Seyit Tosun
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Atatürk'ü dünyaya taşımak
“1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi Birinci Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta...”
Ülkesinin bu halini gördüğünde 39 yaşında genç bir subaydı. Aslında o, Selanik’te doğmuş bir yetimdi. Çocukken kimseyle anlaşamıyor, haksızlık karşısında isyan ederek kavga ediyor, bu yüzden bazen ağzı yüzü kan içinde eve geliyordu. Ağabeyleri öldüğünden yaslı evinin tek umudu olarak yaşıyordu. Bir gün, yaslı bir milletin de tek umudu olacağını bilmeden...
Vücudu; başta böbrekleri olmak üzere durmadan hastalanan bu çocuk evini terk etmişti. Parasızdı, güçlü çevresi veya onu destekleyen kimse yoktu. Akranları Babıali’de şaşalı nazırlık gösterileri yaparken, kendisi sadece yüzbaşıydı. Sonraki yılları işgalcilere karşı ülkesini cepheden cepheye savunmak için geçecekti. Ve birkaç yıl içinde de bütün milletinin ve ülkesinin olduğu bölgenin kaderi omuzlarına yüklenecekti. Kalan tüm kuvvetleri toparlayıp örgütleyecek, bunun başına geçecek ve birbirinden farklı bütün unsurları özgürlük için tek vücut haline getirecekti. Büyük Taarruz öncesi harbiyeden hocası Yakup Şevki Paşa “Bu planı uygularsan belki de tüm ülke yok olacak” dediğinde ona “Başka çaremiz yok, bütün sorumluluk tarih önünde bana aittir” diyecekti.
Dünyadaki anti emperyalist işgali bertaraf eden ilk komutan oldu. İşgal askerleri 40 kilometre yakınına geldiğinde eğitim toplantısını iptal etmek isteyen yanındakilere “Eğitim ve aydınlanma en büyük mücadelemizdir. İçinde olduğumuz savaştan bile. En büyük savaşımız cehalete karşıdır” diyerek toplantıyı gerçekleştirdi. Yine dünyada daha ülkesini kurmadan o ülkeye müze (Ankara Hitit Müzesi) kuran ilk lider oldu. İzmir’de önüne, ülkesini işgal eden Yunanistan’ın bayrağına basılması istenildiğinde “Bayrak bir milletin şerefidir. Yunan Kralı Konstantin bizim bayrağımızı çiğnedi ama o hata etti” diyerek Ege’nin iki kardeş halkı arasında kan davası oluşmasına engel olmuş ve Yunanistan hükumeti ile ilişkiler başlatmıştı. Daha sonra Yunanistan'ın önderi Venizelos, 1934'te savaşın galibi Mustafa Kemal Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterecekti...
O, İmkansızı başarmış ve tam bağımsız bir Cumhuriyetin adımlarını atmıştı. Yüzyıllarca “kul” diye hitap edilen halk, onunla birlikte kendisine “efendi” denildiğini duymuştu. Kurduğu Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı olduğunda henüz daha 42 yaşındaydı.
Ülkesini kurduğunda okuma yazma oranı sadece yüzde 3’tü. Borç içinde, yanmış, bitmiş, tükenmiş Anadolu şehirleri ile yüzleşecek ve bazen bunaldığında “Herkes her şeyi benden bekliyor. Ama ben de insanım” diyerek gözleri dolu şekilde Salih Bozok’a dertlenecekti. Kadınların yanlarında erkek olmadan dahi sokağa çıkamadığı coğrafyada; Fransa’dan 10, İtalya’dan 14 ve İsviçre’den tam 38 yıl önce kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyacaktı. Latin harflerine geçerek insanını çağdaş dünyayla buluşturacak ve başlattığı kültürel devrimle Türkiye’nin saygın üniversitelerini kuracaktı. Nazilli dokuma fabrikası açılırken makinelerin çıkardığı seslere “Şu müziğin güzelliğini, ahengini duyuyor musunuz?” diyecek, toplu iğnesi olmayan bir halka uçak ürettirip Avrupa’ya ihraç ettirecekti. “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur” diyerek aydınlanma koşusunu sürdürecek ve Laikliği Anayasaya ekleyecekti. Zeytin ağacına özel yasa çıkaracak, ağaçların kesilmesini yasaklayacak, Yalova’da çınar ağacı ölmesin diye herkesin şaşkın bakışları arasında köşkün altına raylar döşeyerek köşkü kaydırıp o ağacı kurtaracaktı. Ömrü savaşlarda geçmiş bir mareşal olmasına rağmen “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” diyerek doğuda ve batıda Sadabat ve Balkan paktları kurarak bölge barışını tesis edecek; Milletler Cemiyetiyse o öldüğünde “Doğunun barış duvarı yıkıldı” açıklamasında bulunacaktı.
O, bazen çevresinde bile düşman yaratmak isteyenlere “Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.” diyecek kadar “İnsandı.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. Yılını, yani bir asrını geride bıraktık. Şimdi, Cumhuriyetin ikinci asrına giriyoruz. 1789’da Fransız Devrimi oldu ve Batının demokratik, siyasi ve kültürel hayatı değişmeye başladı. Bu, onların miladı ve tüm halklarının kaderi oldu. 1923’te ise doğuda Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyet devrimi yaşandı. Bugün, aynı batı güçlerinin çoğu savaşı, köktendinciliği ve gericiliği desteklemekte ve katliamları körüklemekte. Buradan çıkış ise “Yurtta barış dünyada barış” ülküsünden ve anti emperyalist duruştan geçmekte. Yani Batı için Fransız Devrimi neyse, Doğu için de Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk devrimleri o...
Yazının girişinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 tarihlerinde, 1919'dan 1927'ye dek kendisinin ve arkadaşlarının faaliyetlerini anlattığı ve Cumhuriyet Halk Fırkasının Büyük Kurultayı'nda 6 gün boyunca okuduğu Nutuk’un giriş kısmını aktardım. Bildiğiniz gibi Nutuk, Gençliğe Hitabe ile biter. Oysa gençliğe hitabenin üzerinde bir paragraf vardır ki okullar başta olmak üzere gençlere neden özellikle anlatılmaz; aslında yıllardır kafamda soru işaretidir. Tam hitabenin üzerinde Atatürk aynen şunları söyler: “Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir...”
Dünyada ülkesini kurtaran, kalkındıran, hatta mucizeler yaratan liderler oldu. Ancak ülkesini kendi kaderi ile birleştirerek bu kadar büyük bir savaşı, ekonomik kalkınmayı, eğitimde çağ atlatmayı, kültürel devrimi, tarımsal ilerlemeyi, bağımsızlığı ve Laikliği yaratan hiçbir lider, kendi başında olduğu bu muazzam zaferleri “geçmişe karışmış hikaye” olarak nitelemedi...
Onun yaptıklarının binde birini yapanlar dünyanın her yerinde övündü. O, bunlarla gururlanmak yerine resmi bir vasiyet bıraktı. Bugün, herhangi birimiz eline Nutuk’u alarak ülkedeki bir kuruma, makama, gruba, kişiye giderek varsa yaşanan haksızlığa karşı çıkabilir ve “sen kimsin?” diye sorulduğunda “Ben, bu ülkenin kurucusunun bana verdiği yetki ve resmi belgeyle bu kötülüğe, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıkmaya gelen kişiyim. Asıl sen kimsin?” diyebilir. Bu, eşi benzeri olmayan, dünyada bu minvalde sadece ülkemize has verilmiş tek yetki belgesidir. Ve işin ilginç tarafı, bu belgeye herkes doğuştan sahip...
Bugün, diğer 99 yıldan başka bir şey yapalım. Atatürk’ü, Cumhuriyet devrimcilerini, katledilen aydınlarımızı, sanatçılarımızı, öğretmenlerimizi, gazetecilerimizi ve yazarlarımızı sadece anmakla kalmayalım. Anlamak için Türkiye’nin ve çevresinin olduğu bölge haritasını açıp bakalım. Yaşanan savaşlara, katledilen kadın ve çocuklara, gerileştirilmiş, yobazlara teslim edilmiş ülkelere, mezhep savaşlarıyla bölünmüş halklara, sömürülen insanlara, karanlığa mahkum edilmiş tüm Ortadoğu coğrafyasına göz atalım.
Bizle aynı dönemde kurulan Sovyetler Birliği, Yugoslavya yıkıldı. Irak parçalandı. Suriye dağıtıldı. Afganistan neredeyse yok edildi. Rusya ve Ukrayna halen savaşta. Netanyahu iktidarı ise şu anda Filistinlilere açıkça soykırım ilan etti. Ve, her şeye ama her kötülüğe, baskıya, sömürüye, gerici yobazlara rağmen Doğu, Asya ve Ortadoğu’da halen çağdaş ve özgür bir ülke umudu ile ayakta duran ülkenize bakın. Sonra da Atatürk’ün hiç olmadığını ve Cumhuriyet Devrimlerinin yapılmadığı varsayımını düşünün . Eğer öyle olsaydı, ne olurdu?
Bu ülkenin zenginliğini sömürenlere, karanlığa, faşizme, vasata ve gericiliğe rağmen, Atatürk’ü; Cumhuriyetin ikinci yüzyılında hem ülkemize hem de dünyaya taşımaktan başka yolumuzun olmadığını iliklerinize, hücrelerinize ve benliğinize kadar hissedeceksiniz...
Tüm bunlar yaşanırken; İktidara, kurumlara, tatlı su muhaliflerine, Diyanet İşlerine Başkanlığına, korkaklara, yandaşlara, dalkavuklara, menfaatçilere, koltukçulara, yobazlara ve ümmilere, Cumhuriyeti ve Atatürk’ün yolculuğunu anmadıkları ve anlamadıkları için teşekkürlerimi iletir, bu sayede Cumhuriyetin kutlamasını artık devlet erkinden alınarak halkın ele almasına ve Cumhuriyetin ne kadar değerli olduğunun anlaşılmasına vesile oldukları için teşekkür ederim.
Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlu olsun...