DOLÇE VİTA MI YOKSA SİMULASYON MU !  DERT ETME SEVGİLİM 

“Dert Etme Sevgilim”, Amerikan rüyasının yükselişte olduğu 1950’lerde görkemli bir şirketin kurak topraklarda oluşturduğu göz kamaştırıcı bir yaşam tarzının sunulduğu yapay bir şehirde geçiyor ve finaline doğru anakronik göndermelerle seyircinin de tıpkı ana karakter Alice gibi zihnini karıştıyor.

Çağımızın son büyük filozoflarından birisi olan Jean Boudrilliard ve onun 20’nci ve özellikle 21’inci yüzyılın yalanlarının kavranmasına önemli katkısı olan simülasyon kavramı ve kuramı, kültürel kodlarımızla ifade edersek “yalan dünya”, çağımızı anlamada önemli ve etkili bir kuram... Bu bağlamda daha önce Amerikalı oyuncu Jim Carrey’nin başrolünde oynadığı “The Truman Show” (1998), başarılı bir sinema sanatı örneği olarak öne çıkmıştı.

Baudrillard, günümüzde insanlığın adeta bir “elektronik yağmur ormanı”nda yaşarcasına maruz kaldığı medya sağanağında gerçekliğin anlamını kaybettiğini ileri sürmekteydi. Hayat, insanlar için artık bir parçası oldukları değil, sadece izleyicisi oldukları bir gösteriden ibaretti. İşte bu söylediklerini kavramsallaştırma yolunda zihnimize tutuşturmaktaydı simülasyon ve simülakr terimlerini Baudrillard. Simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi gösterme; diğer deyişle, gerçeklik adına bir “gösterge”. Simülakr da benzetim, temsil ya da herhangi bir şeyin “gibi”si… yani sanat “gibi”, düşünce “gibi”, din “gibi”, eğitim “gibi”, bilgi “gibi”, siyaset “gibi”, savaş “gibi” olarak karşınıza çıkan her şey “simülakr”dır. (1)

1950’LER VE AMERİKAN RÜYASI !

“Dert Etme Sevgilim”, Amerikan rüyasının yükselişte olduğu 1950’lerde görkemli bir şirketin kurak topraklarda oluşturduğu göz kamaştırıcı bir yaşam tarzının sunulduğu yapay bir şehirde geçiyor ve finaline doğru anakronik göndermelerle seyircinin de tıpkı ana karakter Alice gibi zihnini karıştıyor. Filmin öne çıkan karakterleri, şirketin ve sistemin yöneticisi Frank (Chris Pine) ve eşi Shelly (Gemma Shen) ile; Frank’in, yükselme hırsı içindeki genç çiftlere sunduğu yalan dünya ve çok önemli ve gizli bir araştırma sürecinin parçası olma fırsatını verdiği  Jack Chambers (Hary Styles) ve Alice Chambers (Florence Pugh)…

İngiliz karı koca Alice ve Jack ile, Alice’in en yakın arkadaşı olan Bunny (Olivia Wild) ve Margaret (Kiki Layne), filmin öne çıkan karakterlerini oluşturuyor. Jack, diğerleri gibi her sabah evden ayrılıp arabasıyla “işe” gider ve akşamüzeri yorgun bir şekilde eve döner. Alice ise gündelik ev işleriyle zamanını geçirir. Yaşadıkları yapay şehrin kurallarına göre, şehrin sınırları dışına çıkmak güvenlik açısından büyük riskler taşımakta ve yasaktır. Arkadaşı Margaret’in kafasının karışıklığı ve değişimi, Alice’in kafasında da bazı soruların belirmesine neden olur ve Alice, rutinin dışına çıkar…

AYNI ZAMANDA AKTİVİST OLAN YÖNETMEN

Yönetmen, aktris ve aynı zamanda bir aktivist olan Olivia Wild, modern zamanların bir Rönesans kadını olarak tanımlanıyor. Rönesansın, Reform ile birlikte ortaçağın karanlığından çıkmada önemli etkisi olmuştu. Peki post modernizmin orta çağından çıkmak için insanlık yeni bir Rönesans yaratabilecek mi? Wild aynı zamanda bir aktivist olarak anlattığı öykünün satır aralarına felsefi düşünme pratikleri de yerleştiriyor. Sosyolog Süreyya Su’ya göre: Düşünce imajının ve güçlerinin toplamı olan felsefe (...) olup bitene uygun düşünme biçimleri, düşüncenin, ‘düşünmenin ne demek olduğunun’ yeni bir kavrayışını yaratmalıdır. Başka yerlerde, başka düzlemlerde gerçekleştirilen ya da hazırlanan devrimleri kendi adına yapmak zorundadır. Felsefe ‘eleştiri’den ayrılamaz.(2)

Olivia Wild, filmi aracılığıyla 1950’lerin Amerikan rüyasının sembollerine sıklıkla göndermeler yapıyor. Bu göndermeler özellikle Alice’in yaşadığı travmalar esnasında halüsinasyonlar olarak öne çıkıp, geçmişin dünyasına özlemi yansıtırcasına dönemin siyah beyaz müzikal filmlerinin  simetrik bir görsellik içeren dans görüntülerini anımsatıyor.

Bu sembol bombardımanı altındaki filmde, Wild’ın aktivistliğinden destek alan “felsefi göndermeler”, anlaşılan yönetmenin de kafa karışıklığından besleniyor. Diğer yandan her şeyi pırıl pırıl gördüğünü zanneden bir kafaya göre hafif puslu bir kafa düşünme ve yaratma eylemleri açısından her zaman tercih edilir bir durum olmalı.

Simülasyon kuramıyla film arasında bağ kurmamıza, film afişinde yer alan bir slogan “Hak Ettiğin Hayatı Yaşamaya Hazır mısın?” da aracılık edip seyircinin zihnine de bu soruyu çengelliyor; filmin ismi olan “Dert Etme Sevgilim”, yönetmenin aktivist zekası bağlamında seyirciyi “yaşamasan da seyrediyorsun” ve bu bağlamda yaşayamadıklarının nedenlerini, “miş gibi yapmadan” düşünmelisin sorusunu sormasına da sevk ediyor mu?

Bir dönem filmi havasında başlayan “Dert Etme Sevgilim”, özellikle sanat yönetmenliği açısından öne çıkarken bu başarıda görüntü yönetmenliğinin payının da görmezden gelinemeyeceği bir yapım olarak göz dolduruyor. Oyunculuk açısından özellikle filmin ana karakteri olan ve Alice’i canlandıran Florance Pugh’un performansının başarısını da vurgulamadan geçmeyelim.

KAYNAKLAR:

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bülent Vardar Arşivi