifeli olanlar da var.
Bir yanımız Orwell’a, bir yanımız Huxley’e bakar halde yaşıyoruz vesselam!..
Yani, açlık, işsizlik, hapis, dayak, taciz, salgın, ölüm mü?.. Boş geç, gitsin!
Üç mum yak, Survivor’ın seyrine bak!