Özlem Yalım
DİKKAT! SARKAZM İÇERİR
Bütün bir yıl dijitale dönüşen hayatı, metavers’i, sanal gerçekliği, çipleri, üç boyutlu yazıcılarla yapılan evleri, güldür güldür gelen 5G teknolojisini yazdık, konuştuk durduk. Daha da yazacağız bunların tümü ve daha fazlası üzerinde. Asıl soru şu: Yaşamlarımız bu kadar akıllanırken biz de aynı oranda akıllanıyor muyuz?
Kentlerimiz, arabamız, evlerimiz, saatimiz, çamaşır makinemiz akıllı. Algoritmalar hepsinden akıllı. Algoritmaları kullananlar en akıllı.
İnsanların tümü sahip olduğu aklı kullanamadıktan sonra ne işe yarar diye düşünmeden edemiyorum. Sonra aklıma tarihte de çağ atlatan bu tür gelişmelerin, örneğin otomobilin veya cep telefonunun ilk günlerinden sonraki süreçleri, kitlesel olarak yaygınlaşması geliyor. Teknolojinin herkese ulaşır hali gelmesi, teknolojik cihazların yaşamlarımıza böylesine sızması, onları kullananları eskisine göre daha akıllı hale getiriyor gibi görünüyor. Daha çok şeyi daha az zamanda, belki de eskisine göre daha iyi yapabiliyor gibi hissediyoruz.
Size kendi yaşamımdan örnekler vereyim. Aman dikkat biraz abartı ve sarkazm içerebilir!
Öncelikle, kış aylarında olduğumuzdan üstüne sarımtırak bir is bulutu inmiş, kar soğuklarına rağmen gökleri delen binalarından dolayı bir türlü kar yağamayan, her gün trafikte en iyi ihtimalle üç buçuk saatimi geçirdiğim, kentli hayatımı sonuna dek yaşadığım güzel İstanbul’dan hepinizi selamlıyorum.
Dünyaları kurtardığımız yoğun iş yaşamımızın yanında benim de hobilerim zevklerim var tabii, yok değil. Mesela müzik, yaşamımın ayrılmaz bir parçası. “Abonesi” olduğum birkaç müzik kanalında milyonlarca müzik eserine ve müzisyene, TV kanallarında binlerce filme veya belgesele, Storytel uygulamasında istediğim kitaplara sınırsız erişimim var. Geçen hafta sadece iki müzik albümün baştan sona dinleyebildim, film izlemek için de hafta sonunu bekledim ama olsun!
Abone olduğum gazetemiz Gazete Pencere her sabah alarm gibi saat tam 07:00 de mailimde ve cep telefonumda beni bekliyor. Ama aslında ben artık pek gazete de okumuyorum; dünyanın tüm gazetelerinden sadece “ilgimi çeken” konularda yazan köşe yazarlarının yazılarını bir uygulama sayesinde hızlıca gözden geçiriyorum. Yeni nesil haberci Aposto! yine benim istediğim konulara göre derlediği o nefis kurgudaki bültenlerini bir hap gibi önüme seriyor; bazılarını günlük, bazılarını haftalık olarak alıyorum bu postaların. Yorulmadan, gerilmeden, kaç dakika süreceğini bile baştan bilerek ve hatta yanında bir de Spotify’dan önerilen çalma listesi eşliğinde gündemi kolayca takip edebiliyorum.
Kültür yaşantım da öyle. İstediğim dergiye, sergiye, konsere, fuara bir “tık” ile erişebiliyorum. Katılmadığım davetlere, sosyal medyadan takip ettiğim arkadaşlarım mutlaka katılmış oldukları için, oturduğum yerden onları da takip edebiliyorum: “Hımm” diyorum “Bak filanca da gitmiş, Ayşe de pek şıkmış” diyorum. “Aa kalabalıkmış iyi ki gitmemişim” de diyorum. “Off ama sofra ve yemekler nefis görünüyor, tüh kaçırdım!” diyorum bazen de. Diyorum da diyorum. Diyoruz da diyoruz.
Örnekler çoğalır. Bunların hepsi yaşamlarımızın lüksü değil, olmazsa olmazları gibi görünüyor artık. Elimizde akıllı telefonumuz, bileğimizde akıllı saatimiz, evlerimizde akıllı cihazlarımız olduktan sonra, dünya elimizin altında, öyle değil mi?
Evet banka şubesine veya alışverişe gitmek zorunda kalmadığım için, veya uzaklarda olan özlediklerimle hiç değilse ekrandan görüşebildiğim için çok şanslı hissediyorum kendimi. Ancak tüm bu yaşam biçimi içerisinde daha akıllı değilim. Aksine gün geçtikçe bazı özelliklerimi kaybettiğimi düşünüyorum.
Mesela hafızamın eskisi gibi olmadığının farkındayım. Kısa mesafeli hafıza atışlarım, nasılsa ilgili şeyi bir yerlerden bulabileceğimi bildiğim için artık başarısız. İsimleri, telefon numaralarını bile daha zor hatırlıyorum. Hıza öyle alışkınım ki, yeterince hızlı olmayan, ortalama bir hızda olan her şeye karşı tahammülüm gittikçe azalıyor eskiye göre; belli ki daha sabırsızım.
El yazımı unutalı çok oldu; artık el ile yazdığım kelimeleri kendim bile okuyamaz hale geldim. Hatta itiraf ediyorum: Bu paragrafı yazarken ses komutu kullandım ve bu pratiği geliştirmeyi daha çok istiyorum; özetle artık klavyeden bile yoruluyorum! Eğer yeterince, yani makinenin algılayacağı kadar yavaş, tane tane ve net söylersem nerede ise kusursuz yazıyor. Bunu bana sağ elimin baş parmağındaki ciddi yaralanma sırasında kızım öğretmişti. O dönemde telefon mesajları için sıkça kullanmıştım; geçenlerde yazı yazmaktan sağ elim tamamen uyuşup ağrıyınca bu yöntemi denedim. Belki artık bu yazılarımı sadece konuşarak yazarım kim bilir? Eminim zaten bunu yapan çok fazla insan vardır, benim eksiğim ne?
Nasılsa Siri uzun zamandır en büyük yardımcım. “Hey Siri!” diyorum hemen “Hı Hı?” diyor ve ben ona ne sorarsam cevaplıyor. Hava durumunu soruyorum ilk uyanınca, camı açmama, terasa çıkmama gerek yok, Siri söylüyor: “Bugün yağmurlu Özlem, şemsiyeni almayı unutma” diyor bana. Siri‘nin şefkatle beni düşünmesi hoşuma gidiyor. Sonra yol durumunu soruyorum. “Köprüde yoğun trafik var, gideceğin yere ulaşman en az 45 dakika olacak” diyor. Sonra ben yoldayken Google Maps, rotamı konumuma göre yeniden hesaplıyor ve bu 45 dakikaya en az bir 30 dakika daha ekliyor! Olsun o kadar akıllı bir dünya ki, varış noktama tam olarak kaçta varabileceğimi biliyor olmanın rahatlığı içinde, başlıyorum istediğim uygulamalarla oyalanmaya; “Hey Siri! Bana e postalarımı açsana!”
Klavye kullanmak yerine konuşmak büyük rahatlık anlayacağınız. Elimdeki uyuşmalar mı? yok canım önemli değil, değildir sanıyorum… Boynum da hep tutuk zaten ve sağ kolum da her akşam ağrılar içinde. Bunlar hayatımızın getirdiği “normal” şeyler. Hareketsizlikten aldığımız kilolar gibi. Eh tabii bilgisayar başında bir iş yaşamım var. Kalan zamanlarda da cep telefonu tutmaktan olsa gerek, olacak o kadar canım!
Ne mutlu ki çok faydalı uygulamalar var. Ruh sağlığı her şeyden önemli. Her gün birkaç özlü söz okuyorum. Bana hep “Sen önemlisin, sen iyisin, kendini düşün” gibi şeyler söylüyorlar Instagram’dan. Haklılar tabii. İyi geliyor doğrusu. Bu koşturmada, herkes kendi bireysel hayatının peşinde iken bu dost tavsiyelerini “We the Urban” olmasa kimden alırım bilmiyorum. İnanır mısınız, kendi kendime söyleyemediğim şeyleri pet diye koyuyor önüme, esaslı bir hesap, en yakın arkadaşımdan daha iyi tanıyor olabilir beni! Severek takip ediyorum; kendimin ne kadar önemli olduğumu bana hatırlatmasını, etrafımdakilerden önce kendimi sevmem gerektiğini filan hep ondan hatırlayabiliyorum.
Teknoloji sağlığımı da düşünüyor öyle demeyin. Kaç adım attığımı, kalp atışlarımı, ne yemem gerektiğini, yiyeceklerimi nasıl pişirirsem daha sağlıklı olabileceğimi, hangi derde hangi bitkinin iyi geldiğini, yoga hareketlerimi, belirtileri girdiğim zaman bana olmamın olası olduğu hastalıkları ve daha pek çok şeyi gösteren, pıt pıt ekranıma uyarılar çıkaran uygulamalarım var.
Bir tanesi saatte bir “su iç” diyor bana. Bir diğerini de arkadaşım gönderdi: Asyalı rahiplerin bir uygulaması. Her gün öğle saatinde esaslı bir gong sesi yükseliyor telefonumdan. Böylece biraz olsun ara vermeyi hatırlıyorum; aslında yapabilirsem bu ses ile oturduğum yerde birkaç boyun ve kol egzersizi yapıp, derin derin nefes almayı ihmal etmiyorum. İçime çekerken dörde kadar saymalı ve nefesimi yavaş yavaş geri verirken de mutlaka sekize kadar saymalıyım! Vallahi bugüne dek nefes almayı bilmiyor muşuz, haklılar da! Hatta uzmanlar söylüyor, insanların çoğu nefes almayı bilmiyor unutuyorlar bu akıllı dünyada. İşte ben de akıllı telefonumdaki o Asyalı rahip gongu çalınca, bir an durup nefes almayı hatırlıyorum.
Dışarıda yürümek mı? Yok canım almayayım. Havalar artık çok soğuk ve yağmur da var. Zaten öğle arasında yürüyerek gidebileceğim parklar artık şehirde yok gibi. Sahile inmek için trafik denen canavarın ağına düşerim. Almayayım ben teşekkürler! Ofiste kalayım, cevaplamam gereken e-postalar, yazmam gereken raporlar var, bu tempoyu aman bozmayayım. Nasılsa gece Zoom üzerinden bağlanır, Fulya ile denk getirebilirsem yoga yaparım. Ama belki üşenirim ona da, yapamam, bilmiyorum. İyi ki teknoloji var da Fulya Urla‘dan bana “Yere uzan, sağa dön, yukarı bak, aşağı bakan köpekçik, yukarı bakan kedicik” diyor ve ben hareketlerimi yaptıkça, ekrandan o tatlı sesi ile o, benim yerime sayıyor: “Biir… ikiiii… üüüüç… dööört… sonnnn! Dürüst olayım, yogayı bile sor buluyorum aslında; asıl sevdiğim Fulya’yı görmek.
Ne teknolojiğiz. Ve ben ne akıllıyım; sağlığımı ve kendimi elimden geldiğince düşünüyorum işte, ama öyle demeyin! Birbirine bağlandıkça akıllanan eşyaları, hem çorba hem pilav yapabilen ev robotlarını, birbirine bağlı sosyal medya kanallarını, daha akıllı bilgisayarları, telefonları coşkuyla karşılıyorum. Çıkacak en son uygulamaları, uçan arabaları, uçan kuryeleri, benim adıma hemen her şeye karar veren yazılımları, algoritmaların beni baştan yaratmalarını heyecanla bekliyorum açıkçası sizi bilmem. Yerimden kımıldamadan kafama taktığım gözlüklerle metaverse’te yaşayabileceğimiz o günleri iple çekiyorum. Geleceğin akıllı sanal kentlerinde yaşayan akıllı bir birey olmak da bunları gerektirir. Duruyorsanız sakın durmayın kuzum, hadi hodrey meydan !