ENSTİTÜ, VEYA BÜYÜK TASARIM

Enstitü kelimesini duyduğumuzda ilk aklımıza gelen çoğunlukla eğitim yaşamına dair bir  oluşum. Toplumsal hafızamızda ve gündemimizde sıkça 1954 yılında kapatılan Köy Enstitüleri ile özdeşleştiriyoruz. Oysa enstitü kavramı bundan çok daha fazlası.

Mevcut siyasi hükümranlık içerisinde gündemimizi sürekli meşgul eden bir kavram var: Vakıf. Vakıflar üzerinden ilgisiz kişilere ödenen paralar. Vakıfların açtığı yurtlar. Bu yurtlarda istismara uğrayan erkek veya kız çocuklar. Vakıflar tarafından düzenlenen etkinlikler, ve daha neler neler! AKP hükümetinin en güçlü enstitülerinden biri olarak vakıflarla karşı karşıyayız. Bu konuya kavramsal olarak yaklaşmak ve enstitünün tam olarak ne olduğunu, ne anlama geldiğini aramak istiyorum bu kez. “Her hangi bir sistemin tanımını yapabilmek için onun enstitülerine bakmalıyız” diyor John E. Elliot, Marx hakında pazdığı bir makalesinde. ( Social and Institutional Dimensions of Marx’s Capitalism, 1979)

Enstitü kelimesini duyduğumuzda ilk aklımıza gelen eğitim yaşamına dair bir oluşum. TDK da tüm sığlığı ile sadece eğitime ve uzmanlaşmış bir pratiğe gönderme yapıyor kelimeyi açıklarken. Ne büyük talihsizlik! Enstitü kelimesini toplumsal hafızamızda ve gündemimizde sıkça 1937 yılından itibaren 21 bölgede kurulan Köy Enstitüleri ile özdeşleştiriyoruz. Ya da aklımıza ilk gelenler üniversitelerde kurulan enstitüler, tanım böyle olunca ! Oysa enstitü kavramı bundan çok daha fazlası.

Amacım Köy Enstitüleri’ne dair bir yazı yazmak değil; bu konu, meraklı okumalarımdan ibaret ve uzmanlık alanım da değil. Okuduklarım, bu enstitülerin idealize edildikleri ölçüde, ilginç bağlantılarını, perde arkasını da irdeliyor. Yaşamadığım yılları sadece yazılı kaynaklardan okumaya ve anlamaya çalıştığım için, ülkemizin tarihi yazımının azlığıyla müstesna ortamında, aktarılan bilgilerin taraflılığı hakkındaki paranoyalarımla baş başa bir biçimde, hala anlamaya ve değerlendirmeye çalıştığım bir yapı bu enstitüler. Amaçları ve tarafları ne olursa olsun bu kavramın tam da içini dolduran kuruluşlar oldukları açık. Köy enstitüleri de bir tür toplumsal tasarım aracıydı. Elbet siyasiydi, ideolojikti.  Her tasarım ürününde olduğu gibi başarılı ve başarısız yanları vardı. İrdelemeyi tarih meraklılarına bırakıyorum.

Batı dillerinden dilimize olduğu gibi geçen (İngilizce: İnstitution) enstitü kelimesinin Latince kökleri institus, -in ve -sta kelimelerinin birleşimi ile oluşmuş. Sta, ayakta durmak anlamında. İn (İndo-Avrupa dilerinde -en) ise batı dillerindeki pek çok kelimenin bir parçası; anlamı: yakınında, içinde, birlikte, bütün parçaları ile, iç içe, çok yakın, çok tanıdık gibi çeşitlenebiliyor. Institute, erken 14.yy kayıtlarına göre görevlendirmek, atamak, yapılandırmak anlamında kullanılıyor. 15.yy da, kurgulamak, bir araya getirmek, belirli bir amaç doğrultusunda şekil vermek ve tasarlamak anlamında kayıtlara geçiyor.

Kelimenin etimolojisi, bu yazıma neden enstitü kavramını konu ettiğimi açıklıyor. Enstitü, insanlığın yarattığı sistemlerin en önemli tasarım ürünlerinden biri olarak yaşamlarımızda antik çağlardan bu yana varlığını sürdürüyor. Enstitü bir organizasyon tasarımıdır. Belirli bir amaç doğrultusunda tasarlanmış, bir araya getirilmiş, düzenlenmiş ve sunulmuş sistemler bütünüdür ve bu amaçları, bu tasarımı uygulayan bir yapısal oluşum olarak karşımıza çıkar.

SOSYAL YAŞAMIN TEMEL ENSTİTÜLERİ

Sosyoloji alanında temel  olarak beş enstitüden bahsedilir; bunlar aile, ekonomi, din, eğitim ve devlettir. Birey, topluluklar halinde yaşamaya başladıkça, sosyal ilişkileri önem kazanmış, birlikte yaşama kültürü oluşturmak için çeşitli düzenler, kurallar ortaya çıkmış, bu kararlar ve kurallar bütünü sistem dediğimiz büyük tasarımı oluşturmuştur. Kimi sosyolog bu beş ana yapı içerisinde enstitüyü ahlaki değerleri öne çıkararak, kimileri sadece fonksiyonel özelliklerine dayanarak tanımlıyor ve irdeliyor.

İçinde bulunduğumuz çağ, çoğumuza göre ve benim de benimsediğim biçimde, önceki öğretilerin, felsefenin ve yapıların yıkıldığı ve yerine yepyeni anlayışların hüküm sürmeye başladığı bir zaman dilimi. Bu çalkalanmanın içerisinde sağa sola savrulurken, bugüne dek bildiğimiz, kabullendiğimiz veya kabullenmediğimiz her kavramı sorguluyoruz. Sorgulamanın olduğu yerde değişim vardır. Kurulu düzenler, benimsenmiş yapılar değişiyor. Kimileri yok olurken, hiç bilinmeyen pek çok kavram, düzen, alışkanlık yaşamlarımıza sızıyor ve egemenliğini kuruyor.

İnsanlığın enstitüleri yıkılıyor. Yenileri kuruluyor. Serin kanlı olmak lazım.

Büyük sistem tasarımının, tanımlanan beş enstitüsüne bakalım. Toplumun en küçük birimi olarak tanımlanan aileye bakalım. Aile kavramı ve tanımı bile içinde bulunduğumuz yeni çağla örtüşmüyor. “Toplum içindeki en küçük birlik” şeklindeki kanımca oldukça sakıncalı tanımlama karşılıksız.  Bu en küçük birlik, kan bağına veya evlilik müessesesine bağlı olarak tanımlansa da, insanlığın deneyimi ve bu yapısal tasarım sebebi ile yaşadığı dramlar tarihten bu yana hafızalarımızı dolduruyor. O kan bağları ki, kan davaları, ensest ilişkiler, aile içi şiddet ve dehşet vakaları ile çoğunlukla bireyleri birbirine bağlayamıyor.

TOPLUMUN EN KÜÇÜK BİRİMİ AİLE DEĞİL; BİREYDİR.

Bireyler, görüyoruz ki kan bağı ile bir araya gelmiş gibi görünseler de bu zorunluluk onları bir arada huzuru ve mutlu bir biçimde yaşatmaya yetmiyor. Bireyler bir araya aile ile değil, sevgi ile gelirler.

Evlilik birbirini seven bireylerin, toplumsal normlarda kabul görmeleri, nesillerini devam ettirmeleri gibi konular için yaratılmış bir sistem tasarımı. Evlilik kurumu, sosyal yapı içerisinde günümüzde dahi hemen hemen her kültürde aile olmak yönünde arzu edilen, idealize edilen bir enstitü gibi görünse de istatistikler bu tasarımın fena halde çuvalladığını gösteriyor. Hatta bu kurumsal yapının kendisi bireylere zarar veriyor, sevgiyi ve saygıyı ortadan kaldırabiliyor. Güç dengeleri bu kurum içerisinde farklılaşabiliyor. Çağımızda birbirini seven ve bir araya gelmek isteyen aynı cinsten bireyler hala pek çok ülkede aile kuramıyor.  Dünya üzerinde 21 ülke aynı cinsten bireylerin evliliğini kanunlarla onarken, 7 ülke bu kararı mahkeme kararına bırakıyor ve 2 ülkede de yine mahkeme kararları ile zoraki bir biçimde bu evliliklerin onandığı vakalara rastlanmış durumda.

Hadi itiraf edelim, biliyoruz ki aile enstitüsü sağlam bir pabuç değil; ve yeniden tasarlanması, tanımlanması gerekli. Yine de belki bu zorlu geçiş zamanlarında en güvenilir sığınağımız konumunda.

Çağımızda en büyük çelişkilere gebe olan enstitüler devlet ve ekonomi. Önceki yüzyıla ait olan kapital ekonomi sarsıldıkça, devlet agresifleşti. Birbirinden asla bağımsız olmamış ve olmayacak olan bu iki enstitü, dayanışma içerisinde ayakta durmaya çalışıyor. Toplumlar bu iki tasarımı sorguladıkça, bu enstitüler de güçsüzleşiyorlar. Geçmişin devlet ve ekonomi tasarımı günümüzde işlemiyor.

ESKİMİŞ BİR ENSTİTÜ: DEVLET

Toplumların bir devlet enstitüsü altında bulunmalarının, hani o moda söylemi ile “Tek millet, tek bayrak, tek vatan” vaazlarının gerçek olabilmesinin koşulları artık epey zorlu. Altyapısı sağlam olmayan bir şeyin geleceği nasıl olabilir? Temeli sağlam kurmazsanız bırakın binayı, kumdan kale bile yapamazsınız. İşte devlet enstitüsü tam da burada tökezliyor.

Toplumlar, artık tarihleri ile yüzleşiyor. Avrupa, tüm varoluşunun temelini oluşturan kolonicilik ile hesaplaşıyor. Köle ticaretine izin veren yöneticilerinin heykellerini kentlerinden kaldırıyor. Yeni neslin etnik ayrımcılık başta olmak üzere hiçbir türden ayrımcılığa, saygısızlığa, hak ihlallerine toleransı yok. Yeni çağ geçmişi ile ciddi ciddi  uğraşıyor ve bu geçmişi sürdürmeye devam edenlere karşı da oldukça tavizsiz. Tavır almak konusunda da epey cesur. Bu jenerasyonun gücü, bilginin 5G hızında ulaşılabilir ve paylaşılabilir olmasından geliyor. Günümüz yaşamı, bireyselliği ön plana çıkarırken, bireylerin dünya üzerindeki olaylardan anında haberdar olmasına ve bunlar üzerinde farkıl görüşleri de edinebilmesine imkan veriyor. Dünya son on yılda, sosyal medya aracılığı ile ortaya çıkan kitlesel hareketlerle, sosyal medya üzerinden alevlenen güçlü bir muhalefetle sarsılıyor. Siyasi erk kimi yerde olabildiğince şeffaflaşarak, kimi yerde kendi ile hesaplaşarak, kimi yerde ise yasaklarla daha da agresifleşerek bu değişimi  kontrol altında tutmaya ve yönetmeye çalışıyor.

Özgürlük, geçmiş hatalarla yüzleşebilmek, farklılıklara saygı göstermek, dünyaya ve çevreye duyarlı olmak, hayatta kalmak isteyen devlet tasarımının olmazsa olmazları.

Ridy Van Bilkom isimli tasarımcının birkaç yıl önce ortaya koyduğu gibi, seçim sistemlerinin bile artık geçerliliği kalmamış durumda. Bunu bizler de her seçimde deneyimliyoruz. Toplumun devlet enstitüsünden beklentisi, eğitim, sağlık, güvenlik, iyi ve refah yaşam gibi temel ihtiyaçlardır. Devletlerin bunları ne derecede sağlayabildiği bugünlerde fena halde kuşkulu. Toplumlar devlet enstitüsüne artık güvenmiyor. Onun aksiyonlarını eleştiriyor ve tepki gösteriyor.

EKONOMİ ENSTİTÜSÜ ÇÖKÜYOR

Ekonomi enstitüsünün paydaşı devlet ve şirketler de bu eleştirilerden ve tepkilerden nasibini alıyor. Büyük şirketler sürdürülebilirlik, atık yönetimi, döngüsel ekonomi gibi kavramları dillerine doladıkça, büyük resmin hazinliği karşısında hüzne kapılıyorum. Ekonomi enstitüsü çöküyor. Birey kendi kendine yetebileceği, ideal yaşam arzusuna bir kez kapıldı mı? Evet! Eski kurallar, eski karlılıklar artık olamayacak. Geçmiş yılların para üzerinde yükselen o sarsılmaz yapıları çatlaklar içerisinde, bu moda  kavramları kendine yara bandı yapmaya çalışıyor.

Metaversi, dijital parayı, kurgusal gerçekliği, sanal deneyimleri tattığımız bu yeni dönemde piksel piksel çözülüyor eski çağın ekonomisi de.

Devlet enstitüsü için de, ekonomi enstitüsü için de sistem güncellemesi gerekli.

Sosyologlar temel enstitülere ne zaman ihtiyaç duyduğumuzu şöyle tanımlamışlar: akrabalık ilişkilerini belirlemek için, gücün meşru kullanımını sağlamak için, mal ve hizmetlerin dağıtımını düzenlemek için, bilgiyi bir nesilden diğerine aktarmak için, doğa üstü olanla ilişkilerimizi düzenlemek için.

Bugüne dek hangi kültürde ve devlet yapısında olursa olsun, devletin din ve ekonomi ile olan ilişkileri, onun en güçlü enstitü olarak yaşamlarımızda var olmasını sağlamış. Din enstitüsü, eski gücüne sahip olmasa da, insanların varoluşlarına olan merakı ve bu bilinmezlik karşısındaki manevi dünyaları doğrultusunda sürekli olarak varolacak bir yapı. Harari, teknolojiyi yeni din olarak tanımlıyor. Diğer uçta Luddistler çoğalıyor.

Çelişkiler büyük, tarih masum değil, yaşananlar ilgi çekici. Bu en büyük enstitü olan devletin mi ekonomiyi düzene soktuğu, yoksa ekonominin mi devlet yapısını şirketleştirdiği en güncel tartışma konusu. Vakıflara bakmak, en yakınımızdan bir vaka analizi olabilir.

Yine en büyük enstitü olan devletin, sağlık eğitim ve güvenlik gibi unsurlarda ne kadar toplum tarafında, toplum yararına olduğu da son iki yılda en çok tartışılan konular arasında. Sahiden de devletin artık toplum yararına var olan bir enstitü olduğuna inanan kaldı mı? Benim inancım gün geçtikçe sarsılıyor.

Bu beş temel enstitü, beraberinde, yüzlerce alt enstitü ile yaşamlarımızı şekillendiriyor. Vakıflar, üniversiteler ve diğer eğitim kurumları, şirketler, sivil toplum kuruluşları, birlikler, siyasi partiler. cemaatler, tarikatler…. Hepsine birden uzay mesafesinden baktığınızda, futbol kulübü ile kanarya sevenler derneğinin, siyasi parti ile cemaatin, kahve dükkanı zinciri ile mesleki örgütlerin birbirinden bir farkı yok. Bu yapıların tümü aidiyet duygusu ile bir araya gelinen yapılar. Temel amaçları insanların yaşamlarını tasarlamak ve daha ötesinde, bir tür toplum mühendiği, yani zihin mimarlığı yapmak üzere tasarlanmış enstitüler tümü.

Küçücük noktalarımızda sistem eleştirisi yaparken, biraz başımızı pencereden dışarı çıkarıp, eleştirdiğimiz sistemin birbiri ile olan ilişkilerine, amaçlarına, veya benzerliklerine, neyin ne kadar gerekli/gereksiz olduğuna bakalım derim; böyle olmayınca tüm laflar geçersiz, anlamsız ve dayanaksız oluyor çünkü. Büyük tasarımı anlamadan kullanmak mümkün değil.

George Orwell denemelerinde asıl önemli soruyu soruyor:

“Sistemi değiştirene kadar insan doğasını nasıl iyileştirebilirsin? Başka bir soru,  insan doğasını iyileştirmeden önce sistemi değiştirmenin ne anlamı var? Sistemler farklı bireylere hitap ederler ve muhtemelen zaman noktasında değişme eğilimi gösterirler. Ahlakçı ve Devrimci, sürekli olarak birbirlerinin altını oyuyorlar. Marx, ahlaki değerler altında yüz ton dinamit patlattı ve bizler hâlâ o muazzam çöküşün yankısını yaşıyoruz. Ama şimdiden, şu ya da bu şekilde, istihkamcılar çalışıyor ve Marx'ı aya uçurmak için yerine taze dinamit yerleştiriliyor."

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi