Atatürk’ün Diyanet’inden Erbaş’ın Diyanet’ine nasıl gelindi?

Cumhuriyet’i kuranlar, kendi bindikleri dalı kesecek kadar ne yaptığını bilmez insanlar değildi. Onlar, İslâm’ı ulus-devlet sınırları dışına taşmayan biçimde yeniden yapılandırmak istediler. Bu doğrultuda, tüm Müslümanlar için bağlayıcı bir evrenselcilik iddiasındaki Halifelik’ten vazgeçerken nasıl modern ulus-devlet parametresiyle hareket ettilerse, Diyanet’i var ederken de kafalarında yine ulus-devlet parametrelerinden biri vardı ki bu da dinde “Reform”du…

Bugün her alanda olduğu gibi dinsel aidiyet alanında da heterojen, kozmopolit ve çoğul bir Türkiye toplumu var. Ve ona Sünni-Hanefi bir toptancılıkla “tekçi” bakan, fetvalarla-hutbelerle yapacağını yapan edeceğini eden bir Diyanet var. Üstelik son zamanlarda daha da belirginlik kazandığı üzere, tıpkı Osmanlı’da şeyhülislamların padişah karşısındaki durumu-konumu nasılsa fiilen aynen öyle yapan eden; ulusa değil saraya hizmette kusur etmeyen bir Diyanet bu!..

AKP iktidarını tek kelime tanımlamak gerekse “post-İslamizm” tabiri önerilebilir.
Post-İslamizm, dinin görünürde her yerde olduğu ama özde hiçbir yerde olmadığı bir zemin ve iklimi anlatır.
Kavramı borçlu olduğumuz sosyal bilimci Asef Bayat, onu Humeyni-sonrası İran’da İslami ideolojik ve ekonomi-politik iddialardaki gevşemeyi anlamlandırma; rejim nezdinde istemeye istemeye de olsa seküler gereksinim ve gerekliliklerin tanınıp onandığı bir durumu açıklama yolunda işlerliğe sokar.
Türkiye’de ve AKP nezdinde ise ben dinî retorik eşliğinde, maneviyat diye diye maddiyat gözeten bir ekonomi-politik pratiği kasıtla kullanıyorum.
Her köşe başında cami minareleri yükseltilip çoğaltılsa da onlardan çok daha hızlı ve yoğun şekilde yükseltilen inşaat vinçleriyle şekillenen görüntüye atfen kullanıyorum.
Oy kaybını telafi etme, iktidar düşüşünü önleme yolunda, 15 ay öncesine kadar, “Siz önce Sultan Ahmet’i doldurun” denilirken, şimdi âlâyıvalâ ile ama ibadetten ziyade “temaşa”yı, yani şovu ve gövde gösterisini hedefleyecek şekilde Ayasofya’nın açılışını anlama yolunda kullanıyorum.
Bir elde kılıç,
‘hutbe-şov’!..
Türkiye’de post-İslamizm’in, hadi biraz daha ileri gidelim, “post-mortem İslamizm”in karşılığı olarak seyrimizdeki dinbaz iktidar tablosunu evlere şenlik bir performansla tamamlayan karakterlerden biri de halihazır Diyanet Reisi Ali Erbaş.
Ayasofya’nın açılışında bir elde kılıç hutbesi ve zımnî Atatürk lanetlemesiyle, sonrasında da İslam ülkelerine gönderdiği ümmetçilik mesajları saçan mektubuyla, söz konusu tabloyu trajikomik şekilde süsleyen bir figür Erbaş.
Malum, Kadir Mısıroğlu Atatürk düşmanlığıyla maruf ve mağrur ve de bunu dosdoğru dışa vuran bir şahsiyetti. Onu, hem de “10 Kasım” arifesinde gayet manidar şekilde, tazimle ziyaret etmiş Erbaş ise bu bakımdan örtük ve pısır pısır bir söylem ve eylemle ayırt edilebilecek biri.
Ayasofya’nın açılmasının yarattığı, kendi açılarından romantik-duygusal bir itki ve şehvetli bir coşkuyla ayan beyan hilafet isteyenler orada burada matbu, televizüel ve sosyal medyada sökün etti mi etti. Erbaş ise yine “örtük” bir performansla, İslam dünyasındaki dinî liderlere Ayasofya’nın ibadete açılması vesilesiyle gönderdiği mektubunda için için “İslam enternasyonalizmi”, yani evet, hilafet çağrışımlarıyla dalgalı ifadelerle çıktı karşımıza:
“Ayasofya’nın dirilişi, mazlum ve mahzun müminler için geleceğe dair bir ümit kaynağı, adalet ve merhamet temelinde yükselen medeniyetimizin yeniden yükselişinin de ilk işareti olacaktır.”
“İlga”dan doğan Diyanet, “İhya” ister oldu
Bu noktada kaydetmek gerekir ki şu ara yandaş medya grubuna ait bir dergi üzerinden gündeme gelen “hilafet arzusu” çok değil birkaç yıl önce Diyanet tarafından çıkarılan takvimin yapraklarında da karşımıza çıkmıştı. Yani 3 Mart 1924’te Hilafet’in “ilgası” (kaldırılması) ile aynı gün Atatürk marifetiyle kurulmuş Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da aradan 90 küsur yıl geçtikten sonra Hilafet’in “ihyası” yolunda motive olduğunu düşünmek mümkün.
Peki durum buysa, yani hilafetin ilgasıyla aynı gün hayatiyet kazanmış Diyanet’in şimdiki performansına bakıldığında, acaba Cumhuriyet’in kurucusu bindiği dalı kesecek bir tasarrufta mı bulunmuştur?
Hayır, çünkü Atatürk’ün kurdurduğu Diyanet’le bugün Ali Erbaş’ın başkanlık koltuğunda oturduğu Diyanet, aynı “Diyanet” değildir.
Bunu netleştirme yolunda, kurumun kuruluş gayesinden bugünkü emellerine nasıl geldiğine ilişkin, daha önce de zaman zaman tartışmaya açtığımız bir değerlendirmeye özet olarak tekrar yer verelim!..
Diyanet, bir “Reform” hareketiydi
Aslında yukarıda kaydedildiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Hilafet’in kaldırılmasıyla aynı gün kurulmuş olması, durumu netleştirme hususunda bize çok çarpıcı bir ipucu verir. Bu, “İslâm enternasyonalizmi”nden (“İtihad-ı İslâm”) vazgeçip bir “nasyonal”, yani ulusal İslâm arayışına yönelme noktasındaki arzu ve iradeyi simgesel olarak yansıtan bir örnektir.
Cumhuriyet’i kuranlar, kendi bindikleri dalı kesecek kadar ne yaptığını bilmez insanlar değildi. Onlar, İslâm’ı ulusallaştırmak, “Türkleştirmek” ve ulus-devlet sınırları dışına taşmayan biçimde yeniden yapılandırmak istediler. Bu doğrultuda, tüm Müslümanlar için bağlayıcı bir evrenselcilik iddiasındaki Halifelik’ten vazgeçerken nasıl modern ulus-devlet parametresiyle hareket ettilerse, Diyanet’i var ederken de kafalarında yine ulus-devlet parametrelerinden biri vardı ki bu, “Reformasyon”dur.
Amaç, “Türkiye İslamı” idi
Batı Modernitesi’ni var eden temel dönüşüm dinamiklerinden olan Protestan reformizmi, Katolikliğin evrenselci anlayışına karşı dinin (Hıristiyanlığın) ulusallaşması sonucunu da doğurmuştur. İşte Cumhuriyet’te nasıl endüstrileşme, kentleşme, okur-yazarlık, laiklik (sekülerleşme) ve kapitalistleşme devlet eliyle gerçekleştirilmişse, modern ulus-devletin bir diğer kuralı olan dinde (ulusal) reform da aynı yolla sağlanmaya çalışıldı. O yüzden Halifelik gibi evrensel, “panislamik” bir kurum lağvedilirken, “ulusal din” arayışında asli katkı yapması hedefiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’na işlerlik kazandırıldı.
Kuran’ın, ezanın (hatta bir ara namazın) Türkçeleştirilmesi yolundaki girişimler de bu arayışın sonucudur. Bunlar, İslâm’ın tasfiyesine gidişi hedeflemez. Türkçe Kuran okumakla Türkçe ezan dinlemek arasında derece farkı vardır sadece. Biri tutmuş, öteki tutmamıştır, o kadar.
Amaç, bir “Türkiye İslâmı” geliştirmektir.
“Reform” hedeflendi, ortaya “Restorasyon” çıktı
Bu çerçeveden olarak Diyanet, Cumhuriyet Türkiye’sinin sınırlarının dışı açısından farklılığını, sınırların içi açısından da bütünlüğünü sağlama yolunda İslâm’ı ulusal temelde düzenleme amacıyla kuruldu.
Çünkü Hilafet’in kaldırılması, dışarıyla bağın kopması açısından önemli bir katkı yapmışsa da din adına ülke sınırları içinde mevcut çeşitlilik, karmaşıklık, darmadağınıklık da “ulusal İslâm” var etme yolunda engeldi.
Mezhepler, tarikatlar, paganik-panteistik köklere dayalı ama İslâmi bir çehreyle ortalıktaki halk inançları… Diyanet bu “malzeme” karşısında, modernitenin olmazsa olmazı okur-yazarlık ilkesiyle buluşabilecek elde mevcut tek seçenek olan kitabî din birikimine, bunun için de Osmanlı’dan miras Sünni İslâm’a ister istemez yöneldi.
İşte bu, yukarıda söz ettiğimiz reformist hedef açısından ciddi bir problem oluşturdu. Çünkü Osmanlı’yla bağlaşık bu birikimin millî-resmî tercih haline gelmesi, dinde ulusal reforma değil, ulus-devlet öncesine referanslı bir “restorasyon”a zaman içinde rota kırılmasına yol açtı.
Sonuçta, süreç içerisinde dindar-muhafazakâr, gelenekçi, modernist radikal dönüşümlerden şikayetçi ve kültürel yörüngesi Osmanlı-İslam geçmişine endeksli toplum kesimlerinden kadrolarını doldurduğu düşünüldüğünde de Diyanet giderek Cumhuriyet’in kuruluş ideallerinden sapan bir kurum haline geldi.
O yüzden yukarıda kaydettiğimiz gibi, Kurum’un bastırdığı takvim yapraklarında hilafet özlemlerinin dile getirilişine rastlanır oldu.
Sünni-Hanefi “tektipleştirme” çabası
Neticede, Diyanet aracılığıyla başlangıçta söz konusu olan bir “ulusal din” arayışından, Sünni (ve de Hanefi) çoğunluğa hitap eden, dolayısıyla ulus-devletin kimliğini dinî-mezhebî bakımdan da daralmaya uğratan bir noktaya gelindiği söylenebilir.
Elbette Türkiye’nin bugünkü toplumsal hareketlilik düzeyi ile buna bağlı dinsel kimlik dışavurumlarındaki kararlılık göz önünde bulundurulduğunda Diyanet’in toplumu suni ve zoraki biçimde tektipleştirmeye yönelik bu Sünni-Hanefi çizgisi hayli kısıtlayıcı ve kabul edilemez oldu.
Bugün her alanda olduğu gibi dinsel aidiyet alanında da heterojen, kozmopolit ve çoğul bir Türkiye toplumu var. Ve bir de ona Sünni-Hanefi bir toptancılıkla “tekçi” bakan, fetvalarla-hutbelerle yapacağını yapan edeceğini eden bir Diyanet.
Üstelik son zamanlarda daha da belirginlik kazandığı üzere, tıpkı Osmanlı’da şeyhülislamların padişah karşısındaki durumu-konumu nasılsa fiilen aynen öyle yapan eden; ulusa değil saraya hizmette kusur etmeyen bir Diyanet bu.
Öyleyken böyle!.. Laik Cumhuriyet dini tasfiye etmedi, Diyanet’le ulusal çerçevede “tanzim” etmeye çalıştı. Ama şimdi Diyanet’in laik Cumhuriyet’i tasfiye etme yolunda olup olmadığı elbette tartışmayı fazlasıyla hak eden bir soru.
Özellikle de balığın başından gelen kokuya bağlı olarak!..

(Kaynaklar: Asef Bayat, İslamı Demokratikleştirmek: Toplumsal Hareketler ve Post-İslamcı Dönüş, Çev. Özgür Gökmen, İletişim, 2015; Tayfun Atay, Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can, 2017.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi