Özlem Yalım
BÜYÜK BİR TASARIMCI: BIG
Benim kelime dağarcığımda en çok savaş ve kar vardı bu hafta. İlginç bir biçimde her iki kelime de bana tasarım dünyasında tek bir ismi çağrıştırıp durdu; bu nedenle onu sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bu isim çağımızın öncü yaratıcılarından Danimarkalı mimar Bjarke Ingels ve onun stüdyosu BIG.
Bu satırları yazarken kar altındayım. Birkaç gün sonra sizler okurken de muhtemelen kar altında olacaksınız. Karın kendinden önce havadisi geldi. Dakika dakika izledik. Sizi bilmem ama vorteks kelimesi bu hafta en çok okuduğum, duyduğum kelime olabilir. Teknoloji çağı böyle. Hayat sosyal medya ile iyice entegre olmuş durumda. Gözlerimizi anahtar kelimelerle açıyor; onlarla kapatıyoruz.
Benim kelime dağarcığımda en çok savaş ve kar vardı bu hafta. İlginç bir biçimde her iki kelime de bana tasarım dünyasında tek bir ismi çağrıştırıp durdu; bu nedenle onu sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bu isim çağımızın öncü yaratıcılarından Danimarkalı mimar Bjarke Ingels ve onun stüdyosu BIG.
Pek çok tasarımcı ve mimar gibi Bjarke ile de yollarım kesişmişti, ne varki o yıllarda her önümüze gelenle birlikte fotoğraf çektirip sosyal medyaya postalamıyorduk. 10-12 yıl önce Venedik Mimarlık Bienali ön izlemesi sırasında, Giardini’yi gezenlerin uğrak mekanı Paradiso’nun terasında ayaküstü sohbet ettiğim bu genç mimar, tam da o yıllarda başarı ile dolu kariyerinin başlarındaydı. Kimilerine göre çok bana göre az yakışıklı ve oldukça neşeli olan Bjarke, o yıllarda bile etrafında bir insan halkası ile dolaşıyor, anlatıyor, kahkahalar saçıyordu. Yeteneğinin farkında olan ve bunun keyfini çıkaran herkes gibiydi. Aradan uzun yıllar geçti, o sürekli durmadan üretti ve bu yıl 48. yaşında dünyanın adından en çok söz ettiren profilleri arasına, sağlam adımlarla yerleşti. Üretkenliği ve başarısı büyük alkışı hak ediyor.
Bütün bu yıllar boyunca her projesini takip ettiğim Ingels, radikal mimarlık yaklaşımının yanında mobilyalar ve aydınlatmalar da üreten bir isim. Artemide için tasarladığı son aydınlatma ürünü Vine, oldukça basit ama bir o kadar da etkili tasarımı ile dikkat çekiyor. Akıllı mobilyalar tasarlıyor. Öyle ki, bu robotik mobilyalar tek bir komutla mekanda yer değiştirip istenilen düzenlemeye geçebilecek, veya oturduğunuzda ergonomisini sizin bedeninize göre otomatik olarak ayarlayacak. Bunların tümü için gerekli teknolojiler var. Ingels bunları bir araya getirip, enerjisini, zamanını, tasarım gücünü, başka bir deyişle, hem nicel hem nitel servetini geleceğimizi yaratmaya harcıyor. Gelecek, böyle dehalar tarafından tasarlanıyor.
Benim aklıma savaş ve kar gibi alakasız iki kelime ile neden Ingels geldi peki? Mimarın onlarca projesi arasından benim için ilgi çekici olan iki tanesi bana bu çağrışımı yaptırdı. Bunlardan ilki, zaten bu isme kariyer basamaklarını tırmandıran kült bir proje.
ELEKTRİK ÜRETEN SANTRALİN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ
Kopenhag da yer alan Amager Bakke Waste-to-Energy santrali, Amagerforbrænding firmasına ait köklü bir tesis. Atıklardan enerji üreten bu kuruluş, kırkıncı yılında bölgede oturanlarca tepki gören, o alışıldık enerji santrali kütlelerinden biri haline dönüşmüştü ve bunu değiştirmek istiyordu. Ingels‘in yaratıcı yaklaşımı ile yapı yeniden ele alındı ve çeşitli müdahalelerle yeniden tasarlandı.
Ingels yapının çatısına bir rampa yerleştirdi. İklim olarak oldukça karlı olan bölgede, bu çatı, böylece tüm halkın kullanabileceği bir kayak pistine dönüştürüldü. Kış aylarında Alpler’deki gibi kayak veya snowboard yapabildiğiniz binanın tepesine cam asansörlerle çıkıyorsunuz. Eğer kış ise karlar üzerinden, yaz ise çimlerin üzerinden kayak yapabiliyorsunuz bu yapay pistte.
Arzu ederseniz bu asansörlerle, yapının üzerinde yükselen bacalardan birinin tepesine doğru da çıkabiliyorsunuz. Buradan etrafı izlemek her yaştan izleyici için keyifli bir deneyim. Çatıdaki başka bir bacadan çıkan zararlı dumanları, halka biçiminde yaymak ve hatta bu duman halkalarını akşamları projeksiyon ııkları ile aydınlatmak da yine bir Ingels fikri. Bu abartılı vurgu, toplumun bu üretimi, bu zararlı gaz salınımını sürekli görmesini ve azaltmak için bilinç sahibi olmasını hedefliyor. Sadece yapı kütlesi değil binanın çevresindeki 95.000 m2 lik çevresi de tasarlanmış durumda. Burada yapay yeşil tepecikler ve sebze bostanları olarak kullanılan kutucuklar ile bir çekim merkezi yaratılmış.
Ingels buradaki tasarım yaklaşımını “Hedonistik Sürdürülebilirlik” olarak tanımlıyor. Çevre dostu ve yenilikçi bir gelişme oluşturmak için ekolojik,ekonomik ve sosyal özelliklerin bir araya getirildiği bir yaratım olarak özetliyor bu kavramı.
2025 yılı ile birlikte karbon-nötr bir kent olmayı hedefleri arasına koymuş olan Kopenhag, bu yapıyı daha proje aşamasından itibaren benimsemiş durumda. Yaklaşık on yıldır konuşulan proje tamamlanarak 2019 yılında halkın kullanımına açıldı. Yapıya Copenhill ismi takıldı. Yapı birkaç ay önce, 2021 yılında WAF/ Dünya Mimarlık Festivali’nde yılın binası seçildi. BIG tarafından yeniden tasarlanan bu yapı, mimarlık tarihinde, mimarlığın yönünü değiştiren yapılar arasında gösteriliyor artık.
YAŞANAMAYAN KENTLER, YIKILAN KENTLER, YAPILAN KENTLER
Yaşadığımız şehir İstanbul, çok kar yağan bir yer değil evet, ama kar bu coğrafyanın ikliminde var. Şehir büyüyüp kontrolden çıktıkça kar gibi doğal bir hava olayı ile baş etmek için türlü kısıtlamalar uygulanır oldu. Şehir bir makine ise, bizim makinamız karda çalışmıyor. Özellikle ulaşım ve alt yapı, kar ile duruyor. Oysa kuzey Avrupa ülkelerinde, kar ile özdeşleşmiş Kanada, Rusya gibi ülkelerde kar ile yaşama dair pek çok yaratıcı, teknolojik ürün, çözüm ve yöntem var. Her şeyini kendi kendine yapmak isteyen ülkemizin evrensel bilgiye deneyime ihtiyacı yok gibi.
Deneyimi ve bilgiyi reddetmek, her fırsatta hor görmek, sonra da problemlerle baş edememek, yönetememek cehaletin en büyüğü olsa gerek. Çağımızda kar yağacağı için “evden çıkmayın, işe gitmeyin” denilen tek şehir her halde İstanbul olmuştur! İstanbul’un daha temiz, daha trafiksiz, daha iyi tasarlanmış, daha insancıl, bir kent olması gibi isteklerimizden geçiyorum, kar veya yağmur yağdığında kısıtlamaların, zorlukların, imkansızlıkların yaşanmadığı bir şehir olsun yeter. Fırtınada saatlerce elektriksiz kaldığım, Beşiktaş sahilinde dizlerime kadar suların çağlayarak aktığını gördüğüm bu kent, içinde yaşamak için ödediğimiz yüksek bedellere karşılık insana hiç güven ve iyilik sunmayan bir yer aynı zamanda. Dünya kentlerindeki büyük gelişmeler ve kentsel yönetimlerin büyük duyarlılıkları ile kıyaslandığında İstanbul’un değeri gittikçe küçülüyor, farkında mıyız?
Bu hafta şu soruyu sordum kendime bir de: Kar ile savaşamayan İstanbul, hani olur da bir savaş durumu olsa ne olurdu? Bizim barınaklarımız var mı? Depreme bile dayanamayan yapılarımız bombalara dayanır mı? Savaş olsa, müzelerdeki sanat eserlerimiz, kütüphanelerdeki kitaplarımız için Kiev’deki gibi bir kurtarma planı var mı? Olası bir tehlikeye karşı uyarı sistemleri var mı? Örneğin zehirli gazlar, nükleer bir felaket veya bir bombalama anında bu şehir beni nasıl uyaracak? Bunlarla ilgili merak ettiğim bilgileri aradım, çeşitli seferberlik planları ve mevzuatları okudum. Biliyor musunuz, hiçbiri bizi, yani kent sakinlerini ilgilendiren, onlara ulaşan ve en temel en basit ihtiyaçları sağlayan ifadeler, yönlendirmeler içermiyor. Kar ile savaşamayan kentimiz elbette bir savaş ortamında kaosa sürüklenecek, hatta beraberinde talan de gelecek, marketlerde ayçiçek yağlarını talan edenlere bakmak yeterli!
Yine Bjarke Ingels imzalı diğer bir proje ise hafızama içinde bulunduğumuz bu savaş ortamında çakıldı. Güzel bir kent olan Kiev gözümüzün önünde yerle bir oldu. Binalar, sanat eserleri, meydanlar yıkıntılar haline dönüştü. İnsanlığın, kendi üretimine, medeniyetine karşı bu kadar zalim olabileceğini bu çağ içinde beklemezken, ilkelliğimizin vaz geçemediğimiz bir özelliğimiz olduğunu bu savaş vesile her gün yeniden hatırlıyoruz. Bazı kentler böyle yıkılırken, yenileri yapılmaktan geri durulmuyor. Mimarın son projelerinden biri de, Amerika’da çölün ortasında sıfırdan inşa edilecek olan bir kent. 2050 yılında 5 milyon sakini olacağı ön görülen bu kentin ismi Telosa. Kelime antik Yunanca’da en yüksek amaç anlamına geliyor
Çölün ortasında sıfırdan kurulan şehirler konusunda Amerikalılar da Araplar kadar uzmanlar. Dubai’nin ilhamı Los Angeles olsa gerek. Hangisinin daha iyi bir tasarım/ strateji olduğu bu yazımın konusu olmasın; ancak BIG tarafından tasarlanan bir yeni kent oldukça ilgi çekici benim için doğrusu. Ingels’e ait tasarım gücüne bir hayranlık besliyorum açıkça.
Mimarın buradaki ortağı eski Walmart CEO’su, NBA’in sahibi milyarder Marc Lore.
İkili bu kente Aristo’dan ilhamla “en yüksek amaç” ismini koyarken aslında burada yeni bir yaşam idealini inşa ettiklerini de açıklıyorlar. Bu yeni kent Equitism (eşitlik) ile anılıyor. Bir bakıma kapitalizmi yeniden tasarladıkları söylenebilir. Thomas More’un Utupia’sının çağdaş bir versiyonu olarak da algılanabilir bu yeni kent.
Çölün ortasında, iyi bir tasarım anlayışı ile yükselecek bu yeni kent, ekolojik değerler konusunda üstün olacağı savunulan, eşitlik ve adalet duygusunun bulunabileceği yeni bir vaha olarak sunuluyor. Çevreye duyarlı, eğitimin herkese ulaşabildiği, kapsayıcı ve iyi yaşam sunan bir vaha, çölün ortasında bile olsa koşar gidersiniz herhalde?
Kentin web sitesindeki tüm kavramları ve vaatleri alıp bir siyasi parti kurulsa, eminim bu partinin de başarısı yüksek olur. Çağımızın kent yaşamına bizi zorlayan, işlemeyen, adil bulmadığımız ne varsa, karşılığı düşünülmüş, tasarlanmış sunuluyor. Kentin üretiminin yeniden kente kazandırılacağı ve böylece kentin sürekli bir gelişim içerisinde bulunacağı da vaatler arasında.
2030 yılında ilk hedef olarak belirlenen 50.000 kişi burada yaşama başlarsa, 2050 için konulan hedef de rahatlıkla gelir, görmesi zor değil. Projenin tasarım değerleri bakımından hiçbir tereddüdüm yok. Çağımızın en büyük ofislerinden biri olan ismi ile müstesna BIG, kuşkusuz burayı çok keyifli ve yaşantılı bir yer olarak tasarlayacak. Her aşamasını takip ettiğim bu projedeki asıl sorun, çağımızın da asıl sorunu. Dünya, milyarderlerin kurguladığı yaşam biçimlerine her geçen gün biraz daha sahne oluyor. Milyarderlerin nasıl servet edindiklerine bakarsak, hiçbir milyarderin toplumsal yararlar uğruna tek bir adım atmayacağına dair evrensel bilgi mevcut.
Birileri toplumsal ihtiyaçları, eğilimleri, arzuları iyi analiz edip bunun üzerinde iş modelleri ve yatırımlar yaratırken, aynı zamanda bu ideallerin peşinden koşan kitlelerin yaşam biçimlerini de tasarlamış oluyor. Tasarımın özü tam olarak bu. Basit bir eşyadan, çöl ortasındaki şehirlere, teknolojiden Mars’ta kolonilere dek doku hep aynı. Neyi ne kadar tüketeceğimiz ise bizim irademizde.
Varsın büyük değil, küçük yaşamlarımız olsun; ideallerimiz büyük, hayatımız küçük olsun. Bana şimdilerde gelen en anlamlı düşünce bu.