Özlem Yalım
BETON: MASUM MU, SUÇLU MU?
Her uçak yolculuğumda üzerinden geçtiğimiz yer yüzünü izlerim: Dağların, kayalıkların, ovaların arasında, özellikle su kenarında kümelenmiş yerleşimleri, sonra onların birbirlerine bağlandığı yolları.. Bu yerleşimler yer kürenin üzerinde birer örümcek ağı gibi yayılmış görünür uçtuğum yükseklikten bakınca. Bu görüntü karşısında pek çok kimsenin de aklına gelen şu düşünce yerleşir aklıma: Biz insanlar ve medeniyetimiz, bir mantar enfeksiyonu gibi sarıyoruz yer kürenin kabuğunu. Bir deri lezyonu gibiyiz. Dünyanın sağlık problemiyiz aslında.
Medeniyet yapılaşıyor. İste kent ölçeğinde olsun ister kırsal ölçekte, yapının, doğal çevreyi nasıl yok ettiğini, yeşil alanların nasıl da birer birer, çelik, cam ve betona teslim olduğunu bir an bile durmadan büyüyen yaşam alanlarımızda gözlemliyoruz.
Benim kişisel görüşüm bu büyümeyi destekliyor; olmasının kaçınılmazlığı karşısında, sadece yapılanın daha nitelikli ve doğru yapılması gerekliliğini savunan bir yaklaşımı benimsiyorum hep. Ben kentleşme, karşıtı değilim. Bilakis, insanlığın son teknolojileri, malzemeleri, üretim yöntemlerini kullanmasını, beyninin kıvrımlarından tüm bunları çıkarabilmesini ve yapabilen bir varlık olarak gelişimini izlemeyi, bir parçası olmayı seviyorum.
YAPI MEDENİYET MİDİR?
Her yapılaşmanın medeniyet olmadığının ayrımındayım. Evet her yapılaşma maalesef insan yaratıcılığını, zekasını ve gelişmişliğini temsil etmiyor. Gereksiz ve çok sayıda yapılan yapılar, rant, para aklama için yapılaşmanın siyasi bir araç olması, tüm bu yapılanların çevresi ile, kullanıcı ile kuramadığı ilişkiler, tasarım niteliksizliği, üretim kalitesizliği, gelişmişliğin ve yaşam kalitesinin önünde dev bir duvar gibi yükseliyor.
Yol, köprü, bina yapmakla medeni olunmuyor. Bunları dünyaya, doğaya, canlılara ne kadar saygı göstererek yaptığınız medeniyet ve gelişmişlik ölçünüzü belirliyor. İnsanın nitelikli üretime ve tasarıma, yaratıcı düşünceye ayırdığı zaman ve kaynaklar onun gelişmişliğinin de göstergesi oluyor. Bambaşka bir çağın eşiğinde duran insanlık, “en” lerle değerlendirilmiyor. Düşünce ve duyarlılık yeni çağın olmazsa olmazları.
Yapısal çevremizin tüm bu çelişkilerinin karşısında dikey yapı mı, yatay yapı mı, beton mu, kireç veya taş mı, kırsal yaşam mı kentsel planlama mı? gibi pek çok tartışma başlığı ile baş başa kalıyoruz. Tümünün olması gerektiğini, önemli olanın bunların arasındaki dengeleri kurmmaız gerektiğini, yapılanları doğru değerlerle yapmamız gerektiğini çoğu kez göz ardı ediyoruz. Anlamlandırılmamış, temellenmemiş söylentilerden, dert yanmalardan, kuru kuruya muhalefetten hiçbir yarar sağlanmıyor oysa. Dünya bir düzenler ve sistemler ağı. Yeniden en başa, o sıfır noktasına dönüp her şeyi farklı yapabilme ihtimalimiz olmadığına göre, mevcut sistemleri, süreçleri ve uygulamaları anlamak ve onları düzenlemeye, iyileştirmeye çalışmak çok daha verimli görünüyor.
BRUTALİZM
Malzeme tercihleri bu tartışmaların odağına oturuveriyor. 30 yıl önce İngiliz kolonisinin orta yeri olan Hong Kong’da inşa edildiğinde çelik ve camdan oluşan 632 metre uzunluğundaki strüktürel yapısı ile HSBC Shanghai Bank binası epey tepki görmüştü. Çelik yapı elemanlarının olduğu gibi açıkta bırakılarak dışarıdan da görülebildiği, tüm katlar boyunca yükselen atriumundan gün ışığını doğrudan alan bu yapı, dönemi için radikaldi. Bana göre, mimarı olan Sir Norman Foster’ın hala baş yapıtları arasında olan bu binayı, bundan 8-9 yıl önce gördüğümde büyülenmiştim. İçerideki ışık öylesine büyüleyiciydi ki, mimarın adeta eski çağlarda, özellikle dini yapılarda çok önemli olan bir tasarım unsurunu, bir tür tanrısal ışığı bu binada özellikle kullandığını düşünmüştüm. Tabi bu yapıda, Tanrının değil; ancak paranın kutsal ışığından bahsedilebilirdi !
Mimarlık bana, mimarın yaptığından çok, benim içinde, yamacında ne hissettiğim ile ilgili gelir. İlgimi çeken yapıların hemen hemen tüm yaratım süreçlerini, mimari yaklaşımlarını eseri deneyimlemeden önce irdelesem de, benim için asıl etkileyici olan o yapı ile ilişkiye geçtiğim anda beynimden, derimden, gözlerimden beynime sızan duygulardır. Bu çerçevede, Hong Kong’daki HSBC Shanghai Bank yapısı bana göre mükemmel bir yapıdır; insanlık medeniyetinin göstergelerinden biridir. Bu eseri sadece görsellerinden deneyimleyenler veya kentleşme konusuna her türlü muhalifler için ise oldukça çirkin, abartılı ve büyük algılanabilir.
Mimarlık eserleri, tarih boyunca pek çok farklı stile ve anlayışa gebe olmuştur. Bu yapının da temsil ettiği brutalizm akımı bunlardan biri. Yapıların üzerindeki bezemeler ve süslemeler eski çağlarda bir varlık, ustalık ve yetkinlik göstergesiyken, yalın ve minimal denebilecek kadar sade modernizm bu anlayışı köhne buldu. Böylece fiziki çevremiz daha seri üretilen, kimilerine göre gereksiz detaylardan arınmış, sadeleşmiş sözde modern, ancak oldukça istiflenmiş bir hale büründü. Sadelik gerek yaşam felsefesi olarak gerekse tasarım yaklaşımı olarak önemli ve gerekli bir durumken, vasatlaşan sadelik bugünkü niteliksiz apartman kültürüne dek uzandı. Ruhunu kaybetmiş mekanlara isyan edenler, doğaya veya eski yapılara koşuyor ve orada kendileri ile bütünleşebilecek, onları mutlu edebilecek duygulara kavuşuyor. Brutalist mimari, klasik ve modern mimarlıktan farklı olararak, savaş sonrası, oldukça fakirleşmiş ancak yine de anlam arayışında olan bir insanlığın yaklaşımı. Bir yandan teknoloji melzeme ve üretim gelişkindir ancak yapısal çevrede bunları uyarlayacak meddi ve manevi kaynaklar yoktur. Böylece, yapının tüm knostrüksiyonunun görülebildiği, farklı kaplama malzemeleri ile gizlenmemiş tüm detayların olduğu gibi bırakıldığı, gösterildiği bir yapı türü ortaya çıkar.
Brutalist yaklaşım ismini brüt kelimesinden alır. İşlenmemiş, ham, kaba saba anlamına gelen brüt kelimesi 1800’lerde Fransa’da tatlı ve azla aromalı olmayan, kesif şarap için kullanılmış. Günümüzde halen işlenmemiş, arındırılmamış gibi anlamlarda kullanılan brüt, yapısal anlamda en çok beton ile özdeşleşir.
Brütalist mimarlıkta, en çok beton duvarlar ve zeminler ham, oldukları gibi, hatta kalıp izleri de üzerlerinde görünür biçimde bırakılır.
ÇÇAĞDAŞ DÜNYANIN İYİ VEYA KÖTÜ SİMGESİ: BETON
Beton malzeme, organik kıvrımlara izin veren, böyle e eşsiz bir tasarım çizgisinin oluşmasına katkı sağlayan yapısıyla Oscar Neimeyer veya Zaha Hadid eserlerinde önemli bir yer edindiği gibi, brutalist akımın da gözdesi konumundadır. Bu eğilim 1950li yıllardan başlar ve günümüze dek uzanır.
Diğer yandan, doğasında olan gri rengi, doğanın renkleri olan toprak tonlarını, yeşillikleri yok etmesi ve grileştirmesi ile özdeşleşir ve böylece insanların öfkesini en çok üzerine çeken malzemelerden biri haline gelir. Kentlerde yükselen betonarme yapılar, mavi gökyüzünü kapatıyor, kentlilerin ışıkla olan ilişkisini kesiyor. Betonarme diyorum çünkü bunca yüksek yapılabilen çağdaş mimarlık eserlerini geleneksel yapı malzemeleri ile yapabilmek mümkün değil. Kerpiç, doğal taş veya ahşap ile yapılabilen strüktürler ancak belirli sınırlara kadar yapılara izin veriyor.
Beton bu bağlamda insanlığın göğe yükselişinin, doğaya meydan okumasının da simgesi gibi. Özünde kireçtaşından elde edilen çimento, kum ve su bulunan beton malzemesi, günümüzde çeşitli kimyasallarla oldukça güçlendirilmiş bir yapıya bürünebiliyor. Hazır betonarme paneller, veya kıvamlı beton malzemeyi çok hızlı dökebilen robot teknolojileri ile insanlık yapı tarihine her yüzyılda yeni bir hız ve dayanıklılık katıyor.
Beton, tarihte de çok eskiden beri kullanılan bir malzeme. Romalıların büyük Collosium’u dahil hemen hemen tüm yapıları veya eşsiz Pantheon da (MÖ 113-125) 43 metrelik büyük kubbesi ile, beton sayesinde yükselebilen insanlık eserleri. İnsanlığın en eski yapılarından biri konumunda bulunan Göbeklitepe, bugün betonun da en eski kullanımını gösteren yapı olarak kabul ediliyor.
Beton kelimesinin kökeni eski çağlarda “birlikte gelişmek” (Latince concretus) ve sonrasında “katılaştırılmış, sıkıştırılmış, sertleşmiş (İngilizce condensed, concrete) kelimeleri olarak izlenebiliyor. Bize pek çok kelime gibi Fransızca’dan olduğu gibi geçmiş. Bu dilde “kireç harcı” anlamına gelen beton kelimesi, İngilizcede bir dönem beyaz anlamında da kullanılan “concrete” kelimesi ile anlamsal bakımdan ötüşüyor.
Bugünün beton malzemesine göre çok daha dayanıksız olan tarihi reçetelerde volkanik küller ve kayalar ile, malzemenin zaman içinde gittikçe daha da sertleşmesine imkan veren deniz suyu kullanılırmış. Mimar ve mühendis Vitrivius bu reçeteyi Milattan önce 1.yüzyılda yazdığı kitabında detaylı olarak açıklıyor. Bugün agrega ismi verilen küçük çakıllar, kum gibi malzemelere eşlik eden kimyasallar ile o dönemin betonundan çok farklı bir malzemeden bahsediyoruz.
Bu dayanıklılığı ile eserleri nerede ise sonsuz kılan, büyük dalgalara karşı bariyer olan, barajların, köprülerin hatta başka gezegenlerdeki kolonilerin, yani medeniyetimiz için bu kadar elzem ve önemli olan bir malzemeyi neden sevmiyoruz peki? Üstelik, eğer içinde organik kimyasallar kullanılıyorsa, bu malzeme yüzde yüz geri dönüştürülebilirken! Evet beton aslında doğal bir malzeme ve yüzde yüz geri dönüştürülebiliyor. Bu hali ile okyanuslara yayılan, deniz canlıların ve kuşların içine sızan plastik malzemeden de ayrışıyor ama en az o kadar tepki görüyor, peki neden?
Kaynaklar, betonun karbon ayak izine işaret ediyor.
Beton ve çimento sektörü, her ne kadar pandemi ile birlikte global anlamda %2 oranında bir gerileme içinde olsa da, yapılaşma hacmi ile doğru orantılı olarak dünyada en hızlı büyüyen sektörler arasında. Bu adar hızlı büyüyen bu sektörde, üretim için kullanılan kum, kaya ve çakıl gibi doğal kaynaklar ve en önemlisi su rezervleri dikkat çekiyor.
Karbon salınımı konusunda global tarım endüstrisi 2018 yılı değerlerine göre %12 oranı ile en üst sırada yer alırken, ikinci sırada yer alan havacılık sektörünün hemen ardından, çimento üretimi %8’lik oran ile üçüncü sırada bulunuyor. İklim krizi sebebi ile önemli olan ve 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması’na göre sektörün 2030 yılına kadar bu salınımı en az %16 oranında geri çekmesi şart koşulmuş. Devletler yasaları ve yeni düzenlemelerle bu konuda iyileştirme stratejileri uyguluyorlar.
Çin gerek çimento endüstrisi gerekse buna bağlı karbon salınımı konusunda en üst hacime sahip ülke. Onu sırası ile Hindistan, Avrupa Birliği ve Türkiye takip ediyor.
Günümüzdeki beton üretim süreçleri, hemen hemen tüm evreleri ile insanlığın en önemli problemi konumundaki iklim krizini tetikliyor. Beton üretimindeki, parçalama, karıştırma, ayrıştırma ve soğutma işlemleri için üreticiler çeşitli uygulamaları daha çevreye duyarlı hale getirmeye çalışıyor.
Amerikalı bir girişimci olan BioMason firması, mikroorganizmalarla doğal çimento üretimi gerçekleştiriyor. Bioçimento ismini verdikleri ürünleri ile, sürdürülebilir bir gelecek adına karbon emisyonu sıfır olan bir üretim felsefesini kendine benimsemiş olan firma, geleceğin yapı teknolojileri adına umut verici.
Diğer yandan mimarlık ve yapı sektöründeki sürdürülebilirlik bilinci de tasarımcıların farklı malzemelere yönelmesine sebep oluyor. Geleneksel kerpiç, taş işçiliği, işlenmiş ahşap gibi malzemeler geleceğin mimarisini temsil eden örneklerde daha çok karşımıza çıksa da, hacimli ve dayanıklı kütlelerin gerektirdiği beton malzeme, önümüzdeki uzun bir dönemde daha bizlerle birlikte olacak gibi duruyor.
İçinde bulunduğumuz noktada kullanımı kaçınılmaz olan bu medeniyet timsali malzemeyi temelsiz ve körü körüne kötülemek yerine, üretim süreçlerinin iyileştirilmesi konusuna daha çok söylem ve tepki üretilse sanki daha iyi.
Üstelik, pandemi ile birlikte dönüşen yaşam tercihlerinin, kırsal bölgeleri gittikçe daha çok talan eden durumu göz önüne alındığında, kimse kusura bakmasın ama ormanın içerisine sızan küçük konteynerlar, kulübeler ve bu bölgelerde artan yaşamın getirdiği türlü problemler, bana kentlerin betonlaşmasından daha ürkütücü geliyor.