Özlem Yalım
70’LERİN YARARATICI ORTAMI, VEYA BİR DAVID BYRNE YAZISI
70’lerin arada kalmışlığı üzerine düşünüyorum. O yıllarda doğmuş ve çocukluğunu geçirmiş biri olarak, söz gelimi bir 60’lar kadar veya 80’ler kadar kültleşmiş olmadığı için içerliyorum biraz. Oysa yaratıcılık adına azımsanmayacak kadar önemli bir dönemde geçmiş çocukluğum. Bu dönemden bir isim düştü önüme: David Byrne
Yayınlanır yayınlanmaz izlediğim ve son dönemde izlemekten en keyif aldığım Netflix yapımı Uysallar sayesinde, punk hayatımızda biraz daha yer kapladı. Bu punk rüzgarı ile ister istemez kendi çocukluğuma döndüm ve o yıllarda beni etkileyen hadiseleri, eğilimleri bir bir didiklemeye başladım. Bilimsel açıklamalar, insanların başarı oranlarını, psikolojik ve sosyal eğilimlerini etkileyen ön önemli dönemin ilk yedi yıl olduğunu belirtiyor. Benim ilk yedi yılım 70’lerin ilk yarısından sonuna dek uzanıyor ne de olsa. Çocukluğuma dair bu lime lime olmuş düşünce ipliklerinden sadece biri ile karşınızdayım bu hafta.
O kadar çok punk yazısı okudunuz ki muhtemelen, size elbette bunu anlatmayacağım. Ancak punk kültürünün temelinde olan ve başkaldırıdan ilham alan “kendin yap” kültürü (DIY) tasarım ve yaratıcılık adına çağımızın oldukça önemli bir yaklaşımı; bunun üzerinde düşünmeden geçmek olmayacak. Kendin yap kültürü, imkansızlıktan, fakirlikten, elindeki ile yetinmekten doğuyor.
Bu kültürün tasarıma olan doğrudan etkisi ile ilgili pek çok ilginç örneği geçmişteki projelerde ve yazılarda sunma imkanı bulmuştum; yeri geldikçe de değiniyorum; kavrama bu kez başa bir tarafından bakıyorum. Bu kültür, 70’lerde belki de daha çok “olduğun gibi ol”, hatta belki biraz da “olduğu kadar” demekti.
60’ların yüksek tondaki havasının, protest yaklaşımının biraz olsun sönümlendiği, yorulduğu yıllardı belki de yetmişler ve her on yılda bir görülen değişimlerle, 80’lere gelindiğinde bir tür gösterişçiliğe, eğlenceciliğe dönüşecekti bu durgun dönem. 70’lerin arada kalmışlığının hemen ardından dünya büyük bir dönüşüm yaşayıp tüketici kültürünü kutsayacaktı. Yuppie’ler ve yaşam biçimleri ortalığı sarmadan, Madonna “Ben materyalist bir kızım!” diye bağırmadan önce, sanki hayatlarımız daha çok derinlik barındırıyordu.
Müziğe olan dinleyici ilgim, kuşkusuz sadece notalarla ilgili değil, hatta besteden daha çok sözlere dayalıdır. Bir toplumun kültürel yapısının zenginliğini veya sığlığını müzik parçalarının sözlerinden anlamak nasıl da mümkün!
70’ler söz konusu olduğunda batı kültüründe belki pek çok dev müzisyenden veya gruptan söz etmek mümkün ama benim için en ilgi çekicilerinden biri, bestelerini çok sevmediğim halde sırf anlattıkları hikayelerden dolayı bağımlısı olduğum Talking Heads, yada Konuşan Kafalar’dır. Bir müzik grubunun isminin, günümüzde ülkemizde çok moda olduğu gibi, örneğin “yolda yürürken üstüne bastığım salyangoz” gibi sırf ilgi çekmek ve “cool” olmak için konulmuş olması ile, Konuşan Kafalar şeklinde konulmuş olmasının arasındaki uçurumu bile önemsiyorum açıkçası kültürel duvarların örgüsü adına. Sessizliğin hüküm sürdüğü, düşüncelerin halı altına süpürüldüğü yerlerde, kafaların konuşması ne kadar da önemli ve büyük bir ihtiyaç.
Talking Heads parçalarını okumak, dinlemekten çok daha iyi bir deneyim gibi gelir bu sebeple bana hep. Anlatmak istediklerini, 70’ler adına ifade ettiklerini irdelemek, özellikle bugünlerde benim için değerli.
Örneğin tüm zamanların en iyi parçaları arasında gösterilen Psycho Killer, söylenene göre bir seri katilin düşünceleri ile özdeşleşir. Açıkça kendi kendinin seri katili olan insanlara söylenmiş bir söz yumağı gibidir sanki şu sözler:
Bir sohbete başlıyorsun, ama sonunu bile getiremiyorsun
Çok konuşuyorsun ama hiçbir şey söylemiyorsun
Söyleyecek bir şeyim olmadığında dudaklarım mühürleniyor
Bir şeyi bir kez söyle, neden tekrar söyleyesin?
THE MUDD CLUB
70’lerin New York’unda sanat okulunda okurken arkadaş olan David Byrne ve arkadaşları tarafından kurulan Talking Heads, sonraları başka bir yaratıcı deha olan Brian Eno ile birlikte yol yürümeye başlayınca, 80’ler müzik piyasasının hit grupları arasına yerleşmiş olsalar da, en önemli hitlerini 70’lerde çıkardılar. 1971 yılında okulda yaptıkları müzik, grubun tüm çalışmalarında belirleyici olmuştu.
David Byrne, son dönemde Türkçe’ye de çevrilen kitabı “Müzik Nasıl İşler”de, yaratıcı üretimin, sergilendiği mekan ile olan ilişkisine geniş yer ayırıyor.
O dönemin yaratıcı sahnesi (scenius) düşünüldüğünde, akla hemen Ian Schrager’in efsanevi Studio 54’ü gelir. 1977’de kurulan bu barın ortamı yeni yapımlar ile daha da efsaneleştiriliyor. Ben de 70’lerde geçen çocukluğum boyunca, müziğe çok meraklı bir babaya sahip olmanın verdiği ayrıcalık ile, evimizdeki Dual marka pikabımızda dönen Stüdyo 54 plaklarına aşinayım. Sanat dünyasının kült isimlerinden biri olan Andy Warhol gibi pek çok yaratıcı ismin bu kulüpte yaşadıkları, o mekanı ve zamanı ölümsüz kılıyor.
En az o kulüp kadar önemli olan ama çok daha az bilinen başka bir yer ise The Mudd Club idi. Andy Warhol ve David Byrne, diğer pek çok önemli yaratıcı isim gibi burada da buluşuyordu. Studio 54 ne kadar göz önünde ve şaşalı ise, The Mudd Club, ötekinden eksik kalmayan eğlence potansiyeline karşılık o kadar “arka” sokaktı.
Burada tanımladığım anlamı ile DIY (Do it Yourself) kültürünü benimseyen ve arka sokakları daha çok seven, artistik ruhunu gösterişle değil de varlığı ve duruşu ile sergilemeyi tercih eden bir grup insan burada buluşuyordu. Çoğu sanat okulu kökenliydi müdavimlerin. Kulübün dördüncü katında sanatçı Keith Haring‘in küratörlüğünü üstlendiği bir sergiye rastlamak, Talking Heads’i veya B-52’s’u dinlemek veya Amerika’nın tarihindeki en önemli protest satırlardan birinin (Hawl,1955) yazarı Allen Ginsberg’ü satirik üslubu ile hararetli tartışmalarda görmek mümkündü.
Talking Heads, Byrne’nün sözleri ile, ister 1977-81 arasında sadece beş yıl kadar açık kalan bu mekanın ve benzerlerinin etrafında, ister ortalığı saran savaşta, insanların içinde bulunduğu durumu aynı hiciv ile müziğine yansıtmaya devam ediyordu:
Ve kendini bir av tüfeği kulübesinde yaşarken bulabilirsin
Ve kendini dünyanın bambaşka bir yerinde bulabilirsin
Ve kendini büyük bir otomobilin direksiyonunda bulabilirsin
Ve kendini güzel bir eş ile güzel bir evde bulabilirsin
Ve kendine “Ben buraya nasıl geldim?” diye sorabilirsin
Ve kendine “bunu nasıl yaşatırım?” diye sorabilirsin
Ve kendine “nerede o büyük otomobil” diye sorabilirsin
Ve kendine “bu benim güzel evim değil?”, diyebilirsin
Ve kendine “bu benim güzel eşim değil?” diyebilirsin
Once in a life time’da (Bir ömür boyu bir kez) Bryne’nün anlattığı bu hikayede, paralar yerin altına gitmişti, biraz hüzün vardı. 70’lerden şarkı sözlerine sızan bu durumun isyanı, sonraki yıllardaki tüm alışkanlıklarımıza gebe olduğumuzun habercisiydi. Başta Amerika olmak üzere, tüm insanlar hayata karşı teselliyi banka kartlarında, kredilerde, olmayan varlıkları ile yarattıkları tüketim döngüsünde bulacaklardı. Galiba dünya sadece 70’lere kadar iyi bir yerdi?
Önümüzdeki hafta 14 Mayıs’ta 70.Yaşına basacak olan David Byrne, benim ömrüm boyunca yaratıcılığını hiç durdurmadı ve bunları çok çeşitli ortamlarda paylaşmaya devam etti. Son dönemde American Utopia isimli konser filminin Broadway müzikali versiyonu ile gündemde olan bu yaratıcı profilin burada bahsettiğim kitabını hala bitiremedim ama ara ara okuyorum. Bu kitap, çok ilgili olduğum müziğe dair oldukça kapsamlı ve keyifli bilgiler veriyor olmasının yanında, Byrne’nün 70’li yıllardaki çok katmanlı bakış açısını sunan ve bir tasarımcı, bir mimar veya bir iş insanı olarak da okunması gerekli bir ufuk açıcısı aynı zamanda.
Byrne’ün son eserlerinden biri, bu yıl yayınlanan, The History of the World (in Dingbats) isimli bir hikaye kitabı. Karantina süresince gerçekleştirdiği esprili çizimleri, yazdığı söz öbekleri ile birlikte sunan bu kitapta, 70’lerden bu yana süregelen o “yaşama dair sorgulama” alışkanlığı devam ediyor.
Çok yönlü ve ikonik bir yaratıcı olan Byrne’ün “Reasons to be Cheerful” isimli - bana göre harika- bir içerik sitesi de var. Aslında bu kitaptaki çizimler, yani “dingbat”lar (metinle bağlantısı bulunmayan çizgi ve desenler) bu sitedeki metin bloklarını ayırmak için editörler tarafından istenmiş kendisinden. Ancak biraz da karantina etkisi ile, bir kez başlayınca duramamış ve ortaya bu nefis koleksiyon çıkmış.
Zoom konferansları için duş almam gerekir mi?
Pantolon giymeli miyim?
Benim için gerçekten önemli olan nedir?
Hayatlarımızı sorgulamadan mı geçirdik?
Benim için önemli olan başkaları değil mi?
Satırlarındaki gibi oldukça esaslı sorular soruyor bu son kitabında da çizimlerle birlikte.
70’lerin yaratıcı ortamı bana sadece Byrne etrafında bile “anlamdan” örülü bir dönem gibi geliyor. Gittikçe anlamsızlaşan ve vasatlaşan ortama baktıkça, bu yaratıcının kitaplarına, müziklerine ve üretimlerine sığınmak hatırlatıcı ve iyileştirici bir etkiye sahip.