BABANIN HATIRASINA YANINA ÜÇ EŞYA ALMAN GEREKSE HANGİLERİNİ ALIRSIN?

Japonlar eşyalarda onları yaratanların ruhunun saklı olduğuna inanır. Sevdiklerimizin kullandığı eşyalar da en az kokular, müzik ezgileri ve mekanlar kadar belleğimizdeki anıları canlandırırlar. Ben de yıllar önce yitirdiğim babamın ruhunu birkaç eşyada sonsuzca hisseder dururum; öyle ki o eşyalar demek, benim için aslında o demek.

Asya’dan Latin dillerinin köklerine kadar nerede ise hep aynı tını ile türeyen animizm, doğadaki canlı veya cansız her bir varlığın ayrı ve kendine özgü bir ruhu olduğunu kabul eder. Bugün Japonların Animeleri veya kurgu filmler ve benzeri yapımlar için kullanılan bir  terim olan animasyon kelimesinin de kökenleri bu  canladırmacılık anlamından gelir. Eski Yunanlılarda anemos rüzgar demek iken, çok yaygın bir biçimde tüm dünya üzerinde bu ses, nefes anlamında kullanılmış. Nefes ile yaşam, var olmak, hayatta olmak, canlı olmak ilişkilenmiş ve bunların tümü de ruh anlamında bütünleşmiş. Animizm olarak bahsettiğimiz bu düşünce akımı,  bugün unuttuğumuz evrene saygı göstermemizi sağlayan bir çağdaşlığa bürünmüş olsa da, şamanlardan Aborjinlere kadar,  tarihteki  pek çok yerde insanların inanışları arasında yer almış kavram. Kimi tarihçiler ilkellikle bağdaştırıyor ; diğer yandan çocukların nesnel dünyayı kavramalarında önemli bir yaklaşım olarak ortaya  çıkıyor; bilirsiniz minikler eşyaları ve cansız varlıkları konuşturur ve onların canlı olduklarına inanırlar; eşyalarla aralarında derin bağlar kurar , onlara tapınırcasına tutunurlar. Bunların tümü içgüdüsel ve duygusal, algısal ve entelektüel gelişim sürecimizdeki aşamalardan biri.

Nesnelerde ve mekanlarda hatıraları kilitleyip hapsetmemizin temelinde de bu canlandırma yeteneğimiz var. Müzik gibi soyut şeylere olduğu gibi eşyalara da anıları, insanları yükleyebiliyor, onlarda bir ruh yaşatabiliyoruz.

Ankara’nın memurlarından biri olan sevgili babam, işini pek seven bir bakteriyolog idi. Anadolu’nun pek çok yerinde görev yapmış ve kendi deyimi ile mesleği baytarlık olan bu veteriner hekim, benim de dünyaya geldiğim yer olan Şap Enstitüsü’nün kurucuları arasında yer almıştı. Bu güzel ülke onun da arasında bulunduğu genç hekimleri, araştırmalar ve incelemeler yapmak üzere yurt dışına, İtalya’ya göndermiş, kaç kez bilmiyorum. Ondaki bu İtalya anıları, işte bizim hayatımızda da babadan kızına geçen duygulardan biri oldu.

İtalya’nın ruhu, müzikleri ile, eşyaları ve alışkanlıkları ile, Ankaralı memur hayatımıza nüfuz etti. Babamın ruhu bu nedenle en çok İtalya söz konusu olduğunda canlanır. Bu canlandırmanın en güçlü nesnelerinden biri de Bialetti Moka Pot isimli İtalyan usulü kahve pişirme cezvesidir.

Ankara’nın memurlarından biri olan sevgili babam, işini pek seven bir bakteriyolog idi. Anadolu’nun pek çok yerinde görev yapmış ve kendi deyimi ile mesleği baytarlık olan bu veteriner hekim, benim de dünyaya geldiğim yer olan Şap Enstitüsü’nün kurucuları arasında yer almıştı. Bu güzel ülke onun da arasında bulunduğu genç hekimleri, araştırmalar ve incelemeler yapmak üzere yurt dışına, İtalya’ya göndermiş, kaç kez bilmiyorum. Ondaki bu İtalya anıları, işte bizim hayatımızda da babadan kızına geçen duygulardan biri oldu

Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmiş bir tasarım

Ocakta espresso kahve yapmaya yarayan bu alet 1933 yılında Alfonso Bialetti tarafından tasarlanmıştır ve günümüzde de tüm kültürel mirası ile yaşayan 87 yıllık bir eşya olarak Türkiye’de de ulaşılabilirdir. İtalya’da ise bu eşyanın olmadığı eve İtalyan evi demezler. 1930lar söz konusu olduğunda modernite, hız, hafiflik, dayanıklılık öne çıkan kavramlardı ve bir malzeme olarak alüminyum bu kavramların nerede ise tümünü karşılayabilen bir malzeme olarak savunma ve ulaşım gibi ağır endüstrilerden günlük kullanıma ve evlere girivermişti. Dönemin İtalyan tasarımlarında bu malzemenin okumasını yapmak ve o çağın  yaşam biçimleri ile bağdaştırmak oldukça mümkündür. Bialetti  bu tasarımda sadece çağın en yenilikçi malzemesini kullanmakla kalmadı, buhar basıncı ile hazırlanan ve o döneme kadar oldukça büyük olan kahve makinelerine karşılık yepyeni bir teknoloji  yaratarak  sokakta içilen kahveyi evlerin içine soktu. Bialetti bu tasarım için, çamaşırcı kadınların kaynar suların buharını borularla yukarı vermesinden esinlenmişti.

Dual Pikap

Sevgili babamdan aldığımı düşündüğüm müzik tutkusu bugün benim de kişiliğimin ayrılmaz  bir özelliğidir. İlk dansımızı Secaattin Tanyerli’nin meşhur “Papatya gibisin” ile yaptığımızı dün gibi hatırlarım. Lojman yıllarında, bayramlar, yılbaşları, doğum günleri ve hemen hemen her olay kutlamaya değerdi eskinin mutlu Türkiye’sinde. Bizler de böyle bir çocukluk içinde büyüdük. Bu kutlamalar için evimizden babamın Dual marka pikabı ve tüm komşularımızdan türlü plaklar taşınırdı buluşma yeri olan kafetaryaya. 60lı ve 70li yılların ne kadar efsane yerli ve yabancı plağı varsa o günlerden yerleşmiştir hatıralarıma. 1907 yılında Almanya’nın St. Georgen bölgesinde saatler ve gramofonlar için yedek parçalar üreten Steidinger kardeşler, işlerini geliştirip kendi pikaplarını üretmeye başlamışlar ve 1927 yılında markalarını Dual olarak tescilletmişler. Bu isim, o dönemde pikaplar için hem elektrik hem de eski gramofonlardaki gibi mekanik kolların kullanılıyor olmasından, yani çift yöntemle çalışan cihazlar ürettiklerinden hareketle doğmuş. Tüm sanayi ürünlerinde olduğu gibi Dual markasının da gelişme ve büyüme hikayesi 1. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllara dayanıyor. Uzun yıllar içerisinde başından pek çok macera geçen markanın izine 2017 yapımı yeni modeller ile İngiltere’de rastladım. Diğer yandan müzik aletleri endüstrisinde orijinal Dual marka pikapların hem kaliteleri hem de zamansız tasarımları ile önemli bir yeri var.

Fotoğraf tutkusu

Babam fotoğrafa o kadar tutkundu ki, hala nasıl olup da içimden bir fotografçı çıkmadığına şaşırıyorum! Pek çok makinesi oldu. Çektiklerini lojmanlarımızın bodrum katındaki karanlık odada kendisi basmaya kalktığı ve bu işi de açık konuşma gerekirse pek de iyi beceremediği için, tüm çocukluk fotoğraflarımız silik soluk, kumlu veya gereğinden fazla karanlıktır. Acaba bu akıllı telefon çılgınlığına yetişseydi ne düşünürdü, babamın da bir instagram hesabı olur muydu? Hep merak ederim. Bu pek çok makine arasından kendime anı olarak bir tanesini saklar dururum. Alman yapımı Agfa marka körüklü bir el makinesi: Isolette.

Münih kentinde sadece 1930-42 yılları arasında üretimi süren, Isolette makineler, portatif tasarımları ve ekonomik bütçeleri ile, insanların fotoğraf çekme alışkanlıklarının ilk  aletleri idi. İsolette’den önce 1925 yılında Leica kamerası, ve aynı dönemde Zeiss Ikon’un Contax kamerası tescillenerek, taşınabilir fotoğraf makinesi pazarını başlatmış oldular.

Agfa bu tasarımı piyasaya sürdüğünde ismi ilk olarak Jsorette olarak tanıtılmış ve  çok geçmeden bu isim Isolette olarak değiştirilmiş. Nevar ki ilk üretimlerin üzerinde isim Jsolette olarak yer alıyor. Buradan da makineni 1936 veya 37 yılında üretildiğini anlıyoruz. Babamın hatırası ile elimde tuttuğum zaman zaman vakit geçirdiğim bu makinede de kapakta Jsolette olarak yazıyor isim.

İkinci dünya savaşında askerler tarafından o kadar yaygın kullanılmış ki bu makine, halk arasında Soldier’s Camera, askerlerin kamerası olarak bilinir olmuş. Tasarım tümü ile ergonomik ve üretim detaylarında Alman hassasiyetini görebiliyorsunuz. Makinenin gövdesinde Trolitan denilen o dönem için yenilikçi ve dayanıklı bir plastik kullanılmış olması da bu eşyayı tarihte önemli bir yere koyuyor.

Bu Pazar günü, baba hatırasını canlandırmak için ıssız adama üç eşya aldım. O eşyaları tasarımcı olarak sevmenin ötesinde, onlarda babamın sevgili ruhunun, yaşama biçiminin ölümsüzleştiğini uzun zamandır düşünüp duruyorum.

Sokrat haklı: Ruhlarımız ölümsüz ve hiçbir zaman parçalanmıyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi