Seyit Tosun
ÇÜRÜMENİN İÇİNDE İNSAN KALMAK
Nobranlık ve vasatlık ortaklığında kültürel hegemonyalarını kurmak isteyenlerin tüm toplumu da kendilerine benzetmeye çabalamalarına şahit oluyoruz. Bu sayede de her şey; duygu, değer, bedenlerimiz, ideallerimiz, sevgilerimiz, insanlığın olağan evrimi ve seyri bir güzel piyasaya sunuluyor. Kendisinin ayakta kalması için diğerlerinin batması gereken bir kokuşmuşlukta kendimizi nereye kadar koruyabileceğiz? İyilik; elinde fırsatı yokken masum davranıp hayatta kalmaya uğraş vermek mi, yoksa önüne tercihler geldiğinde senin zararına olsa bile doğruyu seçmek mi?..
"Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Sen, büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! ben, Yaşar usta! sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok!”
Bu sözler, 12 Eylül öncesi toplumsal dayanışma ve örgütlülüğün sanat ve sinema dünyasına da yansımasıyla ortaya çıkan Türk Sinemasının unutulmazlarından olan Bizim Aile (1975, Yön. Ergin Orbey) filminin en meşhur sahnesinde geçiyor. Yaşar Usta (Münir Özkul) o esnada çok zengin ve kudretli patron Saim Bey’e (Saim Alpago) yumruğunu sıkarak “Sen mi büyüksün… Ben büyüğüm ben, Yaşar Usta… Sen benim yanımda hiçsin!” der.
Çünkü Yaşar usta işçidir. Emeği ve alın teri ile yaşar. Kimseye minnet eylemez. Diğer işçiler de onun gibi dayanışmaya açıktır. Yardımseverdir. Hakkı olmayanı almayı düşünmez. Ama hakkı yendiğinde de ezilmeyi kabul etmez.
Yaşar Usta’dan geldiğimiz milenyum Türk dizi ve filmlerine bakın. Kızını, zengin aileye vermek için takla atan yoksul bir anne baba, yoksul bir mahalle, şirinlikler, komiklikler. O zengin çocuğun her hakareti, şımarıklığı nazar boncuğudur. Mecburen hoş görülür. Çünkü o yoksul aile kızlarını onunla evlendirme sayesinde sınıf atlayacaktır. Zengin eleman istediği her şeyi söyleme, yapma hakkına sahipken fakir kız ve ailesi de bütün bunları göğüslemek zorundadır (Tabi şakalar komiklikler içerisinde!). Çünkü bu sistemde çoğunluk, sınıf atlamak ya da ayakta kalmak için egemen azınlığın her saygısızlığına katlanmak zorundadır.
Post-modern kapitalizm döneminde görünürdeki adaletin de ortadan kalkmasıyla birlikte şekillenen insanımıza bulunan ve biçilen dizi ve filmler bu şekilde dönüştü. Kapitalizm, insanlara “ayakta kalmak için her şeyi yapmak zorundasın” demekte.
NOBRANLIĞIN VE VASATIN KÜLTÜREL İKTİDARI
Niccolo Machiavelli’yi dirilten bu dönemde herkese tıpkı Machiavelli’nin sözünde olduğu gibi “insanlar, kişisel menfaatleri devreye girdiği zaman hainleşir” sözü öğretiliyor. Örneğin:
Tecavüze uğrayan bir kıza “O saatte orada ne işi varmış” diyen dinbaz;
İstanbul’u görmeye gelen turisti dolandıran taksici;
İnşaatta ucuz mal kullanan müteahhit;
Komisyon almak için ihaleyi daha pahalıya veren kamu görevlisi;
Bıçak parası almak için hastasını muayenehanesine davet eden doktor;
Kendisini Kıbrıs’a tatile gönderdiği için belediye başkanını ilk sayfadan çıkartan gazeteci;
Eğitimi yeterli olmadığı halde yeterli olanın konumunu çalan liyakatsiz;
Kadın dövmekle nam salmış ama televizyondaki şovunda goygoy yapan türkücü;
Vergi kaçıran ithalatçı;
Kendinden olmayanlara küfür etmeyi mesai yapmış trol;
İntihal yapan akademisyen;
Zeytinyağı diye pamuk yağı satan üretici;
İşe hiç gelmeyen ama maaş alan işçi;
Çocuğuna güvenilir olmasını değil açıkgöz olmasını tavsiye eden ebeveyn…
Bu liste uzar gider. Gider de kim peki bu insanlar? Arkadaşımız, akrabamız, kardeşimiz, komşumuz olabilirler mi?..
Nobranlık ve vasatlık ortaklığında kültürel hegemonyalarını kurmak isteyenlerin tüm toplumu da kendilerine benzetmeye çabalamalarına şahit oluyoruz. Bu sayede de her şey; duygu, değer, bedenlerimiz, ideallerimiz, sevgilerimiz, insanlığın olağan evrimi ve seyri bir güzel piyasaya sunuluyor.
Bu sistemin ilk büyük sihri kimsenin yaptığı kötülüğü, “kötülük” olarak görmemesini sağlamasıdır. İkinci büyük hokkabazlığı da yoksulluğun nedeninin sömürü düzeni değil de başka yoksullar olduğunu öğretmesidir.
Kötülük meşrulaşınca sıradanlaşır ve organize hale gelir. Herkes aynı suçu işlerse kimse kimseyi suçlayamaz çünkü…
ÇÜRÜMENİN AŞAMALARI
Bu sisteme adapte olanlara evler, yazlıklar, arabalar vaat ediliyor. Eve ve arabaya sahip olunmasının da yolunun mutlaka yoksulluğun meşrulaştırılmasından geçmesi şartıyla.
İktidarların insanları çürüttüğü söylenir. Kısmen doğru olsa da aslında yaygın bir çürüme başlayınca bu, içerisinden kendisine benzeyen iktidarlar çıkartır. Çıkartır ki o meşruiyete yasal kılıflar sağlansın ve düzen bozulmasın…
Herkesi kendine yabancılaştıran bu sistemin bir parçası olduğumuz anda artık sistemin kendisi gibi davranmaya başlıyoruz.
Kendisinin ayakta kalması için diğerlerinin batması gereken bir kokuşmuşlukta kendimizi nereye kadar koruyabileceğiz? İyilik; elinde fırsatı yokken masum davranıp hayatta kalmaya uğraş vermek mi, yoksa önüne tercihler geldiğinde senin zararına olsa bile doğruyu seçmek mi?..
Kimse; önünde fırsatı varken kendi zararına olsa dahi doğruyu tercih etme sınavını geçene kadar iyi olmaz. İyilik de buradaki sanal bir yalan. Herkesin içerisine bir kötülük potansiyeli yüklemeye çalışan bu sistemde onurlu kaybedenler mi iyi, yoksa alkışlanan sahtekârlar mı?
Her insanın her an bir canlı yayın malzemesi olma potansiyeli taşıdığı günümüzde insanlığa yapılan suikastta kullanılan bir kurşun gibi medyada yer alan konuşulanlar ve konuşanlar… ‘Vatan’ adına vatandaşın hakkını yemeyi onurlu bir davranış gösteren 100 bin liralık yorumcunun; ‘Bayrak’ adı altında bayrağı altında yaşayan insanın sömürülmesini meşrulaştıran 1 milyonluk yapımcının; ve ‘millet’ adı altında milleti kandırmanın yollarını pazarlayan 10 milyonluk reklamcının ürettiği her şey bizi biraz daha çürütüyor. Üzerlerine sifon çekilmesi gereken bu kişilerin pazarlanmasının bir bedeli olacaktı elbette. Bu bedel de para ve metalaşan insanlar…
(ARA SPOT) Her insan, nasıl tercihlerinin toplamından oluşuyorsa, aynı şekilde bir toplum da tercihlerinin toplamına benzer, ona dönüşür ve sonuçlarını yaşar. Yaşar Usta’nın mı, yoksa Saim beyin mi kazanacağına bu defa senarist değil, izleyici olan bizler karar vereceğiz.
POŞETE KOYULAN BENLİKLERİMİZ
İki genci yan yana koyuyor. Aralarında paravan. En hızlı evlenen 500 bin verecekler. En çok kavga edeni reklamda oynatacaklar. Para ve evliliğin bir torbaya koyulduğu yerde aslında poşete koyulan benliklerimiz ve bedenlerimiz oluyor.
Bunun dilimizde evrilmiş örnekleri de mevcuttur. “Benim kızımı ne doktorlar mühendisler istedi” cümlesindeki meslekler, bu deyimin ortaya çıktığı dönemde zenginliği; yani bir sınıf atlamayı işaret ediyordu. Tabii bu meslekler için bugün bunu söylemek zor ama gelinen noktada “Benim kızımı ne topçular ne popçular ne yandaş iş adamları” istedi cümlesine karşılık geliyor diyebiliriz.
Bu sistem başkasının acısına ve mutluluğuna, bir çiçeğe bakmaya, bir hayvanı sevmeye, bir şiir okumaya, dans etmeye, şarkı söylemeye, el ele tutuşmaya ve gerçek aşka karşı. Bu değerler sadece reklam malzemesi olunacağı zaman kullanılır ve sonra bir kenara atılır.
YAŞAR USTA MI SAİM BEY Mİ KAZANACAK?
En büyük sistematik çarkın da neo-Liberal düzende kurumların dönüştürülmesi olduğunu göz önüne alırsak en arkada bırakılanın insan, kadın, erkek, sevgi, aşk, yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma olduğu görülebilir. S/ÖZ’ün özü, bizi insan yapan bu değerleri saf dışı bırakanların iletişimine/sistemlerine araç, yancı, mendil, maşa veya malzeme mi olacağız; yoksa insan olarak mı kalacağız, mesele budur.
Ahmet Hamdi Tanpınar bunu Mahur Beste’de şöyle anlatıyor:
“Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevî kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun; şiraze nedir bilirsin. Bizde insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz.”
Her insan, nasıl tercihlerinin toplamından oluşuyorsa, aynı şekilde bir toplum da tercihlerinin toplamına benzer, ona dönüşür ve sonuçlarını yaşar.
Yaşar Usta’nın mı, yoksa Saim Bey’in mi kazanacağına bu defa senarist değil, izleyici olan bizler karar vereceğiz.
Tercih edeceğiz, yaşayacağız ve göreceğiz…