Tayfun Atay
Cübbeli, Selefi ‘av-mevsimi’ni neden açtı?
Tarihten bugüne kendi içinde geniş bir çeşitlilik yelpazesi gösteren Selefiliği yekpare bir bütün olarak işaret edip, “İşte şeytanlık, işte tehlike” demeye getirerek, tarikat-cemaat oluşumlarına yönelik sorgulayıcı kitlesel dikkat, başka yöne çekilmeye çalışılıyor. Partisi, cemaati, tarikatıyla iki on yıldır içine batılmış dinbazlığın artık bozulmuş, çürümüş ve kokuşmuşluğunu dindar-muhafazakâr camia nezdinde örtbas etme yolunda günah keçisi arayışında Selefilik vurgulanıyor
Avrupa tarihinde 15’inci yüzyıldan itibaren başlayıp daha sonra Kuzey Avrupa’ya da uzanarak 19’uncu yüzyıla kadar sürmüş ve büyük çoğunluğu kadınlar olmak üzere muazzam insan kıyımına yol açmış cadı avcılığının kök-sebeplerinden biri, Katolik Hristiyanlığın günah keçisi arama ihtiyacıdır.
Cadı avcılığının Katolisizm, Papalık ve Vatikan’ın Avrupa’da altın dönemini yaşadığı Orta Çağ’da değil de ekonomi-politik iktidarı kaybetme tehlikesinin baş gösterdiği Yeni (Modern) Çağ’da başlamış olması, genelde ihmal edilen, fakat son derece anlamlı bir durumdur.
Katolikliğin amacı, “Doğa Ana”ya iman eden, yani paganik inanç sisteminin temsilcileri olarak yüzyıllarca, Hristiyanlık öncesinden beri Avrupa topraklarında varlık sürmüş insanları “cadı” diye lanetli bir yaftaya uğratıp onları Şeytan’ın güdümünde göstererek, burjuvazinin yükselişi ve Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte kitleler nezdinde sarsılmaya başlamış iktidarını yeniden güçlendirmeye çalışmaktı.
Katoliklik, iktidardan düşüşünü durdurma, olmadı geciktirme yolunda cadı avlarını kışkırttı.
Tarikatları bırak, şu “cadı” Selefilere bak!
İki haftadır Cübbeli Ahmet dolayısıyla Selefiliğin Türkiye’de bir iç savaş tehdidi de barındıran “korkunç bir yayılım” içinde olduğuna dönük tezvirat ve vaveylaları dinleyip izlerken hep bu yukarıda sözünü ettiğim Katolikliğin cadı-avı kışkırtmasını hatırladım ben.
Ve sordum kendi kendime: Acaba tıpkı Katolikliğin kitlesel bağlamda gözden düşüşünü bastırma/geciktirme yolunda dikkatleri “cadılık”mevzusuna çeldirmesi gibi, Türkiye’de tarikat-cemaat oluşumlarının rezil-rüsva hali karşısında yükselen tepkileri sönümlendirme yolunda da Selefilik bir “cadılaştırma” kampanyasının muhatabı mı kılınıyor?..
Elbette bu soruyu sorarken Selefiliğe sahip çıkıyor ya da Selefilerden yana bir pozisyon alıyor değilim. Sadece, asırlardan beri süren bir İslam-içi rekabet ve çekişmenin güncel ekonomi-politik, diğer deyişle ticari-dinbaz ihtiyaçlar doğrultusunda işlerliğe sokulup sokulmadığını tartışmaya açmak istiyorum.
Ama elbette önce kendi akademik-antropolojik birikimim doğrultusunda bazı önbilgiler aktarmak okurlarıma karşı sorumluluğumun gereğidir.
“Cehennemlik” Vahhabiler
Doktora tez çalışmamı oluşturan Şeyh Nâzım Kıbrısî Nakşibendi Çevresi için Selefiliğin modern zamanlardaki ideolojik-politik karşılığı olan Vahhabilik, en büyük düşmandı.
Selefi-Vahhabiler (yahut bugün Suud krallığıyla eşgüdümlü bir resmi-ideolojik pozisyon olarak adlandırılış biçimiyle “Suudî Selefilik”) Nakşibendiler için Hristiyanlardan da Yahudilerden de hatta laikler ve ateistlerden de daha kötüydüler. Onlar, Şeytan’la İslam kisvesi altında iş birliği içindeki cehennemliklerdi (ayrıntılar için bkz. aşağıda Kaynaklar’daki “Nakşi Cemaati” kitabımın 8. Bölümü: “İçerdeki Öteki’ne Bakış: Vahhabilik Söylemi”).
Fakat elbette hasımlık ve nefret karşılıklıydı ve bu işin bir evveliyatı vardı.
Ondan da mümkün olduğunca özetle bahsedelim.
Arap olmak ya da olmamak… Mesele bu mu?!
İslamiyet’te tarikatların zihinsel altyapısını oluşturan tasavvufun ortaya çıkışı, bir yandan Emevi saltanatının lükse ve şatafata batmış “saray İslamı”na bir tepki olarak açıklansa da buna ek ve eklemli olarak, Arap-olmayan Müslümanların Arap-İslam hakimiyetine karşı bir mistik tepki hareketi şeklinde de değerlendirilir (bu konuda da Prof. Ahmet Yaşar Ocak’ın Kaynaklar’da zikredilen çalışmasına bkz.).
Elbette bu, tasavvuf ve tarikatlar Araplar üzerinde hiç etkili olmadı demek değildir. Ancak tasavvuf ve tarikat, belirgin bir şekilde Arap-olmayan “anasır” (halklar/kavimler/topluluklar) tarafından benimsenip hayata geçirilmiştir. Bununla bağlantılı olarak İslam’ın doğuş bulduğu merkezî Arap toprakları (Hicaz) dışına taşınıp bir dünya dini haline gelmesinde tarikatların katkı payını inkâr etmek de mümkün değildir.
Hızla geçiyorum: Tasavvuf ve tarikatlar nasıl İslam dendiğinde Arap hakimiyeti ve öncelikliliğine bir tepki ise 18’inci yüzyıldaki Selefi-Vahhabi çıkış da bir yönüyle Arap-olmayan unsurların zamanla İslam’da öne çıkmış olmasına tepkidir.
Vahhabiliğin özü, Osmanlı düşmanlığı
Arabistan’da Necd’de doğup Medine’de eğitim görmüş Muhammed b. Abdülvehhab (1703-1787) İslam dünyasının pek çok bölgesini gezip gördükten sonra Müslümanların dinin özünden tekkeler-tarikatlar marifetiyle ayrıldıkları ve bunun en büyük sorumlusu/suçlusunun Osmanlı olduğu kanaatine vardı. Batı karşısında İslam dünyasının geriliğinin de bundan kaynaklandığını düşünüp, “hakiki İslam”ı Peygamber döneminin “salih kişiler”den oluşan ikliminde geçerli iki kaynak olan Kur’an ve sahih (doğru) hadislere dayanarak sadece ve sadece Arapların ihya edebileceğini ileri sürdü. Ve doğum yeri Necd’de dönemin güçlü yerel siyasi lideri olan İbn-i Suud’la ittifak içerisinde Osmanlı’ya karşı ayaklanmanın ideolojik fitilini ateşledi.
Sonrasında Osmanlı, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile 19’uncu yüzyılın başında isyanı bastırabildiyse de Vahhabilik 20’nci yüzyıl başında tekrar sökün etmiş ve Suudi Arabistan’ın hem ideolojik harcı hem de resmi ideolojisi olmuştur.
O halde denilebilir ki tarikat ve tasavvuf bir yanıyla İslam’da Arap hakimiyetine bir tepki ise Vahhabilik de İslam’da Osmanlı üzerinden Arap tabiyetine bir tepkidir.
Şimdi bir de son olarak Vahhabiliğin dölyatağı Selefilik üzerinde durarak bu tarihsel özeti tamamlayalım.
İslam’da fundamentalizm, Selefiliktir
Selefilik için İslam, Kur’an ve hadislerden (“nass”) ibarettir. Bu, püriten ve “kitabî” bir anlayıştır ve Hristiyanlıkta Protestanlığın ortaya çıkmasına benzer bir durum vardır ortada. Protestanlık nasıl bin yıllık Katolik geleneğin dinle hiçbir ilgisi olmadığını savunup “Kitaba geri dönelim; varsa yoksa İncil” demişse İslam’da da Selefilik benzer şekilde “varsa yoksa Kur’an” demektedir. Geniş bir tarihsel-coğrafi zeminde İslam topraklarında ortaya çıkmış teolojik (kelam), teosofik (tasavvuf), felsefi, mezhebi “gelenekler”, İslam-dışı sayılarak reddedilir.
Dolayısıyla denilebilir ki “fundamentalizm”in dinde beşiği Protestanlıksa İslam’da da gerçek anlamda fundamentalist pozisyonu Selefilik teşkil ve temsil eder.
Hicrî 4’üncü asırdan (11’inci yüzyıl) itibaren işaretlerini verirse de Selefilik bir “doktrin” olarak kristalleşmesini İbn-i Teymiyye’ye borçludur denilebilir (14’üncü yüzyıl başı). Moğol istilalarının İslam topraklarını kasıp kavurduğu dönemin katastrofik şartlarını deneyimlemiş bu önemli İslam âlimi, kendisini hemen önceleyen dönemde tasavvufi İslam’ın İbn-i Arabî’den hareketle popülerleşmiş panteistik (Vahdet-i Vücut’çu) yorumuna tepki çerçevesinde Sufîlik’ten Şiîliğe kadar İslam’da bütün açılımlara kapalı, katı, püriten bir yaklaşımla ortaya çıkmıştır.
“Kitabî İslam” arayışı Selefiliğe yaradı
İbn-i Teymiyye’nin dinde “aracı” olarak evliya ya da şeyhlere yönelim, onlara kayıtsız-şartsız teslimiyet, mezar-kabir ziyareti, mezarların üzerine türbe inşa edilmesi, vb. uygulamaları şirk (Allah’a eş koşmak) olarak görüp şiddetle reddetmesinin, Vahhabilikten başlayarak modern zamanlarda İslamî politik-ideolojik arayışlara yönelenlere entelektüel açıdan tarihsel bir altyapı oluşturduğu söylenebilir.
Okuryazarlığın yaygınlaşması ve kitleselleşmesiyle bağlantılı olarak yükselen “metinsel (scriptural) İslam” anlayışına tekke-tarikatların tarihsel bağlamda ağırlıklı olarak sözlü-folk İslam bünyesinde işlevselleşmiş söylem ve pratiklerinin tam istendik karşılığı veremediği noktada, bu “geleneksel” İslam’a tepkiler, birbirinden farklı, hatta birbiriyle çatışık figürleri Selefiliğin temsilcisi sayılarak geniş bir yelpazede dünden bugüne öne çıkardı. Bu yelpazede siyasi otoritelerle içli-dışlı, daha genel anlamda statüko-yanlısı figürler ve oluşumlar da statüko-karşıtı, radikal oluşumlar da Selefilik başlığı altında değerlendirilmiştir. İslam ülkelerindeki iktidarlara karşı, ama kimisi ılımlı, kimisi daha aşırı çizgi ve konumda olanların aynı Selefilik çatısı altında yer aldıkları görülebilir.
Bununla birlikte bugün kamuoyunda Selefiliğin El Kaide ve IŞİD üzerinden cihatçı tedhişle özdeş bir algıya uğratılmış olması, sonuçta onun tarihsel karşıtı konumundaki tarikat oluşumlarının eline büyük koz vermiştir ve Cübbeli’nin Selefiliği cadılaştırma-şeytanlaştırmaya dönük lakırdılarının dayanağı da budur.
Müge Anlı ne ise Cübbelide o…
İsmail Ağa Nakşibendi çevresinin “Tekke’den Teke Tek’e” yürüyüp, evliyalık yerine “entertainer” olmaya, yani eğlence adamlığına yol ve yüz tutmuş figürü Ahmet Mahmut Ünlü, nam-ı esas “Cübbeli”, katıldığı bir tartışma-şov programında sabi-sübyan tacizine yönelmiş bazı arsızlar üzerinden “Ne olacak bu tarikatların hali” sualine cevap aranırken mevzuyu gayet kıvrak bir şekilde Selefiliğe getirdi. “Memleket Selefi kaynıyor, pompalılar elde, iç savaş tehlikesi var” diyerek, kamuoyunda tarikatlar üzerine toplanmış dikkatleri Selefiliğe yöneltti. Üstüne üstlük, 150 dernek isminin kendisinde mahfuz olduğunu belirtip, “Savcılar çağırsın, ifade vereyim” diyerek ekrandan emniyete-adliyeye mesaj gönderdi.
Ve izleyen süreçte de geçtiğimiz cuma günü Başsavcı onu ifadesini almak üzere Emniyet’e çağırdı.
Malum, Meşhuriyet Çağı’nda, “MESH” (medya-eğlence-şov) endüstrisinin bağrındayız ve önümüzde de hanidir “Müge Anlı ile Tatlı Sert” gibi, karakolu da adliyeyi de “show-business” mecrasına malzeme yapan bir program var. Hâl böyleyken neden Cübbeli’nin de bir ekranda ettiği laflar üzerinden karakollar, adli makamlar devreye sokulmasın ki?!.. Arada olsa olsa derece farkı vardır; ama Cübbeli’nin halihazır kitlesel-medyatik temsili ile Müge Anlı’nınki mahiyet itibarıyla aynı. Her ikisi de bizim “üç mum yakıp seyrine baktığımız” figürler.
Kısaca, medyatik tüketim kapitalizmi hükmünü çatır çatır icra ediyor, devlet de bu endüstriyel seyir performansının bir parçası kılınıyor. Ve bizden de Türkiye’de din temelli siyasi-ideolojik hareketlerin bünyesinde devletin gözünün-kulağının olmadığına inanmamız bekleniyor.
Güldürmeyin insanı demek yetmez, kargaları güldürmeyin diye eklemek lazım!..
“İşaret parmağı” Cübbeli
Öncelikle “yüce devlet”in de “başyücelik” makamının da sadece Selefiler değil, Cübbeli’nin bir parçası olduğu tarikat-cemaatler dâhil olmak üzere bütün dini oluşumlarda ne olup bittiğini, ne yenip ne içildiğini, kimin elinin kimin cebinde olduğunu gayet iyi bildiğinden en ufak bir endişemiz yok, buna inancımız tam.
İkinci olarak, evet, AKP’nin devri iktidarında tarikatların ticareten alabildiğine semirip, modern zamanlarda (yukarıda işaret edildiği üzere) zaten ciddi risk altındaki kamusal kredibilitelerini (değerlerini-itibarlarını) iyice yitirmelerine bağlı iktidar kaybını geciktirme yolunda, tıpkı Katolikliğin cadılık ve cadıları işaret ettiğine benzer şekilde Selefiliğin işaret edildiği kanaatindeyiz. Cübbeli, bu süreçte bir işaret parmağından ibarettir.
Yukarıda vurgulandığı gibi, tarihten bugüne kendi içinde geniş bir çeşitlilik yelpazesi gösteren Selefiliği yekpare bir bütün olarak işaret edip, “İşte şeytanlık, işte necaset, işte tehlike” demeye getirerek, tarikat-cemaat oluşumlarına yönelik sorgulayıcı kitlesel dikkat, başka yöne çekilmeye çalışılıyor.
Partileriyle, cemaatleriyle, tarikatlarıyla iki on yıldır içine batılmış dinbazlığın artık bozulmuş, çürümüş ve kokuşmuşluğunu dindar-muhafazakâr camia nezdinde örtbas etme yolunda bir günah keçisi arayışında Selefilik vurgulanıyor.
Selefilik 40 yıldır “resmen” içimizde
Hâlbuki kendileri Suriye savaşının en hararetli günlerinde “Cihadî Selefilik”le Esad karşıtlığı üzerinden içli-dışlı olmadılar mı, oldular.
Körfez’deki Arap ülkeleriyle teşriki mesailer, Suudi sermayesiyle haşir neşirlik dolayısıyla “Resmî Selefilik”lerle de al takke ve külah olmadılar mı, oldular.
Aslında Selefilik bu memlekette özellikle 1980 sonrasından itibaren ne Özal döneminde ne Erbakan siyasette özneleştiğinde ne de işte AKP döneminde eksik oldu.
Selefiliğin bu memlekette “resmen” at oynatmaya başlatmasını önce Özal’a borçluyuz.
Kısaca “Rabıta” olarak bilinen, Suudi Arabistan menşeli “Rabıtatu’l-Âlemi’l-İslamî” adlı Selefiliğin has teşkilatı, yurt dışındaki din görevlilerinin maaşlarını ödeyecek kadar içimize Evren ve Özal marifetiyle 1980’ler başından itibaren girdi.
Cübbeli, McCarthy olur mu?
Sonuçta Selefilik içimizdedir, ama onu güle oynaya, hoplaya zıplaya, âlâüvâlâ ile buyur edenler, 12 Eylül sonrasından itibaren siyasi tasarruf sahibi devlet erbabıdır; Evren’den Özal’a, Erbakan’dan Erdoğan’a uzanan çizgide…
Ortada bilinmeyen, izlenmeyen, denetlenmeyen bir şey de yoktur. Selefilik bugün çeşitli sürümleri ile halk arasında (elbette tarikat-cemaatlerle ölçek olarak karşılaştırılamayacak sınırlılık içinde) örgütsel tezahürlere sahipse bunu 40 yıldır süren dinbazlıklara borçludur.
Şimdi de ihtiyaç vaki olmuş, cadılaştırılma ameliyesine malzeme yapılmaktadır Selefilik.
İnsanlık tarihinde bu cadılaştırma ameliyeleri çoktur. “Cadı-avı” tabiri de buna bağlı olarak siyaset terminolojisinde popülerleşmiştir. ABD’de 1940’lı-50’li yılların McCarthyism’ini ve komünistlik suçlaması ile Senatör McCarthy’nin cadı-avcılığına kurban gidenleri bir düşünün mesela…
Peki, Selefilik bahsinde de Cübbeli’den bir McCarthy çıkması mümkün mü, ne dersiniz?..
Sanmıyorum. Bu onu çok ciddiye almak olur.
(Kaynaklar: Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, TTK Yayınları, 1992; Mehmet Ali Büyükkara, “Günümüzde Selefilik ve İslami Hareketlere Olan Etkisi”, Tarihte ve Günümüzde Selefilik içinde, Ensar Neşriyat, 2014; Süleyman Uludağ, “Selefiye ve Tasavvuf”, Tarihte ve Günümüzde Selefilik içinde, Ensar Neşriyat, 2014; Tayfun Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği, İletişim-Berfin, 1996-2011; Din Hayattan Çıkar: Antropolojik Denemeler, İletişim, 2004-2019; Parti Cemaat Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz Politik Seyir Defteri, Can Yayınları, 2017-2019).