Özlem Yalım
Cumhuriyet'in tasarımı
Atatürk’ü bir tasarımcı, Cumhuriyet’i de bir tasarım olarak düşündünüz mü? Cumhuriyetin 100. yılını kutladığımız bugün, bu şekilde düşünmek için belki de iyi bir zaman.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 1972-1981 yılları arasında oluşturduğu Federal Tasarım Geliştirme Programı, tasarım politikasının önemini şu maddelerle vurguluyordu: Tasarımın olumlu etkileri üzerine çok sayıda gösterge ve kanıt vardır. Tasarım bir gereksinimdir; kozmetik veya estetik bir katkı değildir. Tasarım para ve zaman tasarrufu sağlar. Tasarım iletişim sağlar; iletişimi arttırır. Tasarım kullanımı kolaylaştırır. Tasarım üretimi ve stoğu sadeleştirir; verimli kılar. Tasarım bir posta pulundan kompleks otoban sistemlerine veya son teknolojileri sunan makinelere dek yaşamın her alanında bariz bir ihtiyaçtır. Tasarlamamanın sonuçları madden ve manen ağır olabilir. Her tasarım projesinde tarafların öncelikli hedefi aynıdır: performans. Etkili bir kamusal hizmet sisteminin tasarımı bile kendi kendine kamusal hizmettir.
Devletin tüm birimlerinde ve aksiyonlarında tasarım faaliyeti yer alır. Yukarıda ABD’nden alıntı yaptım ancak kalkınabilen devletlerin pek çoğunun da bir tasarım politikası var. Yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz yok.
Kamusal binalardan, toplum hizmetlerine, enstitülerden dijital hizmetlere kadar, devlet organizması yaşamlarımızı tasarlar. Bu tasarım ne denli iyi ise yaşam kalitemiz o oranda artar. İyilikten kastım yol kenarlarındaki peyzaj desenleri, toplu taşıma araçlarının rengi değil. Örneğin kentsel aydınlatmanın gerek insanların gerekse diğer canlıların sağlığına olan etkileri, toplu taşıma araçlarının yaşlı, çocuklu ve engelli bireylerin rahatça kullanıp kullanamadığı, solunan havanın temizliği, atık su yönetimi, nehir ve deniz kıyıları ile toplumun ilişkisi, kamusal hizmetlerin erişilebilirliği, dijital ortamlarda kolayca kullanıp kullanılamadığı, kent içerisindeki toplu taşıma ağlarının verimliliği, trafik düzeni, yönlendirme tabelaları, yapıların ve araçların güvenliği gibi sayısız faktör var bu tasarımın iyiliğini nitelendirebilmek için.
Türkiye’nin kuruluşundan yüz yıl sonra, bu alanlarda gösterilen sayısız çabaya, eğitim veren çok sayıdaki kuruluşa rağmen, tasarım adına bir politika olmaması, toplum olarak niteliksiz, sağlıksız, güvenliksiz bir ortamda yaşamamıza sebep oluyor.
Oysa Cumhuriyet bir demokrasi olarak radikal bir tavırda kuruldu; kuruluşu idealistti ve pek çok alanda tasarıma duyarlı bir sistemi ortaya koymuştu.
TASARIM ODAKLI BİR DÜŞÜNÜR OLARAK ATATÜRK
Devlet mekanizmasının tüm birimleri tasarım ile iç içe geçmişken, devletin kendisi de başlı başına bir tasarımdır. Tarihteki pek çok köklü devlette bunu algılayabilmek pek mümkün değil belki ama çok genç bir devlet olan ve bugün 100. yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bir devletin nasıl tasarlanabileceğinin oldukça yakın ve etkili bir örneği olarak önümüzde duruyor. Cumhuriyet bir dizi kahramanlık ve siyasi hikaye ile anılırken, aslında nasıl da büyük bir tasarım olduğunu genç yaşlarımda Anıtkabir’i gezerken Atatürk’ün altını çizerek okuduğu kitapların sergilendiği o özel alanda düşünmüştüm. Kimilerine göre fanatikçe sevilen, kimilerine göre bir diktatör olan Atatürk, kuşkusuz büyük bir lider, eşsiz bir stratejist ve çok etkili bir tasarımcı idi; Cumhuriyeti, çağının bilgisi ve medeni düzeyi doğrultusunda ağır bir çalışma sonucunda tasarladı; diplomasi yetenekleri ve seri karar alabilme becerisi ile uygulamaya koydu. Atatürk’ü tüm bu idealizmi ile bir tasarımcı, Cumhuriyet’i de bir tasarım olarak düşündünüz mü? Cumhuriyetin 100. yılını kutladığımız bugün, bu şekilde düşünmek için belki de iyi bir zaman.
Stanford Üniversitesi’nde kurulan D School’un yaygınlaştırdığı hali ile, yaratıcı düşünceyi sistematize eden tasarım odaklı düşünme metodolojisinin ana çerçevesini empati, tanımlama, fikir üretme, prototip ve test aşamaları oluşturuyor.
Atatürk, yıkımın eşiğindeki bir imparatorluğun halkına derin bir empati besleyemeseydi, sanıyorum kurtuluş mücadelesi motivasyonunu içinde bulamazdı. Tasarımı bir problem çözümü olarak tanımlıyoruz. Atatürk’ün içinde bulunduğu ortam çöken bir sistemin tüm problemleri ile baş başaydı. Artık işlemeyen bir sistem içerisinde halk cehalet, fakirlik ve amaçsızlık içinde çaresizdi. Ortada büyük ve çözüm bekleyen bir problem vardı. Atatürk bunu gittiği her yerde ifade ediyor, insanlarla konuşuyor, gözlemler yapıyor, bir bakıma araştırmaları sonucunda söz konusu problemi tanımlıyordu. Gerek savaş alanında gerekse kağıt üzerinde tanık oldukları ve gözlemleri ile Cumhuriyet fikrini üretti. Kuruluş aşamasından Cumhuriyetin ilanına, reformlardan kurduğu enstitülere dek hemen her şey bir yeni devlet tasarımının prototipi olarak hızlıca hayata geçti. Atatürk’ün kurduğu bu yeni devlet tasarımının, 100. yılında halen test aşamasında olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok gösterge var.
Tasarım hiçbir zaman tam olarak sonlanamaz, her zaman kullanıcı ihtiyaçlarına, değişen teknolojilere, gelişen algılara göre yeniden ele alınır; iyileşme yönünde yeni dokunuşlar yapılır. Böylece ideal tasarıma ulaşılmaya çalışılır. Devletlerin hiç biri bugün ideal tasarıma ulaşmış değiller; çağımızın koşulları bu sistemi pek çok bakımdan geçersiz ve yetersiz kılıyor. İnsanların daha iyi bir düzen içerisinde yaşamaları için kurulan devlet tasarımı, bugün onların ekonomik refahlarından sağlık ve güvenlik ihtiyaçlarına, hürriyetlerinden entelektüel gelişimlerine kadar pek çok alanda tökezleyip duruyor. Dünya çapında tüm devletler bu çerçevede sorunlarla boğuşurken, Türkiye Cumhuriyeti, kendi devlet tasarımının eksikliklerini, yetersizliklerini, çarpıklıklarını, kapanmayan yaralarını, tanımlanamayan problemlerini üzerinde taşıyor; ilk orijinal tasarımın üzerine yapılan olumlu ve olumsuz eklentiler ve/veya orijinal tasarımın yıpranmış parçaları, bizleri yani kullanıcıları etkiliyor.
Yıkımın arasından hızla doğan Cumhuriyet’in tasarım ile olan birlikteliği nasıldı peki?
Kuşkusuz can derdinde olan bir toplumun önceliği belki tasarım değildi ancak Atatürk kurmakta olduğu sistemi tasarım araçlarını ustalıkla kullanarak hayata geçiriyordu.
BAŞKENTİN TASARIMI
Atatürk, stratejik olarak Anadolu’nun tam orta yerinde yer alan Ankara’yı başkent olarak belirlemiş ve döneminde nerede ise hiç yapılaşmamış olan bu coğrafyayı tasarlatmak üzere şehir plancısı Hermann Jansen olmak üzere pek çok yabancı uzman ile birlikte çalışmıştı.
İmparatorluğun tüm izlerinden uzakta, yepyeni ve çağdaş bir çizgideki başkentin inşası kuşkusuz, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek yerel gerekse uluslararası topluluklar nezdinde görünür kılınması için elzemdi.
Bozkırın ortasına yeni bir kent inşa etme kararı, şehircilik adına çeşitli kanunların yazımı, belediyecilik esaslarının oluşması, gerekli malzemeler için çok sayıda fabrikanın kurulması ile birlikte ele alınan kapsamlı bir çalışmayı da beraberinde getiriyordu. Bu süreçte kent planlamasından kamusal yapılara dek alınan tasarım kararları, çoğunlukla açılan yarışmalarla ve Atatürk’ün kurduğu kişisel ilişkiler ile ilerliyordu. 1932 yılında uygulamaya konan şehir planının sahibi Jansen, daha sonraları Gaziantep ve Adana illerinin de tasarımlarında rol üstlendi.
Falih Rıfkı Atay’ın anılarına göre Jansen, Atatürk’e ilk görüşmesinde “Bir şehir planı uygulayabilecek kadar kuvvetli bir iradeniz var mıdır?” diye sormuş. Atatürk bu soruya kızgınlıkla şöyle cevap vermiş: “Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtarmışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir Yeniçağ devleti kurmuşuz, bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rejimin, bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorabilirsiniz?”
Bu kararlılıkla başlayan başkenti tasarlama süreci, bataklıkların kurutulması, arazilerin kamulaştırılması, kent planlarının uygulamaya sokulmasının yanında, başta Clemens Holzmeister olmak üzere, o dönemde Nazi rejiminden kaçan 800 kadar mimar, tasarımcı ve sanatçının bu yeni yapılanma içindeki eserleri ile yoktan var edildi. Jansen planı ile koordinasyonda çalışan Holzmeister, bakanlık yapılarına ve TBMM’ne, kentin ortasında konumlanan Güven park ve Güven Anıtı’na imzasını attı. Yapılar iklimin koşullarına göre tasarlanıyor, yerel malzeme olan Ankara taşını kullanan, saltanatın tüm izlerini yok edercesine yeni ve modern bir çizgi taşıyan kütleler olarak hızla başkent Ankara’yı ayağa kaldırıyordu. Bruno Taut, Martin Elsässer ve Margarete Schütte-Lihotzky gibi dünya çapında ünlü mimarlar, Gustav Oelsner ve Martin Wagner gibi meşhur şehir plancıları, Ernst Reuter gibi yerel yönetim uzmanları, İtalyan Pietro Canonica, Avusturyalı Heinrich Krippel, Anton Hanak, Josef Thorak, Rudolf Belling gibi heykeltıraşlar davetle geldikleri Türkiye Cumhuriyeti’nde üniversitelerde profesörlük, bakanlık ve idari kurumlarda danışmanlık ve sayısız projede yürütücü olarak görev aldılar.
Atatürk hıza kentleşen Ankara’nın sanat eserleri ile donatılması kadar yeşillendirilmesine de önem vermişti. Ziraat ve hayvancılık faaliyetlerinin geliştirilmesi için rol model olacak ve kente nefes aldıracak Atatürk Orman Çiftliği, 1925 yılında 52.000 dekarlık alanda kuruldu.1937 yılında Atatürk tarafından Hazine’ye bağışlanan, 1992 yılında birinci derecede tarihi ve doğal sit alanı olarak tescil edilen bu arazi kendi üretimi olan tarım ve hayvancılık ürünlerini sunan, botanik çalışmalarına ev sahipliği yapan, büyük bir hayvanat bahçesi barındıran yapısı ile tasarladı. Alan halen Ankara’nın en büyük yeşil alanı statüsünü koruyor. Ne var ki burada 1940 yılında kurulan hayvanat bahçesi kapatılarak yerine Ankapark kuruldu, çiftliğin arazisi çeşitli tahsisler ve satışlarla birlikte nerede ise yarısına kadar küçüldü. Yapımı ile yankı uyandıran Cumhurbaşkanlığı Sarayı da bu arazi üzerine kurularak, Başkentin orijinal tasarımındaki ideali toplum aleyhine bir hayli zedeledi.
BİR CUMHURİYETİ ENSTİTÜTLERLE İNŞA ETMEK
Cumhuriyeti tasarlayan Atatürk, sadece başkente odaklanmadı. Kaynaklara göre 1931 yılında yapılan kamusal harcamaların Ankara için olanı tüm Türkiye genelinde olanın 23 katı imiş. Ancak diğer yandan başkentin inşası sonrasında, 1940’tan itibaren köylerde kültür ve sanatın yaygınlaşması için kurulan köy enstitüleri başlı başına bir tasarım serüveni olarak Cumhuriyet mekanizmasının önemli bir dişlisi olarak yerini aldı. Cumhuriyet tasarımının en önemli aracı yapılan reformları destekleyecek kurumları ve kuruluşları da kurmaktı. Her birinin kendi sistem tasarımları ile birlikte geldiğini düşünmek, yapılan işin büyüklüğünü hayal etmemize yardımcı olur mu bilmiyorum.
Yurt dışından gerek göçmen gerekse davetli olarak Türkiye’ye gelen bilim insanları, sanatçılar, mimarlar hem akademide hem de kültürel yaşamda bir ekosistem oluştururken, yeni dergiler, gazeteler yayınlanmaya başlandı. Özellikle bilim ve sanat alanında eğitim almak üzere gençler yurtdışına gönderildi. Yeni neslin çağdaş değerleri kazanması, yani sistemin devamlılığı en çok önem verilen konuydu.
Bizzat Atatürk tarafından kurulan çok sayıdaki enstitü bir toplumun ihtiyaç duyabileceği hemen hemen tüm alanlara öncülük edercesine hayata geçiyor; genç Türkiye Cumhuriyeti için demokratik bir yaşam kurguluyordu. Bu çerçevede Atatürk tarafından kurulan başlıca kuruluşlar Anadolu Ajansı, Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi, Ankara Hukuk Fakültesi, Bursa Merinos Halı Fabrikası, Çocuk Esirgeme kurumu, Demiryolları ve Limanlar Genel müdürlüğü, Devlet Hava Yolları, Devlet İstatistik Enstitüsü, Diyanet İşleri Başkanlığı, Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü, Etibank, Halkevleri, İller Bankası, Maden tetkik ve Arama Müdürlüğü, Merkez Bankası, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sanayi ve Maadin bankası, Sümerbank, Şişecam, Türk Dil Kurumu, Türk Eğitim Derneği, Türk Hava Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türkiye İş Bankası, Türkiye Şeker Fabrikaları, Ulus Gazetesi, Uluslararası İzmir Fuarı, Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü olarak sıralanabilir. Farklı kuruluşlar, cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün vefatının ardından benzer bir idealizm ile kurulmaya ve yaşatılmaya devam etti.
TASARIMDA SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK VE CUMHURİYET
Sürdürülebilirlik, tasarım ile iç içe geçmiş bir kavram. Ekonomik, çevresel ve sosyal faktörlerin kesişiminde yer alan sürdürülebilirlik günümüzün en önemli problemlerinden biri. Tasarımın devamlılığı ister yapısal alanda ister organizasyonel anlamda olsun, yapılan çalışmaların, ayrılan kaynakların ve sarf edilen çabaların devamlılığı demek. Sürdürülebilirliğin gözetilmediği yerde yıkım ve yeniden yapım söz konusu. Cumhuriyet, iddialı ve radikal bir biçimde Atatürk tarafından kurulduğu andan itibaren, bir tasarımcı idealizmi ile gerçekleştirilen bir proje olmaktan çıkıp; sözlüklerin tanımladığı gibi seküler ve demokratik bir siyasi rejim haline dönüştü. Orijinal tasarımın devamını getirmek, bu siyasi rejimi yürüten aktörlerin bilgisi, ilgisi ve ideolijisi ile şekillenen bir süreç.
Bir mimarın aylarca üzerinde çalıştığı bir binanın kullanıcı tarafından çeşitli müdahalelerle değiştirilmesi gibi, Cumhuriyet tasarımının da kimi yerde ilgisizlikten, kimi yerde becerisizlikten ve son çeyrekte de ideolojik sebeplerle değiştirildiğini, dönüştürüldüğünü gözlemlemek mümkün.
Yukarıda kısaca bahsettiğim Atatürk Orman Çiftliği’nin uğradığı erozyon, milli bayramların kutlandığı törenlerin merkezi olan Hipodrom yerine açılan Millet Bahçesi, yıkılan İller Bankası, Merinos, Sümerbank gibi değerlerin günümüzde işletilmiyor olması, kapatılmış halkevleri, köy enstitüleri, güvenilirliğini yitirmiş İstatistik Enstitüsü, Anadolu Ajansı gibi kuruluşlar, idealist Atatürk’ün tasarımının nasıl da hasar aldığı gösteren birkaç örnek.
İçinde bulunduğu şartlar göz önüne alındığında hızı ve başarısı ile bir mucize niteliğinde olan bu yüzyıllık idealist tasarım, bugün taşıyıcı kolonları kesilmiş, güzelim ahşap doğramaları Pimapen ile değiştirilmiş, balkonları kapatılmış, bahçelerine beton dökülmüş, doğal cephesine renkli boya sürülmüş kadar özünden uzaklaşmış ve belki de ilk sarsıntıda yıkılabilecek bir apartmana benziyor.
Tasarım odaklı düşüncede, test aşamasında bir tasarım işlemiyorsa, başa dönmeyi salık veririz. Tüm süreçleri yeniden ele almak, tasarımın kullanıcı tarafından neden tercih edilmediğini anlamamız için bizlere yardımcı olur.
Acaba yeterince kapsayıcı bir empati süreci yaşanmadı mı? Problem baştan mı yanlış tanımlandı? Süreçler çok hızlı gerçekleşti ve kullanıcı çok hızlı yüzleştiği değişimlerle uyum mu sağlayamadı? Öngörülen tasarımı ekonomik olarak hayata geçirmek için yeterli kaynak mı yok? Bu yüzden protototip yeterince kaliteli yapılmadı mı? Tasarımın anlaşılması ve doğru kullanılması için kullanıcının daha çok bilinçlenmesi ve bilgi sahibi mi olması gerekiyor?
Bu ve bunun gibi sorular, yeni bir önerinin sürdürülebilirliği, geliştirilerek yoluna devam edebilmesi için sıklıkla sorduğumuz sorular.. Atatürk’ü bir tasarımcı, Cumhuriyet’i de bir tasarım olarak düşünürsek belki de önümüzdeki 100 yıl için sorabileceğimiz sorulardan bazıları bunlar olabilir.