Tayfun Atay
Bir Erdoğan entelektüeli: Ebubekir Sofuoğlu
İktidara yandaş ve yâran bir üniversite inşası yolunda, hâlâ kral çıplak demeye yeltenen hiçbir akademisyene konuşma, nefes alma, var olma imkânı bırakmadılar. “Yeni Türkiye”lerinin sözde aydını-akademisyeni, sadece ve sadece kraldan çok kralcı olma noktasında birbiriyle yarışıp rekabet eden elemanlardan oluştu. O yüzden bazen kraldan çok kralcılıkta Sofuoğlu örneğinde olduğu gibi şirazeden çıkmış rezil yol kazaları oluyor, ne yapacaklarını bilemiyorlar
Ebubekir Sofuoğlu Erdoğan Türkiye’sinin tipik, katışıksız ve “organik” aydınıdır. Bu tespiti yapmadan başlayacak her değerlendirme eksik, gedik ve gevezelik olacaktır.
Sözgelimi bu konuda sosyal medyada fiyakalı görünen ama hakarete “nazikçe” aynı mahiyette karşılık vermekten ve özde laf salatasından ibaret “akademik” imzalı bir mesajda denmekte ki Sofuoğlu, başka yolun yolcusuyken yolunu şaşırmış da üniversiteye düşmüş, orada işe başlamış/mış… Ya da bakıyorum medya mensubu bazıları Sofuoğlu’nu aynı şekilde yaptığı büyük hakaret üzerinden sığ ve basit karşı-hakaretlerle “cesurca” yerden yere vururken, ettiği lakırdıdaki “Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı, …” ifadesini bir şekilde “tashih etme”ye dönük notlar düşüyorlar.
Hâlbuki dosdoğru üniversitelere yol tutmuş, devletluların himmetiyle unvanlara boğulmuş, kürsülere postu atmış “Yeni Türkiye” sözde akademisyen ve entelektüellerinin en “spektaküler” (göz doldurur) simalarından biri olarak ayırt etmek gerek Sofuoğlu’nu.
‘Organik’ derken…
Detaylandıracağız ama baştan bir yanlış anlamaya sebep olmamak için şu parantezi açmama izin verin: Yukarıda “organik aydın” derken bu tabiri İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin kavramlaştırdığı şekilde, hâkim sınıfların aparatı olarak sökün eden aydın tipi anlamında kullanmıyorum. Bu dahi Sofuoğlu’na iltifattır.
“Organik” derken daha popüler bir eğretileme ile organik portakal, organik yoğurt, organik tavuk, vb. kullanımlara benzer şekilde “halis-muhlis”liği kastediyorum. Sofuoğlu, daha önce kültürel, politik, ideolojik olarak farklı sularda yüzüp de bugün dinbaz iktidardan pay kapma, nemalanma derdinde dönüşmüş, yani sonradan-olma, “sun’i ve sentetik” yazar-çizer-konuşurlardan farklı olarak orijinalliği, otantikliği ve işte “organik”liği ile ayırt edilmesi gereken bir ürünü “Erdoğan Türkiyesi”nin…
“Yeni Türkiye” mahsulü bir “sahibinin sesi”
“Erdoğan Türkiyesi”ni “çatma” yolunda önemli bir dönüm noktası, 2013 yılında dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun ağzından duyduğumuz, “Artık inşa sürecindeyiz” lafıydı. Anlaşılan oydu ki 2011 seçimlerinden yüzde 50’ye yakın oy alarak çıkmış AKP, o zamana kadar kendisiyle paydaş olmuş liberaller ve diğer kesimlerle artık bağını kopararak kendi “meşrebince”, hedeflediği kültürel örüntüde ve farklı yaşam-biçimi seçeneklerini marjinalleştirme çabasında bir “Yeni Türkiye” inşasına girişecekti.
Bu girişimin ilk pratiklerine tepki Gezi çığlığı/patlaması oldu. Gezi süreci ve sonrasında iktidar ağızlarınca söylenenlerle bugün Sofuoğlu’nun söyledikleri arasındaki ilinti, süreklilik ve uyarlılığı fark etmemek mümkün mü?..
Neler denmişti o zaman, şöyle bir hatırlayalım: “Kafa kıyak gençlik istemiyoruz”; “İçeceksen git evinde iç”; “Hiçbir annenin kızını bir adamın kucağında görmek isteyeceğini sanmam”; ve işte o unutulmaz “Kızlı erkekli âlem yapıyorlar” sözü…
Yani Sofuoğlu aydan gelmedi. Menşei, yukarıda birkaçı sıralanmış ve kolaylıkla çoğaltılabilecek ifadelerde karşılığını bulan söylemin kültürel, ideolojik, politik habitatıdır. Yüzde yüz yerli ve milli bir “Yeni Türkiye” mahsulü o.
Ve de elbette “sahibinin sesi”. O yüzden infial yaratan sözlerini sarf ederken girizgâha yerleştirdiği “Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı” ifadesi hiç mi hiç yersiz ve mesnetsiz değil.
“Akademiyi arıtma” harekâtının sonucu
AKP’nin “Yeni Türkiye”sinin aydını-akademisyeni Sofuoğlu karşısında bir zamanlar üniversitelerde iktidar iradesince hiç mi hiç makbul sayılmayan “müfsit mi müfsit” addedilen bir kesim vardı. Onların, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığı altında yayımlanmış Barış İçin Akademisyenler (BAK) bildirisine imza attıkları 2016 başında nasıl iktidar lânetine uğratıldıklarını hatırlamak lazım. Çünkü bunu hatırlamadan ve hatırlatmadan bugün Ebubekir Sofuoğlu ile karakterize olan üniversitelerin “yeni-normal”ine nasıl varıldığını anlamak da mümkün olmaz.
Dolayısıyla 2016 başında meydanlarda gümbür gümbür üzerimize yağdırılmış şu sözlere dönelim:
“Kendilerine güya akademisyen ve araştırmacı unvanı yakıştırmış bir güruh çıkıyor, terör örgütünün eylemlerine karşı vatandaşlarını ve topraklarını savunan devletimize dil uzatıyor. Neymiş efendim, hak ve özgürlükler ihlal ediliyormuş. … Eyy aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık. Aydın falan değilsiniz.”
Bu sözlerin üzerinden yaklaşık beş yıl geçti ve bu süre içinde yukarıdaki sözlerden vazife çıkaran savcılar, üniversite bürokratları ve bürokrat kafalı bir dolu zevat, yargılama ve tutuklamalardan üniversiteden atılmalara kadar korkunç bir “akademik temizlik” harekâtı başlattılar. Bu olurken daha başka neler olmadı ki!.. “Türkiye’nin okumuş kesimi, profesörden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mensupları; okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” diyen rektör yardımcıları çıktı ortaya. Bunlar YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine kadar da yükseltilerek taltif edildiler.
İşte tüm bunların sonucunda vardığımız yer, devletlularına referanssız lâf sarf etmeyen, öğrencilerin kaldığı konutları “fuhuş-evi” sayan profesörlerin at koşturduğu üniversiteler oldu.
“Nişantaşı” vurgusunun arka plânı
Sofuoğlu’nun sözleri arasında “fuhuş evleri” ifadesinin gölgesinde kaldığı düşünülebilecek, pek üzerinde durulmayan ama öylesine de geçiştirilemeyecek mahiyette “kültürel-nefret suçu” potansiyelinde bir başka nokta daha var. O çirkin “fuhuş-evleri” benzetmesinde bulunmadan önce diyor ki “Bütün Türkiye’de üniversitelerin yerleştiği yerler Nişantaşı’na döndü”.
Memlekette halihazırda dinbaz iktidarca üretilmiş kültürel kutuplaşmadan, kimlikler çatışmasından beslenen ve onu besleyen bir dokundurma bu. Aslında izini en karakteristik mahiyette muhafazakâr yazar Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanına kadar geriye sürebileceğimiz bir ezeli dokundurma.
Peyami Safa’nın 1931’de yazdığı romanda Doğu ve Batı, “Eski” (Osmanlı-İslam) ile “Yeni” (modern-Cumhuriyet) arasında kimlik ve kişilik olarak sıkışıp kalmışlık hali; “iki ayrı medeniyetin zıt telkinleri altında gizli bir deruni [psikolojik] mücadele” anlatılır. Yazar, İstanbul’un Fatih semtiyle simgelenen muhafazakârlıkla, Harbiye ile (ki onu rahatlıkla bugüne ilişkin olarak Nişantaşı olarak genişletmek mümkün) simgelenen Batıcı-modern yaşam tarzını karşılaştırmaya uğratırken, “Harbiye”nin revaçta “Fatih”in ise sönük olduğuna dair bir “kültürel asimetri” inşa eder. Bunda bir haksızlık olduğunu da hüzünle okura hissettirir. Nihayet “Fatih”i, yani “Doğu”yu, geleneği, muhafazakârlığı “aklayan” bir final yapar.
Tarih mezunu Sofuoğlu, Fatih-Harbiye’yi okumuş mudur; büyük ihtimalle evet. Dahası bugünün “Yeni Türkiye”sinde, alâmetifarikasını İsmail Ağa Nakşibendiliğinin oluşturduğu “Fatih” karşısında “Nişantaşı”nın hanidir ötekileştirilip cadılaştırılmasına aşina mıdır, olmaması neredeyse imkânsız…
Mesela 5-6 yıl kadar önce İsmail Ağa Cemaati’nin internet üzerinden yayın yapan kanalında (“Ehlisünnet TV”) Nişantaşı sokaklarında kamera önünde dolaşırken oradaki kültürel örüntüye dönük şu zehirli lafları eden sarıklı-cübbeli “muhabir”i hatırlamamak mümkün mü:
“Nişantaşı’nda Atiye Sokağı’ndayız. Buradaki insanlar Osmanlı’nın torunları, ecdadın torunları. Bunlar burunlarını göstermekten utanan Osmanlı kadınlarının torunları. Ama bunların arasında neneleriyle büyük bir fark var. Neneleri meydanlarda burunlarını göstermekten dahi utanırken bunlar meydanlarda göbek deliklerini gösteriyorlar. Bunların dedeleri camiye koşarken bunlar serserilik peşinde koşuyorlar. İşte 80 yıl sonra ecdadından koparılan bir nesil. Şu anda burada insanlar kendi keyfindeler, Allah’ı unutmuşlar, dünyada Müslümanlar zulüm altındayken işte İstanbul gençliği bu durumda.”
Kanımızca Sofuoğlu’nun sözlerinde “fuhuş-evleri” herzesinin berisinde yer alan “Nişantaşı” benzetmesi de bu arka plân doğrultusunda değerlendirilip anlamlandırılabilir.
Peki, ya “Başakşehir”?!..
Böyle olmakla birlikte, yukarıda söylenenlere ek olarak kaydetmeden geçmemek gerekir ki Türkiye son 18 yıllık dinbaz siyaset ve iktidar döneminde çok değişti, köprülerin altından çok su aktı. Bugünün AKP-patentli “Yeni Türkiye”sini temsil konusunda “Fatih” kadar “Başakşehir”e de bakmak, onu da göz önünde bulundurmak lazım!..
Bu önerimiz doğrultusunda da 2010 yılında gündeme gelmiş bir habere dikkat yöneltelim: AKP döneminin seyrine bakan, sefasını süren dindar-muhafazakâr burjuvazi ya da isterseniz “Beyaz Müslümanlar” diyelim, bunların bir kısmı “mahrem” şekilde, imam-nikahlı ikinci evlilikle aldıkları eşlerine ikinci evler açma yolunda alabildiğine mesafe kaydetmiş durumdalar ve bu süreçte en uygun yer olarak da Başakşehir öne çıkmakta.
Tabii burada kullanıma sokulmuş “gizli ikinci evlilikle alınmış ikinci eş” veya “ikinci eşe açılmış ev” ifadeleri gayet açık ki duruma, kişiye, “meşrebe” özel bir hassasiyetle karşımıza çıkıyor! Eğer “Nişantaşı” söz konusu olsaydı, Sofuoğlu ve onunla aynı uzantıdaki zihinlerin dilinde bu ifadeler yerini en hafif deyişle “metres” ve “garsoniyer” sözcüklerine, daha kontrolsüz, zincirlerinden boşanmış haliyle de “fuhuş” ve “fuhuş-evleri” tabirlerine bırakır mıydı bırakmaz mıydı, siz karar verin!..
Efendiler, sizin eseriniz ‘Ebubekirler’!
Toparlayalım: Üniversite benim akademik pozisyonla bir parçası olmaya başladığım 40 yıl öncesinde de pratikte öyle dört başı mamur bir yer, sütten çıkmış ak kaşık değildi elbette. Ama bir çoğumuzda, özellikle bazı hocalarımızdan ilhamla ve en azından idealde, bir parçası olduğumuz bu kurumu, yasama-yürütme-yargı ve medyanın yanı sıra “Beşinci Kuvvet” sayma-addetme gibi bir eğilim vardı.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında darbe-karşıtı duyarlılığın ve demokrasi arzusunun yansıtıldığı Aydınlar Dilekçesi’nde de böyle bir idealin harekete geçirici etkisi vardı, 2016 başındaki “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı BAK bildirisinde de aynı idealin izleri vardır.
Aynı paralelde, “12 Eylül” sonrası biz daha yeni asistanken pek çok hocamızı kürsülerinden-dersliklerinden koparıp alan “1402’likler” uygulamasında da devletluların özerk-üniversite nefreti vardı; BAK imzacısı akademisyenlere yönelik, “15 Temmuz” darbe girişimini istifadeye çevirip KHK’leri işleterek yapılan zulümde de aynı özerk üniversite arayışlarından duyulan nefret vardır.
O yüzden bazen kraldan çok kralcılıkta Sofuoğlu örneğinde olduğu gibi şirazeden çıkmış rezil yol kazaları oluyor, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Olay büyüdüğünde de “Kral”ı işe karıştırmama derdinde, ona siper olma yolunda kınama açıklamalarında bulunmak Kalın’lara, Altun’lara, Çelik’lere vazife oluyor.
Tabii onlara söylenecek söz de yok değil:
Yapmayın Efendiler, sizin eserinizdir “Ebubekirler”