BIRAKIN İŞİ EHİL OLAN YAPSIN.

Hala ders almıyor olmanız utanç verici. Bizim alelacele yapılmış çözümlere, kimliksiz beton yığınlarına değil, akla, bilime, incelemeye, düşünceye, stratejiye, kaliteye ihtiyacımız var, görmüyor musunuz? Kentleri TOKİ’ler, siyasiler, gönüllüler, yerel yönetimler değil, şehir plancılar, mühendisler, mimarlar, tasarımcılar ve en önemlisi oranın kültürünü taşıyan insanlar yapar. Çekilin kenara. Bırakın işi ehil olanlar yapsın.

Yıkıldık. Kader değil; tercih. Bu ne ilk ne son yıkım göreceğimiz.

İzlediğim bir yayında, Türkiye’de yaşamış Amerikalı bir gazeteci, beklenen İstanbul depreminin dünya üzerinde görülebilecek en büyük felaket olarak tarihe yazılacağını söylüyor ve ekliyor: Tüm dünya belki de İstanbul’daki yapı kontrollerinin yapılması için Türkiye’ye baskı uygulamalı.

İBB Genel sekreter yardımcısı ve Şehir Bölge Plancısı Prof. Buğra Gökçe bildiriyor: Yapılan hızlı taramalarda 318 bina durduğu yerde çökebilir durumda ve 10bin kişi bu yapılarda yaşıyor. En az 50 bin kişinin riskli yapılarda yaşadığı tespit edilmiş. İstanbul’daki yapı stoğunun %73’ü 1999 öncesi yapılmış.

Sadece belediyenin açtığı portal ve verdiği hizmetler ile bu yapıları belirlemek bir yana, tespit sonrası dönüştürmek akıl almayacak kadar büyük bir iş. Üstelik yeni yapılan yapıların da kontrolü yok. Usulsüzlük oldukça fazla. İstanbul, bir bakıma içinde yaşayanların kendi kendilerine yarattığı felaket mahali.

Antakya’da titizlikle hayata geçirdiği son projesi The Museum Hotel Antakya’nın alt yapısında hasar almaması ve tüm konuklarının sağ salim kurtulması ile öne çıkan mimarlarımızdan Emre Arolat’ın son hafta boyunca pek çok mecrada, bir süre önce kaybettiğimiz İhsan Bilgin’den esinlenerek seslendiği gibi, içinde bulunduğumuz bu durum “toplumsal bir suç ortaklığı”.

Bunu düşünüyorum. Halen eski bir yığma yapı olan Üsküdar’daki apartmanda kiracı olarak yaşayan bir İstanbullu olarak bu suçu üstüme hem alıyorum, hem de almıyorum. Oturduğum yapı, hatta tüm mahallemdeki yapı stoğu riskli olsa da, bugün içinde bulunduğumuz ekonomik tabloda, fahiş kira bedelleri ile, nasıl bir yere evimi taşıyabilirim, en temel haklarımdan biri olan güvenli barınma hakkımı nasıl sağlayabilirim bu şehirde, gerçekten bir fikrim yok.

DEVLETLER DEPREMLE YIILIR MI?

Bir yerde böylesine büyük bir yarık açılınca tüm duygularınla ve düşüncelerinle o yarıktan içeri düşüyorsun. Bir depremzedenin kendi deneyiminde aktardığı gibi ayağımızın altındaki zemin unufak oldu. Deprem coğrafyada her türlü yıkımı beraberinde getirdi. Üçlü fayın kırılması ile gerçekleşen ve yüzyılın en etkili depremi olarak kayıtlara geçilen bu doğal felakette sorumluluk sadece doğanın değil. Bu deprem, aynı küresel salgının gösterdiği gibi, sistemin yetersizliğini, iradesizliğini, kimi yerde de umarsızlığını gösterdi. Devlet müdahele etmekte geç kaldı. Devletin yıllardır övündüğü yollar ve havalimanları yıkıldı. Devletin hastaneleri çöktü ve tedavi gören hastalar, yaşlılar ve onların refakatçileri öldü. Devletin rant politikaları çerçevesinde denetimsizce yapılan kalitesiz yapılar, yaşanan deneyimin bilançosunu kat ve kat arttırdı. Devlet karar mekanizmalarını çalıştıramadı. Devlet çadır veya barınak kuramadı, insanlar soğuktan dondu. Devlet, İstanbul gibi büyük kentlerden muhteşem bir sivil insiyatif ile hızlıca toplanan ve yola çıkarılan tırlarca yardımı alana ulaştıramadı, ulaşanları organize edemedi. Enkazların altından bir şekilde çıkabilmiş olanlar, dondurucu soğukta aç, çıplak, susuz ve ışıksız kaldılar; devlet onlara erişemedi. Devlet dünyadan gelen yardım gönüllüleri ile iletişim ve koordinasyon kuramadı. Devlet ne üzücü ki, cesetleri bile yerden kaldıramadı. Peki ya devletler depremle yıkılır mı? Göreceğiz hep birlikte; şimdilik erken, halen sorunlarla iç içeyiz. Tek görebildiğim, Türkiye hiç olmadığı kadar öfkeli ve hesap sorucu. Sosyal medyada gittikçe büyüyen bir isyan var.

24 YILDA AKLIMIZ NERDEYDİ?

Yukarıdakilerin tümü birer tasarım problemi. Ne var ki devletin bu kadar ezici bir güce sahip olduğu ülkelerde, tasarım küçük ve önemsiz bir çabadır. İlk günden bugüne dek ülkenin öncü mimarları, mühendisleri sayısız açıklamalar yapıyor. 24 yıl önce yaşanan büyük deprem sonrası konuşulanlar “Biz demiştik” serzenişi ile ortaya dökülüyor.

Daha önce, 1999 yılında Marmara depremi ile yaşadıklarımız, hem nicel hem duygusal bakımdan, kuşkusuz bugün içinde bulunduğumuz durumla kıyaslanamayacak kadar azdı. Diğer yandan, deprem deneyimi mutlak ve bu coğrafyanın dünya üzerindeki belirli yerler gibi bir deprem bölgesi olduğu gerçeği değişmez bir bilgi.

1999’da gerçekleşen deprem sırasında Pritzker ödüllü mimar Shigeru Ban’ın bölgede karton tüpler ve plastik bira kasaları gibi geri dönüşümlü malzemelerle tasarladığı geçici konutları hatırlıyorum. Aradan geçen 24 yıl sonra, bunun gibi örnekler ancak akademideki çalışmalar için rol model oluşturabildi. Geçtiğimiz yıllarda, aynı yer plakasının bu kez kuzeyinde, Erzurum ve Elazığ’da yaşanan küçük çaplı, ama yine yıkıcı depremler sonrasında Ankara’da ODTÜ ve İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi gibi değerli okulların mimarlık fakültelerinde Prof. Dr. Abdi Güzer, Prof. Dr. Ece Ceylan Baba ve ülkenin öncü mimarlarından Emre Arolat gibi isimlerin yürütücülüğünde gerçekleştirilen depreme yönelik çalışmaları umutla ve takdir ile takip etmiştim.

Türkiye, yaratıcı düşüncenin ve gayretin eksik olduğu bir yer değil, hiç olmadı, aksine her zaman yokluklarla mücadele eden bir toplum kültürü bizleri diğer kültürlere göre pek çok alanda daha aratıcı kılıyor. Kendi sorunlarını kendi çözmek zorunda kalan insanların her biri bir bakıma tasarımcı, mimar, inşaat mühendisi kimlikleri ediniyor. Ülkenin ekonomik gerçekleri bu yoklukta üretilen bu ad-hoc çözümlerle kendi günlük sorunlarını çözerken, uzun vadede ve böylesi kapsamlı felaketlerde bu yaratıcılık işe yaramıyor.  Devlet, insanlarını aynı afet bölgesinde bir başlarına bıraktığı gibi, günlük yaşamda da bir başlarına bırakıyor. Sadece yapısal anlamda değil, günlük temel ihtiyaçları anlamında bile herhangi bir hak arayışı anlamsız, pahalı, sonuçları birey açısından çoğunlukla olumsuz. Böyle bir düzende kim hak hukuk düzen kalite arayabilir? Aramadık.

Yaratıcı düşünce ne zaman ve nasıl etkili olabilir? Baskıcı rejimler ve zorlu koşullar bireyleri daha üretken olmaya iteklerken, bir yandan da oyun alanı daraltılan, imkansızlıklarla ve politika yoksunluğu ile baş başa kalan yaratıcı deha, sahip olduğu bu özelliğini geliştirmek ve yaygınlaştırmak için zemin bulamıyor. Birileri cehaletle, rantla yapıyor, diğerleri bu kalitesizliğe mecbur kalarak yaşıyor. Tartışacak, savaşacak o kadar çok cephe var ki, yaratıcı ve akıllı birey bunların hepsiyle savaşmak durumunda kalarak tükeniyor; yapabilen arkasını dönüp kayıtsızlaşıyor, tepkisizleşiyor. Şapkamızı önümüze koyalım. Maraş depremi yaşanmasa, saydığım birkaç örnek girişim hariç hepimiz sessizdik, vaz geçmiştik. Maalesef çok ama çok acı biçimde silkindik.

TASARIMCI OLMANIN YÜKÜ BUGÜNLERDE DAHA AĞIR.

Türkiye’de, yeni bugünlerin en taze ve sıcak felaket bölgesinde tasarımcı olmanın yükü ağır. Bu ülkede mimarlar depreme en uygun yapıları tasarlamayı biliyor. Mühendisler yıkılmayacak biçimde bunları inşa etmeyi biliyor. Ürün tasarımcıları, böyle bir afet sonrasında söz gelimi portatif ve hijyenik bir tuvalet nasıl olmalıdır, bunu gayet iyi biliyor. Tasarımcılar kaosun yönetimi ve orkestrasyonu konusunda oldukça gelişkin özelliklere sahipler. Oysa bu bilgi birikiminin ve yeteneklerin çoğunlukla kağıt üzerinde kaldığını görüyoruz.

Karar vericiler yaratıcı mesleklerin önemini anlamadığı sürece de bu zenginlik maalesef pasif kalacak. Sistem rant peşinde koşarak yönetmelikleri değiştirdiği, mevzuatları çarpıttığı ve kontrolü sağlamadığı sürece, insanlar tüm bu bilgiden ve deneyimden faydalanamayacak. Sistem büyüyüp gelişirken, birileri hep ufalanarak yığılan binaların altında can verecek.

Elbet umutsuz değilim. Uzun yıllardır ilk kez, bu musibetten nasihatların doğduğunu gözlemler gibiyim. Bilmeyenler için, Yine Emre Arolat ile, onun eş küratörü olduğu ve 2012 yılında gerçekleştirdiğimiz Tasarım Bienali projemin ilk edisyonunda, Musibet isimli kapsamlı bir sergi sunmuştuk. Arolat’ın Gösteri Toplumu’ndan hareketle hazırladığı kavramsal çerçevesi, TOKİ’lerden inşaat ve rant politikalarına, paylaşım ekonomisine dek o sergi kapsamında değindiği her bir değerli proje, 11 yıl öncesinden bugüne isabetle atılmış bir ok gibi. Bulabilenler, ısrarla bastırdığım bu ilk bienalin kitabını, orada tüm konuştuklarımızı, bu serginin ve elbet diğerlerinin de içeriğini tekrar inceleyebilirler. Bunu kuşkusuz bir övgü ve alkış istemiyle değil, bu topraklardaki ehil, eğitimli, profesyonellerin kalabalıklığını, entelektini ve aslında neyi ne kadar bilebildiklerini, buna karşılık on yıllardır bu çıkmazın içinde yaşananlarla duydukları çaresizliklerini ortaya sermek için not düşmek istedim.

Depremin ilk gününden itibaren bu değerli ve bilgili topluluktan sadece bir kaçına sorabildiğim görüşlerini burada sizlerle paylaşırken, “hemen!, hızlıca!, acil!” gibi sıfatlarla konutlar yapacaklarını ilan eden herkesi utançla izliyorum. Hala, hiç ders alamıyor olmanız hüzün verici. Bizim alelacele yapılmış çözümlere, kimliksiz beton yığınlarına değil, akla, bilime, incelemeye, düşünceye, stratejiye, kaliteye, tasarıma, mimarlığa, planlamaya ihtiyacımız var, görmüyor musunuz? Bırakın işi ehil olan yapsın. Kentleri TOKİ’ler, siyasiler, gönüllüler, yerel yönetimler değil, şehir plancılar, mühendisler, mimarlar, tasarımcılar ve en önemlisi oranın kültürünü taşıyan insanlar yapar.

HAKAN SEKMEN: Kendini mutlu edip içini mi rahatlatıyorsun yoksa amacın gerçekten yardım mı?

Mimar Hakan Sekmen, pek çok diğer meslektaşımız gibi depremin ilk günlerinde iç güdüsel olarak soluğu deprem bölgesinde aldı. Medyada çok az ve benzer bilgiler dolaşırken yerinden gerçekleştirdiği paylaşımları ufuk açıcıydı. Hakan’ın uyarıları zaten sonraki günlerde yaşadıklarımızla paralel. Hakan’a kulak verelim:

“Egitim ve tecrübemin verdigi birikimin gücünü icimde hissedip, erzak hazırlayip, arabaya atladım ve kar ile kapatılan yollar yüzünden yaklasik 25 saat  sonunda Adana’ya vardim. Tam Hatay’a yaklaşırken giriş yapamayacağımiz radyodan bildirildi. Hatay, Maraş ve Antep’e sivil girişler yasaklanmıştı. Vakit geçiyordu ve hedefim kafamda netti: Tek bir can bile olsa kurtarabilmek. İlk saatlerde orada olmak. Neye, kime faydam dokunursa... 
Hataya yaklaşırken siyah bir tiyatro perdesi aralandı etraf koyulaşmaya başladı. Aynı anda 50 ambulansın sireni, tırların, kamyonların tampon tampona gürültüsü kulağımda çınlıyordu. Radyoda dinlediğim gibi Hatay’a girişlere engel olmak  imkansızdı. Zaten Hatay’a girmişsin ya da dışarıda kalmışsın ne fark eder, her yer enkaz bolgesi. Kilometrelerce arka arkaya ilerledik. Telefonlar ve internet yoktu, sadece sms atabiliyorduk ve trafik donmustu.
….. Lütfen sonuca gitmeyecek işlerle uğrasmayın. Egitimli ve çalışacak insan lazım. Bir yardım mı gönderilecek, o yardımı, orada kim alacak, nereye götürecek, nasıl faydaya dönüşecek? Bütünsel bir fayda planı yapmadıysanız sosyal medya postu yaparsınız ancak. Kim getirecek, açacak o koliyi? Kim tarif edecek o iş makinesine enkazda nasıl çalışması gerektiğini?

Ben kimleri gördüm en çok biliyor musunuz ilk saatlerde? Anadolu’dan, Istanbul’dan koşan, hemen gelen, organize pırıl pırıl gençleri, sivil insanları ve Türkiye’nin her yerinden belediyeleri... Sahadan tavsiyem gerçek olan, samimi olan bir işe yarar. Bunu sorgulamak lazim hep. Kendini mutlu edip icini mi rahatlatıyorsun yoksa amacın gerçekten yardım mı? Hepimiz bunu kendi içimizde analiz edip kendimizle yüzleşebilecek ve doğru sonucu, kurumu, eylem planını bulacak kalbe, akla sahibiz buna eminim.. İhtiyaclar sonsuz, çalışmaya devam ama sahaya gitmeyen, kontrol etmeyen, projeye ruhunu vermeyen, daha işi bitirmeden sosyal medya postunun derdinde olan tasarımcı, mimar, iç mimar nasıl bir sonuç üretiyorsa aynisi oluyor. Oklari başkasına, siyasete yöneltmeden önce kendimize cçvireceğiz. Kendimizle hesaplaşma vakti geldi. Meslek insanları olarak hep birlikte taşın altına elimizi koyacağız ki ellerimiz enkazda taşlaşmasın... Elbet yaralar sarılacak ve hep birlikte bilimin yolunda canımız vatanımızı hiç ayrışmadan, bölünmeden kolektif akıl ile yaratacağız. Kim bize engel olabilir, kendimizden başka... Akıl,  Ruh ve Kalp ile kalın...”

ZEYNEP TÜMERTEKİN: Bilgiyi kullanmamız için bize alan açılmasını beklemeden devam etmeliyiz

Hakan Sekmen afet bölgesinde iken, mimar Zeynep Tümertekin günlerce MKM’de koli hazırlıyordu. Zeynep de benim gibi stadyumda günler sonra kurulan AFAD çadırlarının bir düzeni olmamasına takıldı. Bu takılma, “estetik” bir kaygıdan değil, işlevsel. Tasarımcı soru soran ve kimsenin düşünmediği detayları düşünen kişidir: bir yangın çıksa o çadırlarda bu düzensizlik bile neye mal olacak hiç fark ettiniz mi? Zeynep deneyimlerini şöyle paylaştı:

“O gecenin sabahı, görev bilinci ve seferberlik hisleriyle başlayan bir gün. “Deprem nedir?” Diye sorduğum 1999 yılını hatırlattı bana bu sabah, unutmamış olmalıydım. Şu anda olmuş olanı ve olacakları idrak etmek zaman alacak.

Doğal olarak, tasarımcı içgüdüsüyle bu olan bitene bir cevap, bir çözüm üretmeye çalıştığım bir hafta geçirdim. Beşiktaş ve Şişli Belediye’lerinin çağrılarıyla çeşitli yardım toplama merkezlerinde yardım zincirinin en hızlı dönen çarkında yerimi aldık. Bu alanlarda olan biteni gözlemlemek ve bir nebze organizasyona katkı sağlamak ve sistem kurmak adına ufak tefek girişimler yaptık. Bir kaç günümüzü bu şekilde bir nebze o fiziksel yorgunluğun getirdiği ruhi hafiflemeyle geçirdik. Fakat durum gün geçtikçe kötüleşti…

Tasarımcı içgüdüsü ya da çaresizliği. Tam olarak hangisini yaşadığımı bilemiyorum. En acil ihtiyaçlardan biri olan hijyen ihtiyacı için ortağım Ceren (Özşahin) ile çalışmalarımıza başladık. Tüm gerekli kurumlarla ve insanlarla görüşmelerimiz sonrası durumu  anladık, oraya tuvalet ve duş konteynırları göndermek gerekiyordu. Oraya gönderilecek duş ünitelerinin kapılarındaki menfezden -22 derecelere inen soğuk havanın girecek olmasına takıldık, kapıların bir iç koridor yerine dışarı açılmasına takıldık, suyu ısıtmak için gönderilecek olan herhangi bir çözümün monofaze olması gerektiğine ve bunun atlandığına takıldık, çabuk davranmak refleksiyle bir çok konunun atlanmasına takıldık v.b. bizden çok daha hızlı gitti oraya gidenler.

Biz ne yaparsak yapalım bir konteynırın hızından daha hızlı bir cevap üretmeyiz. Bu hızın ve pratikliğin efektifliğini kabul edip, uzun sürecek sorunlarla cevap olabilecek eklemeler tasarlayabiliriz. Fakat tasarım, bir tasarımcının tek yeteneği/bilgisi değil. Bu bilgiyi kullanmamız için bize alan açılmasını beklemeden bulduğumuz açığa yapışıp devam etmeliyiz. Asla ama asla umutsuzluğa düşemeyiz, biz her zaman daha iyisini düşünmek ve gerçekleştirmekle görevliyiz.”

MENNAN ELMACI: İnşaat sektörünün ülke ekonomisinin lokomotifi olması sektörü insan odağından çıkartıp salt kar odağına hapsediyor ve felaketlere zemin hazırlıyor

İzmirli mimar Mennan Elmacı, eğitimini ve mesleğinin ilk on yılını Kore’de deneyimlemiş, bu bağlamda Türkiye’deki yapı üretimi, kentleşme ve mimarlık pratiği hakkında uyumsuzluk yaşayan bir meslek profesyoneli. Hemen her konuda tartışmayı sevdiğim nadir mimarlardan biri olarak ona görüşlerini sordum. Elmacı benimle şunları paylaştı:

Dünyada ilk deprem yönetmeliği hazirlayan ülkelerden biriyiz. 1939 Erzincan depremi sonrasında 1940 yılında İtalyan deprem yönetmeliğine benzer deprem yönetmeliğini devreye almışız. Son deprem yönetmeliği ise 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe alındı. Aynı şekilde ilk imar kanunu 09.07.1956 tarihinde yürülüğe giren 6785 sayılı kanun. O günden bugüne sayısız kez revizyona uğrayarak günümüze geldi.

Şehir plancıları, mimarlar ve mühendisler olarak imar, deprem, yangın, sığınak, otopark, akustik ve benzeri yönetmelikler ile iyi şehirleri ve iyi binalari tasarlamaya çalışmaktayız.

Her geçen gün artan veya revize olan yönetmelik maddelerinin vasat olan tasarımı iyileştirmezken, iyi tasarımı vasatlaştırdığını düşünüyorum. Bunun yanında bu kadar değişken maddeleri sürekli kendine göre yorumlayıp uygulayan yerel yönetimler ve merkezi idarenin çıkardığı imar afları işleri içinden daha da çıkılmaz bir hale getirmektedir.

Bu bürokrasinin getirdiği aksaklıkların işin teknik üretim kısmındaki kusurları da yasal hale getirmesi ile son kullanıcı açısından hayli yanıltıcı olduğunu, yaşadığımız yıkımlar ile görüyoruz.

Bunlar doğrultusunda, inşaat sürecinde önemli sorumlulukları bulunan müteahhitin, mimarlar ve mühendisler ile kamu yararını da gözeterek birlikte iyi üretimler yapabilmesinin ön koşulunun, şehircilik, tasarım, sanat tarihi gibi temel eğitim ve meslek etiği ilkeleri doğrultusunda asgari olarak yüksek okul düzeyinde bir eğitim sürecine tabi olması gerektiğini düşünüyorum. Aynı şekilde üretim süreçlerinde aktif rol oynayan tüm zanaatkarların da meslek lisesi seviyesinde temel eğitimlerinin olması elzemdir.

Bu saydiklarim her ne kadar bugünün koşullarında zor gibi görünse de amacımız eğer iyi kentler ve iyi yapiıar inşa edebilmekse bunlar üzerine konuşmalıyız.

Şüphesizki sorun sadece müteahhitlikde değil. Mühendislik ve mimarlik fakultelerinin nitelik sorunlariı ve buradan mezun olanların sayıca çokluğu, yeterli iş imkanı bulamayışı işin sadece finansal kaygılarla yapılmasına sebep olmakta. Ayrıca inşaat sektörünün ülke ekonomisinin lokomotifi olması sektörü insan odağından çıkartıp salt kar odağına hapsetmekte ve felaketlere zemin hazırlamaktadır.”

ENİS ÖNCÜOĞLU: Kaynaklarını, sorumlusu olmayan bir sistem ile çar çur eden bir Türkiye yerine her iş kaleminde bilim, araştırma ve deneyimin karar verici ve yönetici pozisyonuna geldiği bir ülke dileğimiz

Mesleki deneyim ve pratiğinin yanında kurduğu mimar grubu ile uzun yıllardır mimarlar Ve tasarımcılar arasındaki iletişime katkı sağlayan mimar Enis Öncüoğlu’nun bu girişimi, yaşadığımız  deprem ile ortak çalışmaların sağlanabilmesi adına önem kazandı. Enis, görüşlerini şöyle paylaştı:

“Kentleşme, afetler ve bunlara karşı alınacak tedbirler ve en önemlisi afet sonrası kriz yönetimi konularında Türkiye 20 senedir hiçbir ilerleme kaydedemedi. Tüm altyapılar yapılarla beraber çökmüş ve en önemlisi gsm ve internet haberleşmesi olmayan ve kış şartlarının ağır bir şekilde etki ettiği bir bölgenin yaralarını sarması hiç de kolay olmayacaktır. Biz Serbest Mimarlık Dernekleri bir ön toplantı yaptık ve bu konuda acil detaylı çalışmalar yaparak hem bölgenin rehabilitasyonu hem de yeni afetlerin etkilerinin azaltılması konusunda etkin rol oynamak konusunda aktive oldu. Burada görülen acil değişmesi gereken konunun, imar plan değişiklikliklerinin önüne geçilmesi ve imar affının siyasi bir rant aracı olarak gündemden tamamen kalkması olduğu tesbit edilmiştir. Ayrıca yapı denetim firmaları, zemin etüdü firmalarının yeterli denetim ve bilgi veya deneyim ile donatılmamış olmasının bedelinin onbinlerce kayıp ve yıkılan şehirler olduğu görülmektedir. Mesleki kontrol sorumluluğunun ancak o projenin müellifi olan mimar ve mühendislerce yapılması gerekmektedir. Mevcut yönetmeliklerin ve uygulama standartları ile beraber kamunun proje elde etme yöntemi olarak en düşük fiyat politikasının da değişmesi önemlidir. Kaynaklarını,  sorumlusu olmayan bir sistem ile çar çur eden bir Türkiye yerine her iş kaleminde bilim, araştırma ve deneyimin karar verici ve yönetici pozisyonuna gelmesi ise en büyük dileğimizi oluşturmaktadır.”

TSMD ORTAK AÇIKLAMASI: Bu acıların bir daha tekrarlanmaması için çalışmaya devam edeceğiz.

Enis’in de bahsettiği üzere Türkiye Serbest Mimarlar Derneği, tüm şubeleriyle birleşerek bu yıkımı takiben hızla toplandı ve çalışmalarına başladı. İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa TSMD başkanları mimarlar Durmuş Dilekçi, Ali Osman Öztürk, Tamer Aksüt ve Murat Aslanmanga nezdinde birliklerin bana ilettikleri kamuoyuna açıklaması şöyle:

“Kahramanmaraş merkezli olup 10 ilimizi ve yaklaşık 13 milyon nüfusu etkileyen deprem felaketi, ülkemizde kentleşme ve yapı üretim süreçlerindeki tüm aşamaların bütüncül bir ülke politikası olarak ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. 
Şehircilik, yerleşim, çevre ve ulaşım planlarının nasıl oluşturulması gerektiği, mevcut durumun iyileştirilmesi de dahil olmak üzere yeniden ele alınmalıdır. Yerleşim yerlerinin seçiminde zemin koşulları ve uygunluğu mutlak önem taşımakta olup, taşıyıcı sistem tasarımı gerçekçi zemin etüdü ve statik gereklilikler çerçevesinde yapılmalıdır. Yapı üretiminin planlama ve tasarımdan uygulama ve kullanım aşamalarına kadar tüm süreçlerinde nitelikli ürün ve hizmet alımı sağlanmalı, bu süreçlerin hem kamu hem de belediyeler eli ile denetimi yapılmalıdır. Bilimsel gerçekler ve uluslararası teknik standartlar çerçevesinde ilgili tarafların sorumlukları tanımlanmalıdır. 
Ülkemizin içinde bulunduğu bu olağanüstü koşullarda, yapı sektöründeki ilgili diğer sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları ile çözüm önerilerimizi paylaşacak, bu acıların bir daha tekrarlanmaması için çalışmaya devam edeceğiz.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi