Tayfun Atay
Allah’ın takdiri değil, doğanın tekdiri!
Depremde yıkılan binaların enkazı 230 milyon ton ve bu, büyüklük olarak Erciyes Dağı’na eşit… Şimdi düşünelim: Yıkılan binaların büyük çoğunluğunun yakın zamanda inşa edildiği ortada. Demek ki hepi-topu son 20-25 yılda yeryüzüne Erciyes Dağı büyüklüğünde bir beton kütle, depremin olduğu coğrafyamızda yüklenmiş durumda. Bu kütlenin altında an itibarıyla 40 bine yakın vatandaşımızın can verdiği kaydediliyor ama tahminler bu sayının 100 bini bulabileceği şeklinde. Tablo şu: Doğanın bağrına Erciyes Dağı büyüklüğünde bir beton yığınını bindirmişler ve işte “teslim aldık” sandığımız o doğanın küçük bir silkinişiyle bu beton yığını insanlarımıza mezar oldu.
17. yüzyıl İngiltere’sinde Galli şair Henry Vaughan, yavaş yavaş sökün etmekte olan modern dünyada insanın doğayla ilişkisinin yeni durumunu, bugünden bakıldığında hayli talihsiz sayılabilecek şu dizelerle aksettirmekteydi:
“Teslim aldım doğayı; yarıp geçtim her yerini
Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini
Rahmini, göğüslerini ve başını;
Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini
Parçalayıp açtım.” [1]
Oysa aynı zaman kesitinden yakın dönemlere kadar Orta Afrika-Kongo’da yağmur ormanları içinde yaşayan Mbuti halkı, sözüm ona “modernlik ve uygarlıktan nasibini almamış” bu topluluk, kendilerini bir parçası saydıkları “Orman”a duyarlılıklarını oldukça lirik biçimde ama yukarıdaki dizelerle kıyaslandığında tam aksi yönde bakın nasıl ifade etmekteydiler:
“Orman ana-babadır.
Çünkü o verir bize muhtaç olduğumuz her şeyi;
Yiyecek, giyecek, barınak, sıcaklık, şefkat, merhameti…
Ormanın çocuklarıyız biz.
O ölse, biz de ölürüz.” [2]
Görüldüğü gibi burada doğayı teslim alma gibi muazzam bir kibir yok, tam anlamıyla doğaya teslim olmuşluk var.
Keza şair Henry Vaughan’ın içinde filizlendiği “uygar” dünya, yeryüzünü teslim alma yolunda kabına sığamayıp topraklarını tarumar etmek üzere karşılarında belirdiğinde Amerika yerli toplulukları da Afrika halklarıyla aynı doğrultuda bir doğa-insan ilişkisi anlayışına sahiptiler. O yüzden bir Kızılderili şef, topraklarını satın almak isteyen “Beyaz Adam” karşısında toprağa-ırmağa-çayıra yönelik yaklaşımını (yine oldukça şairane mahiyette) şöyle ifade etmiştir:
“Biz toprağın parçasıyız, toprak
da bizim parçamız.
Hoş kokulu çiçekler
kızkardeşlerimiz bizim,
ren geyiği, at, yüce kartal ise
erkek kardeşlerimiz.
Irmağın köpüren dalgaları,
çayırdaki çiçeklerin özsuyu,
tayın teri ve insan teri, her
biri bir ve tek soya, bizim
soyumuza ait.” [3]
Demek ki “uygar” dünyanın istilacı bir şekilde topraklarına ayak bastığı zaman bu yerli halklar, “doğa ile akraba” bir yaşam biçimi ve anlayışıyla varoluşlarını sürdürmekteydiler.
Elbette doğa ile akraba bir insanlık hali, doğayı teslim almak gibi bir motivasyona sahip olmaz. Böyle bir motivasyon doğa ile akraba olmakla değil, ancak doğaya düşmanlıkla mümkündür ki işte en başta sunulan dizeler tam da bunu “estetize” etmektedir.
İnsanın dayanılmaz ağırlığı
Yüzlerce yıldır doğayı teslim almayı kendine böylesine tutkulu bir amaç kılmış bu “medeni” insanlığın bugün geldiği nokta ortada. Bu anlayışla üretilen her şey, dünyanın yıkımına yol açmış durumda: Fosil yakıtlarla zehirlenen hava… Endüstriyel atıklarla kirlenen sular… Okyanus ortasında dehşet verici muazzam bir kütle olarak duran ve “Yedinci Kıta” denilen plastik çöp yığılması…
Ve de yerküre üzerinde devasa beton kütleler: Toprağı-ormanı, dağları-ovaları, gölleri-deltaları katlederek; yani şairin dediği gibi doğanın her yerini yarıp geçerek; rahmini-göğüslerini-başını parçalayarak açılan yollar, köprüler, hava limanları, dikilen binalar, gökdelenler…
2020 yılında yapılmış bir araştırma, gezegenimizdeki insan yapımı ürünlerin ağırlığının, artık canlılığın ağırlığını geçtiğini ortaya koydu. Dünya üzerinde bina, gökdelen, otoyol, köprü, tünel; topluca beton olarak mevcut ağırlık, gezegendeki tüm bitki ve hayvan mevcuduna ağır basar hale gelmiş durumda. İnsan yaratısı yapıların ağırlığı “bir teraton” (1 trilyon ton) ve elbette bu giderek de artmakta. Çok değil, 2040 yılında bu ağırlığın 3 teratona çıkması bekleniyor.
Erciyes Dağı kan ağlıyor!
6 Şubat’ta art arda gelen sarsıntılarla toplumca maruz kaldığımız korkunç afet bunları hatırlamaya vesile oldu. Depremde yıkılan binaların enkazının 230 milyon ton olduğu belirtildi. Büyüklük olarak Erciyes Dağı’na eşit bir enkaz bu…
Şimdi şöyle bir düşünelim: Yıkılan binaların büyük çoğunluğunun (en son yüzde 90’ı dendi) yakın zamanda inşa edildiği ortada. Demek ki hepi-topu son 20-25 yılda yeryüzüne Erciyes Dağı büyüklüğünde bir beton kütle, depremin olduğu coğrafyamızda yüklenmiş durumda. Bu kütlenin altında an itibarıyla 40 bine yakın vatandaşımızın can verdiği kaydediliyor ama tahminler maalesef bu sayının 100 bini bulabileceği şeklinde. Tarihimizdeki en büyük deprem olan 8 şiddetindeki 1939 Erzincan Depremi’nde 33 bin insanımızı yitirmiştik. Şimdi bu sayının katlarca fazlası Kahramanmaraş Depremi’nde karşımızda ve tablo şu:
Doğanın bağrına Erciyes Dağı büyüklüğünde bir beton yığınını bindirmişler ve işte “teslim aldık” sandığımız o doğanın küçük bir silkinişiyle bu beton yığını insanlarımıza mezar oldu.
Sâdık yâri beton olan dinbazlık
Şairane ifadelerle yol aldık, burada da yeri geldi, Âşık Veysel’le devam edelim ve bu coğrafyanın kadim insanının doğayla ilişkisine onun herkesçe bilinen “Kara Toprak” şiiri üzerinden nazar eyleyelim:
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm, ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır”
Şimdi soru şu: Toprağı “sadık yâr” sayan Âşık Veysel’in torunları, toprağa bu kadar korkunç bir ihaneti hangi akla hizmet, nasıl bir kalple, vicdanla, inançla gerçekleştirdi?..
Cevabı, en başta aktardığımız dizelerin yakın zamanlara ait “yerli ve milli” bir sürümünde bulmak mümkün!..
Türkiye’yi 20 küsur yıldır yöneten ve alâmetifarikası “dinbaz şantiye kapitalizmi” olan iktidar, doğayı teslim aldığını söyleyen 17. yüzyıl şairinin dilini 21. yüzyılın başında bu topraklarda kendi lisanınca yeniden üretti denilebilir. Baksanıza, 2013-2015 arasında aynı iktidarın çevre ve şehircilik bakanı İdris Güllüce, bir kentsel dönüşüm temel atma töreninde, adeta şiir gibi nasıl bir niyazda bulunmakta:
“Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın!
Beton makinesi böyle pat pat vurdukça Türkiye kalkınıyor.
Bu beton pompaları hiç durmasın!
İnsanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın…
Rabbim bunu hep hep nasip etsin!..”
İşte bu olmayacak duaya âmin demenin bedelidir nice insanımızı yutmuş Erciyes Dağı büyüklüğündeki ve beton pompalarına/mikserlerine borçlu olduğumuz enkaz!..
Doğayı teslim alma, ona teslim ol!
Başa dönecek olursak, bütün bu olanları en genel anlamda insanın doğayı teslim alma arzusunun-ihtirasının sonucu olarak değerlendirmek mümkün. Bu arzudan-ihtirastan vazgeçip tüm canlı varlıklar gibi, “tevazu” içinde doğaya teslim olmadıkça da çok açık ki böyle gelmiş böyle gidecek. “Kâr-büyüme-kalkınma” zehriyle doğaya zarar vermeyi sürdürdükçe; ekonomimizi, teknolojimizi, makinelerimizi doğaya uyarlı kılmadıkça yeni enkazlar hep ama hep yolumuza karşıcı olarak çıkacak.
Sözün özü, istediğiniz kadar “kader planı” ya da “Takdir-i İlahi” deyin;
“Rabbim bu beton makinelerini hep nasip etsin” niyazından vazgeçip;
“Bizi beton makinelerinden de, betona tapan dinbaz ecinnilerden de muhafaza eyle ya Rabbi” demedikçe;
Yeryüzü kendisini böyle hatırlatmaya devam edecek!..
[1] Akt. Fatmagül Berktay, “Ekofeminizm ya da Yüreğin İyimserliği”, Ağaçkakan, Mart 1996.
[2] Daniel G. Bates – Elliot M. Fratkin, Cultural Anthropology, 1999, s. 388.
[3] Nasıl Satabilirsin ki Havayı? – Kızılderili Şefin Bildirgesi (Çev. Sibel Özbudun), 2000, s. 17.